18. yüzyılın sonunda Arabistan’ın Necid bölgesinde doğan dinî-siyasi öğreti, kısa zamanda tüm yarımadaya yayılmış, Mekke dahil Müslüman şehirleri yağmalanmış, binlerce insan katledilmişti. Osmanlıların sert müdahalesiyle bastırılan isyancılar, Suudilerin tekrar tarih sahnesine çıkmasına kadar, yaklaşık 100 sene varlık gösteremediler. İslâm dünyasının bu en sert ve kendinden başkasını kafir gören mezhebi, bugün Suudi Arabistan’da epey yumuşamışsa da devlet ideolojisi.
• İLBER ORTAYLI
• NECDET SAKAOĞLU
• AHMET KUYAŞ
• MUZAFFER ALBAYRAK
Bedevîlikten güçlü Arap devletlerinin doğması, 19. yüzyıl boyunca süren Şammar, Aneze, Semb, Abde kabilelerinin Osmanlı ve Mısır orduları ile süren mücadelelerin sonucudur. Hail’de Reşidilerin, Der’iyye’de Suudîlerin başlattıkları Necid’i, Hicaz’ı, Yemen’den Suriye’ye, Basra’dan Kızıldeniz’e kadar uzanan çölleri saran bu büyük mücadelenin yegane iki dinamiği ise Bedevîlik ve Vehhabîlik olmuştur.
Burckhardt, Arabistan Seyahati adlı eserinde büyük İslâm devletlerinin bedevî terörünü yenip kendi egemenliklerini tesis etme çabalarının 19. yüzyıla kadar bir sonuç veremediğini, Vehhabî egemenliğine kadar bedevî geleneklerinin değişmeden sürdüğünü, yaşamın tüm ayrıntılarını, bireysel ve toplumsal hukuk kurallarını içeren bu yapının her yönüyle son derece ilginç olduğunu vurgular.

Yazarın 19. yüzyılın ilk yarısına ait tesbitleri arasında, Vehhabîliğin yayılmasından önce bedevîlerin dindar olmadıkları gerçeği de vardır. Kendi yaşamlarından gurur duyan ve onu değiştirmeye yanaşmayan bedevîler, İslâmiyet’in geniş ve güvenceli gölgesi altında, fakat bu dinin etkilerinden olabildiğince uzak kalarak güçlü bir wtoplumsal vicdan da taşımışlardır. Bunun yanında en eski Sâmi geleneklerinden, “kadınların başlarını ve saçlarını sımsıkı örtmeleri”, ancak erkeklerin aşk ve hayranlık dolu bakışları arasında raksederken vücutlarında en değerli servet saydıkları saçlarının deve sidiği ile parlatılmış örgülerini çözmeleri, saçlarının, dişlerinin parlaklığı ile erkekleri adeta büyülemeleri gibi nice geleneği de aynen korumuşlardır.
Bedevî toplumununun bünyesini ve örgütlenişini tanımak ve tanımlamak, hele çağdaş ölçütlerle güçtür. Yine, Arabistan’da geçerli kuralların hepsini İslâmî sanmak da yanılmaktır.
Son 200 yılda bedevî düntyasını etkileyen, hatta değiştiren en önemli olgu ise Vehhabîlik’tir.

İslâmiyet’in en katı ve köktendinci kurallarını öğretisine alan ve sonuncu mezhep bölünmelerinden olan Vehhabîlik, Necid’de ortaya çıktı. Bu yarı siyasi yarı dinsel mezhebin kurucusu, 1745’te “Bâtılları ve bid’atleri yok etmek için” mücadele başlatan Muhammed İbn Abdülvahhab’tır (1703-1792). Hanbelî mezhebinden olan Muhammed, Hassa bölgesindeki emirlerle giriştiği savaşlarda başarılı olamayarak, Der’iyye vahasındaki emir Muhammed ibn’üs- Suud’a sığındı. Bu iki Muhammed arasındaki dostluk ve ittifak, bugünkü Suudi Krallığı’nın temeli olacaktır.
Muhammed ibn’üs- Suud’a siyasi ihtirasları olan bir adamdı. Abdülvahhab da kendisinin Hanefîliğe dayanan, ama Hanefîliğin ibn-i Teymiye tarafından epeyce bir reforma tâbi tutulmuş bir mezhebini geliştirmişti. Muhammed ibn’üs- Suud, Abdülvahhab’ın kızıyla da evlenerek damat oldu, böylece bir tür ailevi-siyasi-dinî bir birlik kuruldu.

Abdülvahhab, adaşının oğlu Abdülaziz’den de (1766-1803) tam destek gördü ve onun teokratik bir devletin kurucusu olmasını, Hanbelî-Vehhabî şeriatının da bedevî geleneklerinin üzerinde etkinlik kazanmasını destekledi. Oğul I. Abdülaziz Vehhabîliği kılıçla yaymaya çalıştı ve ganimetlerin beşte birini savaşçılarına bırakınca taraftarları giderek çoğaldı. Vehhabîlik en şiddetli dönemini bu emirin son yıllarında (1790’dan itibaren) yaşadı. Osmanlı Devleti ise resmen olmasa da fiilen Orta Arabistan’ı Vehhabî- Suudî egemenliğine terketti.
Bu yeni dönemde küçük fakat korkutucu Suud emirliğinin gücünü ise “el-Muvahhidîn” denilen genç müritler oluşturmaktaydı. Bunlar, Abdülvahhab’ın koyduğu yasakların ve kuralların takipçisiydiler. Abdülvahhab, Kitabü’t-Tevhid adlı eserinde ve risalelerinde en önemli kuralları şöyle sıralamıştı: Beş vakit namazın ne olursa olsun cemaatle kılınması; bedevilerce kutsanan ağaçların, puta benzer şeylerin, türbelerin ortadan kaldırılması; tütün, içki, uyuşturucu içilmemesi, kullanılmaması; ipekli ve pahalı elbiseler giyilmemesi, çalgı-şarkı çalınmaması, söylenmemesi öne çıkan kurallardı.
