Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.

İslâm’ı kullanarak eşkıyalık ve katliam

18. yüzyılın sonunda Arabistan’ın Necid bölgesinde doğan dinî-siyasi öğreti, kısa zamanda tüm yarımadaya yayılmış, Mekke dahil Müslüman şehirleri yağmalanmış, binlerce insan katledilmişti. Osmanlıların sert müdahalesiyle bastırılan isyancılar, Suudilerin tekrar tarih sahnesine çıkmasına kadar, yaklaşık 100 sene varlık gösteremediler. İslâm dünyasının bu en sert ve kendinden başkasını kafir gören mezhebi, bugün Suudi Arabistan’da epey yumuşamışsa da devlet ideolojisi.

• İLBER ORTAYLI
• NECDET SAKAOĞLU
• AHMET KUYAŞ
• MUZAFFER ALBAYRAK

Bedevîlikten güçlü Arap devletlerinin doğma­sı, 19. yüzyıl boyunca süren Şammar, Aneze, Semb, Abde kabilelerinin Osmanlı ve Mısır orduları ile süren müca­delelerin sonucudur. Hail’de Reşidilerin, Der’iyye’de Suu­dîlerin başlattıkları Necid’i, Hicaz’ı, Yemen’den Suriye’ye, Basra’dan Kızıldeniz’e kadar uzanan çölleri saran bu büyük mücadelenin yegane iki dina­miği ise Bedevîlik ve Vehhabî­lik olmuştur.

Burckhardt, Arabistan Se­yahati adlı eserinde büyük İs­lâm devletlerinin bedevî terö­rünü yenip kendi egemenlik­lerini tesis etme çabalarının 19. yüzyıla kadar bir sonuç ve­remediğini, Vehhabî egemen­liğine kadar bedevî gelenek­lerinin değişmeden sürdüğü­nü, yaşamın tüm ayrıntılarını, bireysel ve toplumsal hukuk kurallarını içeren bu yapının her yönüyle son derece ilginç olduğunu vurgular.

Yazarın 19. yüzyılın ilk ya­rısına ait tesbitleri arasında, Vehhabîliğin yayılmasından önce bedevîlerin dindar olma­dıkları gerçeği de vardır. Ken­di yaşamlarından gurur duyan ve onu değiştirmeye yanaş­mayan bedevîler, İslâmiyet’in geniş ve güvenceli gölgesi al­tında, fakat bu dinin etkilerin­den olabildiğince uzak kalarak güçlü bir wtoplumsal vicdan da taşımışlardır. Bunun yanın­da en eski Sâmi geleneklerin­den, “kadınların başlarını ve saçlarını sımsıkı örtmeleri”, ancak erkeklerin aşk ve hay­ranlık dolu bakışları arasında raksederken vücutlarında en değerli servet saydıkları saçla­rının deve sidiği ile parlatılmış örgülerini çözmeleri, saçla­rının, dişlerinin parlaklığı ile erkekleri adeta büyülemeleri gibi nice geleneği de aynen ko­rumuşlardır.

Bedevî toplumununun bünyesini ve örgütlenişini ta­nımak ve tanımlamak, hele çağdaş ölçütlerle güçtür. Yine, Arabistan’da geçerli kuralların hepsini İslâmî sanmak da ya­nılmaktır.

Son 200 yılda bedevî dünt­yasını etkileyen, hatta değişti­ren en önemli olgu ise Vehha­bîlik’tir.

1819’da Vehhabî isyanlarını bastıran Mısır kuvvetlerini tasvir eden bir çizim.

İslâmiyet’in en katı ve kök­tendinci kurallarını öğretisi­ne alan ve sonuncu mezhep bölünmelerinden olan Vehha­bîlik, Necid’de ortaya çıktı. Bu yarı siyasi yarı dinsel mezhe­bin kurucusu, 1745’te “Bâtıl­ları ve bid’atleri yok etmek için” mücadele başlatan Mu­hammed İbn Abdülvahhab’tır (1703-1792). Hanbelî mezhebinden olan Muhammed, Hassa bölgesindeki emirler­le giriştiği savaşlarda başarılı olamayarak, Der’iyye vahasın­daki emir Muhammed ibn’üs- Suud’a sığındı. Bu iki Muham­med arasındaki dostluk ve ittifak, bugünkü Suudi Krallı­ğı’nın temeli olacaktır.

Muhammed ibn’üs- Su­ud’a siyasi ihtirasları olan bir adamdı. Abdülvahhab da ken­disinin Hanefîliğe dayanan, ama Hanefîliğin ibn-i Teymiye tarafından epeyce bir refor­ma tâbi tutulmuş bir mezhe­bini geliştirmişti. Muhammed ibn’üs- Suud, Abdülvahhab’ın kızıyla da evlenerek damat ol­du, böylece bir tür ailevi-siya­si-dinî bir birlik kuruldu.

Kerbela’ya taarruzdan önce saçlarını traş ettiren Vehhabîler.