Vehhabîler kısa zamanda Arabistan dışında da taraftar bulmaya başladılar. Bölgeye sevk edilen Osmanlı ve Mısır (Kavalalı) kuvvetlerine karşı savunma ve saldırı üstünlüğü kurdular. Kutsal topraklara girerek Mekke ve Medine’de inançları doğrultusunda tahribatta bulundular. Hz. Hatice’nin türbesini, Hz. Ebubekir’in evini, Bakıy mezarlığındaki türbeleri yıkıp, taşları ile sur ördüler. Zikir, nafile, sünnet namazlarını; el öpmeyi; büyüğün karşısında eğilmeyi; evliya kabirlerini ziyareti; Sakal-ı Şerif, Hırka-i Şerif ziyaretlerini; Mehdi’ye, Hızır-İlyas’a inanmayı; tarikatlere, şeyhlere bağlanmayı; Ehl-i Beyt sevgisini… küfür (dinsizlik) ve bi’dat sayarak yasakladılar.
Vehhabîler, gerçek İslâm hukukunu uygulamayarak dinin ilkelerini terk eden bir hükümet saydıkları Osmanlı Devleti’ne, halifeliğini kesinlikle reddettikleri padişaha cihat ilan ettiler. Adeta bir avuç denilebilecek güçlerle, Osmanlı ve Mısır kuvvetlerine direndiler, başarılar kazandılar. Suudi emirlerinin yönettiği Vehhabî bölükleri Riyad’ı, Casim’i, Cebel-i Şammar’ı, Hassa’yı ele geçirerek Orta Arabistan’a egemen oldular.
Vehhabîlik İran’da, Afganistan’da, Hindistan’da da yandaşlar bulmaya başladı. Hicaz bölgesini kontrol eden Mekke Şerifi Galib, bu mezhebi yaymaya çalışanların kente girmesine engel olmaya çalışdıysa da Hassa ve Hicaz’daki yenilgilerden sonra önce anlaşmaya razı oldu, sonra 1801’de Cidde’ye kaçtı.
Vehhabîler 13 Mayıs 1802’de Kerbelâ’yı basıp iki bin kişiyi öldürdüler. Hz. Hüseyin’in türbesini yağmalayıp tahrip ettiler. 18 Şubat 1803’te Taif’e giren I. Abdülaziz, kent halkını kılıçtan geçirdi; kitapları yaktırdı; türbeleri yıktırdı; evleri ve çarşıları yağmalattı. Hz. Abbas’ın türbesi yerlebir edildi. 30 Nisan’da Mekke’ye girdiğinde de benzer eylemleri tekrarlattı.
Kerbelâ katliamının öcünü almak üzere harekete geçen bir Şiî fedai tarafından öldürülen Abdülaziz’in yerini, oğlu emir Suud bin Abdülaziz (1803-1814) aldı. Bu ateşli emir döneminde Vehhabîlik, Yemen’den Kızıldeniz’e kadar yayıldığı gibi kendisi de bölgenin en korkulan kişisi oldu. Baskınlar, talanlar, kervan soygunları, kıyılarda da korsanlık eylemleri tüm Arabistan’ı teröre boğdu; emire inanılmaz bir servet kazandırdı.
Vehhabî- Suudî yükselişinin bu ilk evresindeki (1811- 1818) parlak zaferlerden sonra, Osmanlı ve Mısır kuvvetleri toparlanarak tekrar isyancıların üzerine yürüdü.
Osmanlı siyaset adamları ve uleması, Vehhabîlerle mücadeleyi önceleri pek ciddiye almadı (üç-beş çapulcu!). Rusya meselesi, Avusturya meselesi, İran meselesi gibi gerekçelerle de bu mücadele ertelendi. Neticede bu işi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla halletme yoluna gidildi. Kendisine “Sen asi bir paşasın, ancak bu Vehhabî işini halledersen seni meşru sayacağız” denerek bir taviz verildi. Mehmet Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa’yı Vehhabîlerin üzerine gönderdi. Tosun Paşa, 1815’lerde en azından Mekke’yi Medine’yi daha fazla tahripten kurtardı. Onun ölümü üzerine, bu defa Kavalalı Mehmet Ali Paşa ikinci oğlu İbrahim Paşa’yı görevlendirdi. İbrahim Paşa, isyancıları dize getirdi. O zamanki Abdullah bin Türkî’yi, yani Suudiler’in yeni emirini dört oğluyla beraber tutsak alıp evvela Mısır’a gönderdi. Bunlar Mısır’da zincirlere bağlı halde meydanlarda, sokaklarda gezdirilerek tahkir ve teşhir edildiler. Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Suud ailesinin esir düşen liderlerini gemiyle İstanbul’a gönderdi. O zamanki padişah Sultan II. Mahmud’du. Şeyhülislâm Mekkizâde’nin fetvası ve II. Mahmud’un fermanı ile Abdullah bin Türkî, Topkapı Sarayı’nın avlusunda, boynu kılıçla vurularak idam edildi. Oğulları, İstanbul’un meydanlarında Sultanahmet, Eminönü, Fatih’te idam edildiler (19 Aralık 1819).
Ağır darbe yiyen Suudilerin yeniden toparlanması, Abdullah’ın oğlu Türkî ibn Abdullah’ın başa geçmesi ile mümkün olabildi ama, bu defa bölgede Reşidîlerle Suudîler arasında başlayan iktidar mücadelesi ve iş karışıklıklar 19. yüzyıl sonuna dek sürecek yeni bir evreye damgasını vurdu.
II. Abdülaziz 1902’de fedaileriyle Riyad’a bir gece baskını düzenleyerek valiyi öldürdü; kenti ve çevresini ele geçirdi. Bu hadise Suudî krallığının asıl kuruluş tarihi ve II. Abdülaziz’in yaklaşık elli yıl sürecek emirliğinin başlangıcı oldu.
Tekrar hızla yayılan yeni Suudî- Vehhabî hareketi, dört yıl içinde Casim’in zaptı, Reşidîler’in mağlubiyeti ile doruğa ulaştı. Abdülaziz, “İhvan’ül- Müdeyyene” (gerçek dini benimseyen kardeşler) adını verdiği yeni bir ordu kurdu. İhvan birlikleri Suriye’den Yemen’e ve Kuveyt’e kadar Osmanlı garnizonlarına, Türklerle işbirliği yapan Arap kabilelerine baskınlar düzenlemeye koyuldular.
Abdülaziz, Hicaz’ı ele geçirmek için Şerif Hüseyin’le, onun kışkırttığı Araiflerle savaşlara girişti. Necid’in tamamını kontrolüne aldı. Hanefiliğin savunucusu Haşimîleri en büyük düşman kabul eden Vehhabîlerin müfrit mücahitleri hem sünni-hanefi topluluklara, hem Irak’taki Şiilere karşı acımasızca saldırdılar. Emir Abdülaziz ve Ihvanların komutanı Faysal ed-Daviş, Necef ve Kerbelâ’daki kutsal yerleri yıktırmaktan dahi çekinmediler. Buralara ziyarete gelenler, İpekli giyenler, çalgı çalanlar, şarkı söyleyenler, hatta bıyık uzatanlar; doğuracağı çocuk Şünnî ya da Şiî olacak hamile kadınlar kılıçtan geçirildi.
Emir Abdülaziz 1913’te Hassa’yı zapt ettikten sonra, Osmanlı-Haşimî, Reşidî ittafakına karşı İngilizler’in desteğini kazanmayı başardı. Fakat, Vehhabîlik, kâfirlerle anlaşmaya izin vermediği için bu ilişkisini gizli tuttu. Bu gelişme üzerine Osmanlı padişahı V. Mehmed Reşad da 1914’te, bir irade ile Emir Abdülaziz’e “Sabahü-d Devle” sanını ve Necid kaymakamlığını verdi. Bu onursal rütbelerin anlamı, yüzyıllık “asi”lik damgasının silinmesiydi.
Birinci Dünya Savaşı’nda Lawrence’ın, Haşimîlerden Emir Faysal’ın (daha sonra Irak kralı), Emir Abdullah’ın (daha sonra Ürdün kralı), ortaya çıkmaları ile mücadele daha da kızıştı. Haşîmi şerifleri her seferinde Suudîlerin cesur ıhvanlarına yenik düştüler. Arabistan ise baştan başa kana ve teröre boğuldu. Abdülaziz bu ortamda Asir’i, Hail’i, Hayber’i, Covf’u işgal etti. Yalnız İngiliz uçaklarının yağdırdığı bombalar yüzünden Amman’a giremedi.

Birinci Dünya Savaşı boyunca Arap Yarımadası’ndaki cephe muharebelerine koşut olarak devam eden mücadele, ancak 1922’deki ilk ateşkesle yavaşladı; tarafsız ve tampon bölgelr oluşturulmaya çalışıldı. Ama, 1924’te Kuveyt’teki konferans, Şerif Hüseyin’in halifelik iddiasıyla ortaya atılması yüzünden dağıldı ve Vehhabî saldırıları yeniden başladı. İngiltere ise emir Abdülaziz’e bağladığı ödeneği kestiği gibi, 1925’te de Şerif Hüseyin Mekke’yi terk edip önce Cidde’ye oradan Akabe’ye gitti; son olarak Kıbrıs’a sığındı. Oğlu Ali’nin Cidde’deki krallığı ise 1925 yılı içinde birkaç ayla sınırlı kaldı.
Abdülaziz, 1926’da resmen Hicaz kralı oldu ve Mekke’de bir İslâm konferansı topladı. Yine o yılki hac farizasına da ilk kez başkanlık etti. Artık, İslâmiyetin kutsal kentlerinin koruyucusu oydu. Riyad’da, ulemadan aldığı destekle Necid sultanlığını ilan etmekte de gecikmedi. 1927’de ise artık ihtiyaç duymayacağı ıhvan örgütünü, zaman zaman tenkilleri (topluca ortadan kaldırma) dahi göze alarak süratle dağıttı.

Kararlı, sabırlı, cesur, kurnaz, alçakgönüllü Abdülaziz, ölümüne değin Suudî hanedanının güçlenmesine ve yeni devletin güçlenmesini gözetti. Hanedanla devlet arasıda kolaylıkla sökülüp atılamayacak bağlar kurdu. Sayıları yüzlerle hatta binlerle açıklanan hanedan bireylerini sıkı bir disipline aldı. Kuşkusuz, asıl gücü ülkesindeki zengin petrol yataklarına dayandığı gibi, iç ve dış siyasetlerini de yine bu doğal kaynağa göre belirlemekteydi. Onun bu siyasetini, 1953’te ölümünden sonra sırasıyla tahta geçen oğulları Suud bin Abdülaziz (1953- 1963), Faysal bin Abdülaziz (1963-1975), Halid bin Abdülaziz (1975-1982) ve Fahd bin Abdülaziz (1982-2015) aynen devam ettirdiler.
Hayatta iken gazete ve dergilerde sık sık resimleri görülen, kendisiyle ilgili haberlere yer verilen Abdülaziz, mütebessim çehresi, siyah gözlükleri, çenesindeki küçük sakalı, tacvâri bir agelle tutturduğu beyaz kefyesi, entarisi, kolsuz harmanisi ile olduğu kadar, sayıları 180 olarak açıklanan eşleri, 130 çocuğu ile de ilgi uyandırıyordu. Fakat o, 20. yüzyılda Arap dünyasının en büyük lideri olarak değer vererek onlardan birçok konuda olumlu görüşler ve fetvalar almayı başardı. Örneğin, telsizin, elektriğin, otomobilin, uçağın Arabistan’a girebilmesi onun bu yaklaşımı sayesinde mümkün olmuş; Batı teknolojisinin yenilikleri “bid’at” sayılmamıştır.
Diğer yandan Abdülaziz, İslâm mezheplerinin en katı kurallısı olan Vehhabîliği (bu ad resmen kullanılmayarak el-Muvahhidîn denilir) devletin, yargının, toplum düzenininin temel öğesi yapmış; bir anlamda bu öğretiyi anayasa konumuna getirmiştir.
Tarihsel sürecin bu kısa özetinden ve Hanbelîliğin en köktenci fırkası olan Vehhabîliğin ilkelerinden anlaşılacağı üzere, Suudî Arabistan’daki birtakım uygulamalara ve infazlara farklı bakmak gerekmektedir. Örneğin, uyuşturucu kullanımını, alım-satımını büyük günahlardan sayan ve yasaklayan Vehhabîlik, bu günahı işleyenlerin, yegâne infaz aracı kabul edilen kılıçla ve bir ibret-i alem müessire olarak herkesin gözü önünde boyunlarından vurulmasınını öngördüğü için, kralın ya da onun adına bir başkasının bu işlemi durdurması, cezayı affetmesi olanaksızdır. Çünkü bizzat Suudî hanedanı, Arap çölünün Aneze bedevîlerinden eski ve fatih bir aile olarak Vehhabî iktidarını temsil etmektedirler. Otoritelerini dorukta de vam ettirebilmeleri için de bu mezhebin “vahdaniyyet” ilkesinden ve kılıç keskinliğinden hiçbir nedenle ödün vermemek durumundadırlar. Bir çöl medeniyetinden modern petrol imparatorluğuna yükseliş sürecinin 250 yıl boyunca daima Vehhabîlikle özdeş olageldiği unutulmamalıdır. Suudî Arabistan bayrağındaki “Kelime-i Tevhid” ve “kılıç” ise bu özdeşliğin simgeleridir. (Necdet Sakaoğlu’nun konuyla ilgili önceki yazılarından ve kendisiyle yapılan konuşmalardan derlenmiştir.)
VEHHABÎLİK ÖĞRETİSİ NEDİR?
Allah’ın birlenmesi ve Hz. Muhammed sonrasının reddi
Muhammed ibn Abdülvahhab (1703-1792) tarafından kurulan mezhep inancının temelini tevhid (Allah’ın birlenmesi) anlayışı meydana getirir. Kitabül Tevhid adlı eseriyle mezhebinin davetçiliğini yapan Abdülvahhab’a göre, Allah kalple, dille ve davranışlarla birlenmelidir. Bunlardan birisinin eksik olması durumunda kişi Müslüman olamaz. Allah’ı birlemek, ancak amellerle mümkündür. Buna göre Kur’an ve sünnetin dışında emir ve yasak tanımamak gerekir. Allah ile kul arasına ibadet ve amellerden başka kimse giremez. Amel imandan bir cüzdür, dolayısıyla farzlardan birini terk eden kimse dinden çıkar. Tevhid bütün ibadetlerden (namaz, oruç, zekat, hac) önce gelir.
Sadece Allah’a ibadet edilir ve yalnız O’ndan yardım istenir. Müslümanlar dini ve ibadeti salt Kur’an’dan öğrenmelidir. Bu nedenle Hz. Muhammed’in vefatından sonra öğrenilen ve uygulananların tümü bid’attır yani sonradan çıkmış ve dinin muhteviyatıyla uyuşmayan uygulamalardır. Vehhabîliği benimsemeyenler kafirdir.
Abdülvahhab’ın ortaya koyduğu görüşler, İbn Teymiye’nin (öl.1328) geliştirdiği Hanbelîlik ile Zahirîlik ve Haricîlik’in bir sentezidir. Vehhabîlik, ortaya çıktığı dönemden itibaren aynı zamanda bir siyasi öğreti kimliği kazanmış ve yine en başından beri Suudi emirlerinin ve bugün Suudi Arabistan’ın resmî dinî ideolojisi olmuştur.

VEHHABÎLİK NELERİ YASAKLIYOR?
Minare, türbe, kubbe, mezar, tefsir, tarikat…
• Allah’tan başkasına ibadet nasıl şirk (Allah’a ortak koşmak) ise, Allah’tan başkasından yardım istemek, başkasına dua ve yemin etmek de şirktir.
• En korkunç ve hatta şirk olarak görülen bid’atların başında mezarlar, türbeler ve bunları ziyaret gelir. Kabir ziyareti sapıklıktır.
• Camilerin süslenmesi, kubbe ve minare yapılması bid’attır.
• Namaz ancak camide cemaatle kılınabilir, evde kılınamaz.
• Veli, şeyh, mürşit, evliya, tasavvuf, kelam, tarikat dinsizliktir, yasaktır.
• Allah’tan başkasından, peygamberlerden meleklerden yardım beklemek küfürdür, şiddetle yasaktır.
• Vakıf kurumları bâtıldır, yıkılmalıdır.
• Nafile namaz, Sünnet namazı yasaktır.
• Kuran’ı tefsir etmek, yorumlamak, onun arkasındaki anlamları aramak küfürdür, yasaktır.
• Vehhabîlik esastır, mezhepçilik yasaktır.
• Adak adamak, Allah’tan başkası adına (Hz. Peygamber dahil) kurban kesmek küfürdür.
• İçki, sigara, nargile yasaktır. İçenlere 40 değnek vurulur.
• Muska, tesbih, tesbih duası, fal, nazar boncuğu, yağmur duası yasaktır.
• Hz. Ali soyunu masum saymak günahtır.

II. MAHMUD İÇİN FETVA
Vehhabîleri yenen padişaha gazilik ünvanı verilmesi caizdir
MUZAFFER ALBAYRAK
İslâm’ın kutsal şehirleri olan Medine ve Mekke’yi işgal eden Vehhabîler, 19. Yüzyıl başında üzerlerine gönderilen kuvvetleri mağlup ederek 10 yıl boyunca bölgeyi ellerinde tutmuşlardı. Bu dönemde hac yapılamaz olmuş, emniyet ve asayiş kalmamıştı. Sultan II. Mahmud, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’yı Mekke ve Medine’nin geri alınması için görevlendirdi. Mısır askerleri 1813’te Vehhabîleri mağlup ederek Arabistan içlerine sürdü. Mukaddes beldeyi “Harici” olarak tanımladıkları Vehhabîlerden geri alan padişaha, kazanılan bu başarıdan dolayı “Gazi” unvanı verilmesi kararlaştırılmış ve bunun dinî referansı için Şeyhülislamlık makamından bir de fetva çıkarılmıştı.

Vehhabîlere karşı kazanılan başarıdan dolayı Osmanlı padişahına “gazilik” unvanının verilmesinin dinen caiz olduğunu içeren fetva şöyleydi:
“Bismillahirrahmanirrahim
Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere havalisinde Arap taifesinden Vehhabi diye isimlendirilen bir taife, yedi sekiz seneden beri Haremeyn-i Şerifeyn’i (Mekke ve Medine’yi) istila etmiştir.
Bunlar ehl-i İslâm iddiasında olmakla beraber işleri ve amelleri şeriata aykırı ve zıt olup, nice Kuran ayetlerine kendi bozuk görüşleri doğrultusunda manalar verip küfrü gerektiren bâtıl inanışlara sahiptirler. Bundan dolayı İslâm milletinden hariç oldukları gibi, ehl-i Sünnet ve cemaat olan Müslümanları da tekfir etmekte (kafir saymakta), Hacıların mallarını gasbedip, Hac yapmaktan men etmektedir.
Bundan dolayı Hac yolu kapalı olup, Şeriat gereği bu taifenin öldürülmesi vacip olduğundan, Mekke ve Medine’yi fethedip geri alan sultan ve halife El-Gazi Mahmud Han efendimiz hazretleri büyük bir gayret ve ihtimam gösterip bu mukaddes beldeleri ve bahusus (Peygamberin kabrinin bulunduğu) Ravza-i Mutahhara’yı muharebe ettikten sonra o “Hâricî” taifenin kirli ellerinden kurtararak kötülüklerinden emin etmiş ve Hac yolunu da açmış olduğundan; “Allah yolunda gaza edenleri kim silahla donatırsa muhakkak o da gazidir” Hadis-i Şerifi gereği “Gazi” ve “Hadimü’l-Haremeynü’ş-Şerifeyn (Mekke ve Medine beldelerinin hizmetkârı)” oldukları şer’an doğruluğu şüphesiz olmakla bundan dolayı isimlerine “Gazi” unvanı eklenerek yâd ve vasıflandırılmaları meşru ve yerinde bir iş olur mu? Beyan buyurula.
El Cevap: Allahu alem, Olur.
OSMANLILARIN TARİHİNDEN VEHHABÎ İSYANLARI
‘Nice Arabı kötü yola soktular etmedik kötülük bırakmadılar’
Osmanlı Devleti’nin 1774-1825 arasındaki tarihini anlatan ve Ahmet Cevdet Paşa’nın yazdığı Tarih-i Cevdet, 1854 yılında yayımlanmaya başladı. 12 ciltlik eserde, Vehhabî isyanları da detaylı şekilde ele alınıyor.
19. yüzyılın meşhur devlet adamı, hukukçu ve tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa’nın (1822- 1895) oniki ciltlik eseri Tarih-i Cevdet, Vehhabî isyanlarıyla ilgili önemli ve ayrıntılı bilgiler içerir. Hem olaylar hem de Osmanlı Devleti’nin aldığı önlemler anlatılırken, Vehhabîliğin dinî ve sosyal eleştirisi de yapılır. Ağdalı bir dille yazılan eserden günümüz Türkçesiyle çarpıcı alıntılar:
“Arabistan Yarımadası’nın ucundaki Basra ile Mekke arasında, Hazret-i Ebû Bekir’in zamanında şeriat kılıcıyla öldürülen Müseylime’nin ortaya çıkıp yalancılık ve bozgunculuk yaptığı Necid yöresinde, Hanbelî ulemâsından Muhammed bin Abdülvehhâb adında birinin şeriat sınırlarının dışına çıkıp yanlışlık ve sapkınlık yoluna saparak başına biriktirmekte olduğu bir takım eşkıya ile Mekke ve Medine’ye hücum edeceği söylentileri bura halkını telaşa düşürmüş ve Mekke Şerifi İstanbul’a yazarak Sultan I. Mahmud döneminde babasına yapılan yardımlara benzer yüklüce bir yardımda bulunularak adı geçen bozguncudan kurtulma çaresine bakılmaz ise ileride önünün alınamayacağını bildirmişti.

Ancak adı geçen hâricînin böyle büyük çaplı bir harekete kalkışabilmek için büyük miktarda levazımata gereksindiğinden, bunları tamamlayana kadar bu tür bir isyan hareketinin ağızdan ağıza atlayarak her tarafa yayılmasını önlemek gerektiği gibi, her ne kadar adı geçenin sapkınlık ve bozgunculuğu o yörelerde yayılmış olsa da, işin Mekke ve Medine’ye saldırma boyutuna vardığına ilişkin Mekke ve Medine yöresi halkından başka bir bilgi kaynağı da yoktu. Durum [Sultan I. Abdülhamid’e] bildirildiği gibi İstanbul’da Hicaz işlerinden anlayan kişilere de sorularak adı geçen eşkiyanın bu kadar büyük bir iddiasının olmadığı öğrenildi ve Bağdat, Şam, Cidde ve Şehr-i Zor Valileri’ne de yazılarak bu konuda bilgi istendi. Şerif Hazretleri’nin mektubuna verilecek yanıt da buralardan alınacak yanıtların sonrasına bırakılmıştı.
Adı geçen asinin ortadan kaldırılmasına ilişkin Mekke ve Medine’den yeni bazı mektup alındı. Cidde Valisi’nin mektubu Mekke’den gelen bilgilerin kuşkuyla karşılanmasına neden olduğu gibi, Şam, Bağdat ve Şehr-i Zor taraflarından da henüz bu konuya ilişkin bir haber gelmemişti. Bunun üzerine konuya ilişkin bütün belgeler Padişah’a sunuldu. Akıllı olan Padişah Hazretleri, “Zındık da ortaya çıkarken başlangıçta önemsenmemişti, sonra iş ne mertebeye vardı. Hemen adı geçenin durumu iyice bir araştırılsın” emrini verdi ve hemen arkasından Şam Valisi Osman Paşa’ya yeni bir mektup yazdırttı.
Adı geçen Vali’den daha sonra gelen yanıtın özeti, durumun anlaşılabilmesi için aşağıda verilmiştir:
… İşte bu “Necid Şeyhi” dedikleri melun Muhammed bin Abdülvehhâb’ın ortaya attığı batıl inançlara uyanlara Vehhabî denilir. Adı geçen şeyh gerçi kabile ileri gelenlerinden değildi. Ama o yörede köyden köye gezerek bir takım yanlış inançlarla nice Arabı kötü yola sokmuş, özellikle de Deriyye halkını bütün bütün kendine bağlayarak, devlet kuruculuğunda kabile önderliği önemli olduğundan ve kendisinde de bu olmadığından, kendi bâtıl mezhebini duyurmak ve yayabilmek için Deriyye Şeyhi Muhammed bin Suud’u iştahlandırmış ve bağımsızlığını ilân etmeye kışkırtmıştır. Sonraları pek büyük bir topluluk oluşturarak Arabistan Yarımadası’nda olduğu gibi Mekke ve Medine’de de etmedikleri kötülük kalmamıştır.

Dolayısıyla, Şerif Hazretleri o zamanlar telaş etmekte haklıydı. Ve yukarıda anlatıldığı gibi, “durumu iyice bir araştırılsın” diye çıkarılan Padişah emri de aynı biçimde bir ileri görüşlülük örneğiymiş. Ama devlet adamları ve diğer görevliler bunu bir iş yerine koymadıklarından sonradan pek büyük bir sorun olmuştu. Sonunda Sultan II. Mahmud Han Hazretleri’nin kahramanlık zamanında ezilip yokedildiler.
Özetle bu Vehhâbiler fitnesi bir kıvılcım iken o zamanın devlet adamlarının kayıtsızlığıyla sonraları bir büyük ateş oldu ki, söndürülmesi için pek büyük çaba sarf etmek gerekti…
[1802 yılında] Vehhabîler Kerbelâ … kasabasını vurmaya karar vererek Şiilerin matem gecesini gözlemişler ve kasaba halkının alışılageldik matem etkinlikleri nedeniyle yorgunluk ve bitkinlikten derin bir uykuda olduğu bir sırada kasabaya girip önlerine çıkanı öldürmüş ve buldukları para ve eşyayı yağmaladıktan sonra Hazret-i Hüseyin şehitliğinde asılı olan gümüş ve altın kandillerle diğer hediye ve yadigarları alıp Deriyye tarafına dönmüşlerdi.
… Abdülaziz’in yerine zaten bir süredir işi eline almış olan oğlu Suud geçmiş ve bu ölüm Vehhâbîlerin ilerlemesine sekte vurmamıştır… Suud [24 Nisan 1803’te] … askeriyle Mekke’ye girdi… Vehhabîler ile kendilerine uyanlar dini bütünlerin mescitlerini ve güzel eserleri yıkmaya başladılar. Hazret-i Peygamber’in, Hazret-i Ebû Bekir’in, Hazret-i Ömer’in, Hazret-i Ali’nin, Hazret-i Fatma’nın doğdukları yerleri, Hazret-i Hatice’nin evini…, evliyânın ve imamların kabirlerini … tümüyle yıktılar ve o haramzâdeler üç gün içinde Mekke’yi aşağılık Deriyye köyüne benzettiler.
Vehhabîlerin reisi olan Suud bin Abdülaziz ise [1807’de] Medine’yi istilâ etmiş ve evliyâ ve diğer dini bütün kişilerin kabirlerinin kubbelerini yıktırmış, ama Medinelilerin yalvarmaları üzerine Hazret-i Muhammed’in kabrinin kubbesini yerinde bırakmış, fakat Hazret-i Peygamber’in kabrinde bulunan bir nice inci ve mücevhere el koyup Deriyye’ye göndermiştir. Ayrıca hutbelerden padişahın adını kaldırmış, bâtıl inançlar gereği Vehhâbî olmayanlara müşrik gözüyle baktıklarından, Vehhâbî mezhebini kabul etmeyenlere Allah’ın evini ziyaret etmeyi yasaklamış… ve [Sultan III. Selim] Han Hazretleri’ne hitâben, türbelerin üzerine kubbe yapmak ve türbelerde kurban kesmek gibi Vehhabîlerce şirk kabul edilen şeylerin yasaklanmasını isteyen, yani Vehhabî mezhebine çağrı yapan bir mektup göndermişti…”
Târîh-i Cevdet (Dersaadet, 1309/1892), cilt 4, s. 72-74; cilt 6, s. 123; cilt 7, s. 165-167, 191, 205-209 ve 244; cilt 8, s. 123.
Günümüz Türkçesine çeviren: Ahmet Kuyaş
DÜNYA HARBİ VE DEĞİŞEN DENGELER
Osmanlı-İngiliz savaşıyla Suudlar tekrar sahne aldı
Mayıs 1914’te Osmanlılarla Suudlar arasında imzalanan antlaşma, İstanbul’un İtilaf devletlerine savaş ilan etmesiyle tarihe karıştı. Böylelikle Vehhabîler, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından yenilgiye uğratıldıktan yaklaşık yüz yıl sonra, tarih sahnesine yine Osmanlı düşmanı olarak çıktılar.
AHMET KUYAŞ
Büyük Britanya, Hindistan yolunun güvenliğini sağlamak ve yolculuk sırasında kolaylıkla kömür ve kumanya edinebilmek için, 19. yüzyılın hemen başlarında Aden’e yerleşmişti. Daha sonra da, Hindistan’ın güvenliği açısından çok önemli gördüğü Basra Körfezi’ndeki irili ufaklı emirliklerle ikili ilişkiler kurdu. Bu süreçte son halka, Osmanlı Devleti’nin Basra Körfezi’ndeki etkinliklerini denetleyebilecek, stratejik bir konumda olan Küveyt Emirliği’ydi. Küveyt’in İngilizlerle işbirliği yapmaya başladığının farkında olan Sultan II. Abdülhamid, Sabah ailesinin yönetimindeki Küveyt’in güneybatı komşusu olan Reşid ailesini kullanarak Küveyt’i dize getirmeye çalışmış, hatta başarılı da olmuş, fakat İngilizlerin devreye girmesiyle geri adım atmak zorunda kalmıştı. Sonuçta Osmanlılar, Büyük Britanya ile 1913’te yapılan bir antlaşmayla Küveyt’in özerkliğini kabul etmişlerdi.
Aynı yıl, Suud ailesi ise Necid bölgesindeki eski topraklarını yeniden ele geçirmiş ve Riyad’a hakim olmuştu. Ancak Suudlar bununla da yetinmeyerek, Osmanlı yönetiminde olan Hasa bölgesini de istilâ etmişlerdi. Bu gelişme iki açıdan önemliydi. İlk olarak, bunu kabul etmeleri mümkün olmayan Osmanlıların askerî bir harekâta girişmeleri söz konusu olabilirdi. İkinci olarak da, bölgenin Basra Körfezi’nde kıyısı olması nedeniyle, Büyük Britanya’nın işe karışma olasılığı vardı. Bu iki olasılığın da farkında olan Abdülaziz ibn-i Suud, Osmanlılara karşı durumunu güçlendirmek için, Büyük Britanya yetkilileriyle ilişkiye geçti. Niyeti, bağımsızlığını ilân etmekti. Ancak, Küveyt’te olduğu gibi, Büyük Britanya koruması altında bir özerklik elde etmeye de itirazı yoktu. Hasa üzerindeki Osmanlı haklarına karşı çıkmak istemeyen İngilizler ise, Osmanlıların buraya asker göndermeleri halinde Suudlara destek sözü vermediler. Büyük Britanya’nın Osmanlı toprak bütünlüğüne aykırı bir girişimde bulunması o dönemde mümkün değildi.

Böylece Osmanlı Devleti’yle pazarlık etme konusunda yalnız kalan İbn-i Suud, Osmanlı temsilcileriyle Küveyt’te görüşmeyi kabul etti. 1914’ün Mayıs ayı başlarında yapılan görüşmeler başlangıçta hiç olumlu geçmedi. Hatta Abdülaziz ibn-i Suud görüşmeleri bırakıp Riyad’a döndü. En önemli anlaşmazlık konusu, Hasa’daki kalelerin ve Osmanlılardan alınan topların Osmanlı askerine geri verilmesiydi. Ama arabulucuların devreye girmesiyle bir sonuca varıldı. Osmanlı Devleti, Hasa’da sembolik denecek bir düzeyde asker bulundurma koşuluyla Abdülaziz İbn-i Suud’u Necid valisi olarak tanıdı. Resmî binalarda Osmanlı bayrağı bulunacak, yabancı devletlerle Osmanlı merkezinin bilgisi dışında işbirliğinde bulunulmayacak ve yıllık bir vergi ödenecekti. Bunlar karşılığında Necid Valiliği ırsî olarak Suud ailesinde kalacaktı. Antlaşmayı Osmanlı Devleti adına Basra Valisi Süleyman Şefik Paşa 15 Mayıs 1914’te imzaladı. Riyad’a gönderilen metin, 29 Mayıs’ta da Abdülaziz ibn-i Suud tarafından imzalandı. Ne var ki Osmanlı-Suud antlaşması, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’yle Büyük Britanya’nın karşı karşıya gelmesi sonucunda tarihe karışacaktı.

Büyük Britanya ile Suud ailesi arasındaki ilk ilişkileri kuranlardan biri, 1913 ve 1914 yıllarında Riyad’a gitmiş olan Yüzbaşı Shakespear’dir. 1909’da Büyük Britanya’nın Küveyt’teki temsilciliğine atanan Yüzbaşı Shakespear, buradaki görevi sırasında Arap Yarımadası’nın kuzeydoğusunda birçok keşif gezisi yapmıştı. Nitekim 1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerin kullandığı Arap Yarımadası haritalarının önemli bir bölümü, onun edindiği bilgilere dayanır. 1. Dünya Savaşı başladığında İngiltere’de bulunan Shakespear, daha önce ziyaret edip tanışmış olduğu Suud ailesiyle resmî bir ilişki kurma göreviyle Basra Körfezi’ne gönderildi. Riyad’da Abdülaziz ibn-i Suud’la yapılacak antlaşmanın taslağını hazırladıysa da görevinin sonuçlarını göremedi. 24 Ocak 1915’te, Suudlarla Reşidler arasındaki bir çarpışmada vurularak öldü. Tarih kitaplarında pek rastlanmayan bu “kabile savaşı”nın, gerçekte bir Osmanlı-İngiliz çarpışması olduğunu vurgulamakta yarar var.
Yüzbaşı Shakespear’in temellerini attığı antlaşma, sonuçta 26 Aralık 1915’te imzalandı. Bu antlaşmaya göre, 1913’teki Osmanlı-İngiliz antlaşmasında Osmanlı toprağı olarak kabul edilen Necid, Hasa, Katif ve Cübeyl arazilerinin bağımsız bir Suudî Devleti’nin toprakları olduğu ilan ediliyordu. Suudîler de, Büyük Britanya’ya danışmadan başka herhangi bir devletle antlaşma yapmayacaklarına dair güvence veriyorlardı. Burada kastedilen, adı anılmasa da, Osmanlı Devleti’ydi tabii. Böylece Suudlar, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından yenilgiye uğratıldıktan yaklaşık yüz yıl sonra tarih sahnesine yine Osmanlı düşmanı olarak çıktılar.
1.DÜNYA HARBİ VE DEĞİŞEN DENGELER
Cumhuriyet ve laiklik geldi, Müslümanlıktan çıkmış olduk!
Emir Abdullah’ın ve oğullarının 1819’da İstanbul’da idam edilmeleri, Vehhabîlerin hiçbir zaman sönmeyecek kinine yol açtı. 1924’ten sonra ise “biz sizin söylediğiniz gibi olduk, laikiz ve artık hepimiz size göre kafiriz; bizi Müslüman olarak görmeyin” demiş olduk.
NECDET SAKAOĞLU
Osmanlı Devleti, Yavuz ve Kanunî dönemlerinde bile, Necid denen Arabistan’ın orta bölgesine fiilen hakim olmamış, buraya herhangi bir görevlendirme, atama yapmamıştır.
Cidde ve Kızıldeniz kıyısından, Medine, Taif, Mekke’ye kadar hakim olan Osmanlı Devleti, çöl dediğimiz büyük bölgeyle ilgilenmediler. Burada yaşayan Bedevilerin inançlarının 1750’lere kadar İslâm olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Onları Müslümanlığa davet eden, inandıran, Vehhabî ve Suudi hareketi olmuştur.
Yakın tarihte Osmanlı Devletinin Vehhabîlerle olan ilişkilerinde dönüm noktası 1819 yılıdır. O tarihte, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın esir aldığı Suudi emiri Abdullah ibn Türkî ve dört oğlu İstanbul’a getirilmiş ve idam edilmişlerdir. Baba Abdullah’ın, Topkapı Sarayı’nın avlusunda boynu kılıçla vurularak; oğulları,İstanbul’un meydanlarında Sultanahmet, Eminönü, Fatih’te idam edilmişlerdi.
Bu hadise, 200 yıldır devam eden bir kin meselesidir. Araplarda kin çok güçlüdür, unutmazlar. Bugün de sanıyorum bu kini taşıyorlar. Türkiye’deki hiçbir rejim, hiçbir yönetici istediği kadar taviz versin, Vehhabî olmadığı sürece Suudilerden Arabistan’dan sempati görmesine imkan ve ihtimal yoktur. Gelecekte de olmayacaktır.
Türkiyede, İslamî mezheplerin en toleranslı olanı, yani Hanefilik yaygın. Bu, Vehhabîliğe göre en olumsuz mezhep. Cami yapıyorsunuz, minare dikiyorsunuz, kubbeler kuruyorsunuz, oruç tutmayana bir şey demiyorsunuz, sigara, tütün içen, içki içen var, kumar oynanıyor, kumara izin verip piyangoyu devlet eliyle yönlendiriyorsunuz, bütün bunlara izin veriliyor.
Biz namaz kılarken önce sünnet kılarız, sonra farz kılarız. Bu yasak. Tefsirlerimiz var; Kuran’ı tefsir ediyoruz, yorumluyoruz. Yani birden çok anlamları olan âyetleri çeşitli anlamlarıyla açıklıyoruz ki, Vehhabîliğe göre bu en büyük küfür. Türkiye bunların hepsinin yapıldığı bir ülke. “Bunlar zaten küfre batmışlar, şirk halindeler, Hicaz’a gelip akıllarınca hacı oluyorlar, ziyaret edip gitsinler!” diyorlar bugün.
Suudi Arabistan bayrağında Kelime-i şahadet yazılıdır, bir de kılıç vardır. Bu ikisi Vehhabîliğin en temel iki prensibini anlatıyor. “Aykırı iş yapanın başı kesilir” diyor.
Osmanlı döneminde şeyhülislamımız, müderrislerimiz, hocalarımız vardı. Onlara göre değil ama kendimize göre iyi Müslümandık. Cumhuriyet ve laiklikle yeni bir safhaya geçildi. Onlara “biz sizin dediğiniz gibi olduk, laikiz ve artık hepimiz kafiriz, siz bizi Müslüman olarak görmeyin” mesajını vermiş olduk! Yani bir anlamda “gavurluğumuz” tescil edilmiş oldu. Dikkat ederseniz, “laiklik, dinsizliktir” diye yerleşmiş bir görüş vardır bizde. İşte bu tam da bir Vehhabi tanımıdır.
Vehhabî inancındaki Bedeviler için, Türkiye’deki herkes müşriktir. Hâlâ öyle. Dolayısıyla bizim öldürülmemiz, ölmemiz hiçbir cezaî karşılık gerektirmiyor. Öldüren bulunsa bile. Çünkü müşriktir. Vehhabî inancına sahip olmayan, o inanca tâbi olmayan kim varsa yeryüzünde, hepsi İslâm dışı sayılıyor; öldürülmeleri mübah, neleri varsa, ganimet olarak ele geçirmek de sevaptır!

SUUDİ ARABİSTAN
Bugünkü terör örgütleriyle Vehhabîliği bağlamak yanlış
Günümüzde DEAŞ gibi veya daha önceki Taliban gibi hareketlerle Suudi Arabistan’daki Vehhabîliği birbirine bağlamak çok zorlama ve yanlış olur. Zira artık Suudi Arabistan’da bir devlet doktrini vardır ve bu devletin “Batı düşmanlığı” söz konusu değildir.
İLBER ORTAYLI
Vehhabîliği anlamak için öncelikle o dönemde bölgenin etnik coğrafyasını anlamak gerekir. Bu coğrafyaya tanıklık eden ilk Batılı seyyahlar, Vehhabîliğin inkişaf ettiği zamanlarda, 19. yüzyıl başlarında dolaştılar ama daha ziyade bu akım hakkındaki rivayetleri aktardılar. 1830’larda giden Burckhardt ise Mısır’daki bakışaçısını yansıttı. 1862-63’te Gifford Palgrave’in seyahatnamesi çok önemlidir. İlk defa bu coğrafyaya dair orijinal gözlemlerini aktaran kişi, bu İngiliz oryantalisttir. O dönemde Orta Arabistan’da İslâmiyet öncesi putperestliğin ve çeşitli âdetlerin hâlâ nasıl canlı olduğunu, yaşadığını aktarır. Bu ortam, Vehhabîlik gibi son derece katı ve şiddetli bir akımının çıkışının, tutunmasının ve yayılmasının temel nedenidir.
Vehhabîlik, İslâm’ın ilk 10 yılında ortaya çıkan Haricilik dediğimiz katı görüşlerle, 13. yüzyıl düşünürü İbn Teymiye ve örneğin bizdeki Kadızadeliler gibi görüşlerle uyum içindedir. Çöldeki bi’dat alışkanlığına karşı çok yerinde bir tepki olduğu bile düşünülebilir. Çünkü bu çevre, bâtıl dediğimiz geleneklerini, alışanlıklarını korumuştur. Hatta Hz. Peygamber’in ölümünden hemen sonra ortaya çıkan yalancı peygamberler de bu bölgedendir.

Vehhabîlik bugün, kuvvetli olduğu Arap Yarımadası’nın ötesinde Batı Afrika’dan Hindistan’a, Nijerya’ya, Moritanya’ya kadar yayılmıştır. Bunlar daha ziyade Malikî mezhebiyle uğraşırlar. İslâm dünyasında neredeyse her yerde Suudilerin yardımıyla tutunmaya çalışırlar. Fakat çoğu kez bunu başaramazlar, zira anane üstün gelir.
Suudiler zamanla, 20. yüzyılda Vehhabî olmayan Müslüman devletlerle bir tür uyum içine girdiler. Vehhabîliğe baktığınız zaman, demokrasi adına herhangi bir kurum veya anlayış yok dersiniz. Yok ama, başka türlü bir ilginç bir yapı var. Vehhabî imamları ve kabileler baştan beri ve hâlâ çok etkindir. Bunlar hükümeti hatta kralı rahatça tenkit ederler. Herhangi bir Arap cumhuriyetindeki diktatöryel kalıplar burada yoktur. Örneğin bir evi polisin basması memnudur, yani yasaktır.
1920’lerden beri Suudiler bir devlettir, bir nizamdır. Tabii petrol zenginliğiyle… (Hac zenginliği yoktur. Bu önemli bir gelir kaynağı sayılamaz). Günümüzde DEAŞ gibi veya daha önceki Taliban gibi hareketlerle Suudi Arabistan’daki Vehhabîliği birbirine bağlamak biraz haksızlık. Bugünkü Vehhabîlikle terör bağlantısını kurmak çok zorlama ve yanlış olur. Zira artık Suudi Arabistan’da bir devlet doktrini vardır ve bu devletin diğerlerinde görülen “Batı düşmanlığı” söz konusu değildir. Zira şeriat, şeri düzen, ticaretin, diplomasinin girdiği yerde kırılır. Yani Batı hukuku bu anlamda etkilidir. Bugün Vehhabîliği yaşayan bir doktrin olarak görmek gerekir.