Abdülvahhab, adaşının oğlu Abdülaziz’den de (1766-1803) tam destek gördü ve onun teokratik bir devle­tin kurucusu olmasını, Han­belî-Vehhabî şeriatının da bedevî geleneklerinin üze­rinde etkinlik kazanmasını destekledi. Oğul I. Abdülaziz Vehhabîliği kılıçla yaymaya çalıştı ve ganimetlerin beşte birini savaşçılarına bırakınca taraftarları giderek çoğaldı. Vehhabîlik en şiddetli döne­mini bu emirin son yılların­da (1790’dan itibaren) yaşadı. Osmanlı Devleti ise resmen olmasa da fiilen Orta Arabis­tan’ı Vehhabî- Suudî egemen­liğine terketti.

Bu yeni dönemde küçük fakat korkutucu Suud emirli­ğinin gücünü ise “el-Muvah­hidîn” denilen genç mürit­ler oluşturmaktaydı. Bunlar, Abdülvahhab’ın koyduğu ya­sakların ve kuralların takip­çisiydiler. Abdülvahhab, Ki­tabü’t-Tevhid adlı eserinde ve risalelerinde en önemli ku­ralları şöyle sıralamıştı: Beş vakit namazın ne olursa olsun cemaatle kılınması; bedevi­lerce kutsanan ağaçların, pu­ta benzer şeylerin, türbelerin ortadan kaldırılması; tütün, içki, uyuşturucu içilmeme­si, kullanılmaması; ipekli ve pahalı elbiseler giyilmemesi, çalgı-şarkı çalınmaması, söy­lenmemesi öne çıkan kural­lardı.

Vehhabîler kısa zamanda Arabistan dışında da taraftar bulmaya başladılar. Bölgeye sevk edilen Osmanlı ve Mısır (Kavalalı) kuvvetlerine karşı savunma ve saldırı üstünlüğü kurdular. Kutsal topraklara girerek Mekke ve Medine’de inançları doğrultusunda tahribatta bulundular. Hz. Hatice’nin türbesini, Hz. Ebubekir’in evini, Bakıy mezarlığındaki türbeleri yıkıp, taşları ile sur ördüler. Zikir, nafile, sünnet namazlarını; el öpmeyi; büyüğün karşısında eğilmeyi; evliya kabirlerini ziyareti; Sakal-ı Şerif, Hırka-i Şerif ziyaretlerini; Mehdi’ye, Hızır-İlyas’a inanmayı; tarikatlere, şeyhlere bağlanmayı; Ehl-i Beyt sevgisini… küfür (dinsizlik) ve bi’dat sayarak yasakladılar.

Vehhabîler, gerçek İslâm hukukunu uygulamayarak di­nin ilkelerini terk eden bir hükümet saydıkları Osman­lı Devleti’ne, halifeliğini ke­sinlikle reddettikleri padişa­ha cihat ilan ettiler. Adeta bir avuç denilebilecek güçlerle, Osmanlı ve Mısır kuvvetle­rine direndiler, başarılar ka­zandılar. Suudi emirlerinin yönettiği Vehhabî bölükleri Riyad’ı, Casim’i, Cebel-i Şam­mar’ı, Hassa’yı ele geçirerek Orta Arabistan’a egemen ol­dular.

Vehhabîlik İran’da, Af­ganistan’da, Hindistan’da da yandaşlar bulmaya baş­ladı. Hicaz bölgesini kontrol eden Mekke Şerifi Galib, bu mezhebi yaymaya çalışanla­rın kente girmesine engel ol­maya çalışdıysa da Hassa ve Hicaz’daki yenilgilerden son­ra önce anlaşmaya razı oldu, sonra 1801’de Cidde’ye kaçtı.

Vehhabîler 13 Mayıs 1802’de Kerbelâ’yı basıp iki bin kişiyi öldürdüler. Hz. Hü­seyin’in türbesini yağmala­yıp tahrip ettiler. 18 Şubat 1803’te Taif’e giren I. Abdü­laziz, kent halkını kılıçtan ge­çirdi; kitapları yaktırdı; tür­beleri yıktırdı; evleri ve çarşı­ları yağmalattı. Hz. Abbas’ın türbesi yerlebir edildi. 30 Ni­san’da Mekke’ye girdiğinde de benzer eylemleri tekrarlattı.

Kerbelâ katliamının öcü­nü almak üzere harekete ge­çen bir Şiî fedai tarafından öldürülen Abdülaziz’in yerini, oğlu emir Suud bin Abdüla­ziz (1803-1814) aldı. Bu ateşli emir döneminde Vehhabîlik, Yemen’den Kızıldeniz’e kadar yayıldığı gibi kendisi de böl­genin en korkulan kişisi ol­du. Baskınlar, talanlar, kervan soygunları, kıyılarda da kor­sanlık eylemleri tüm Arabis­tan’ı teröre boğdu; emire ina­nılmaz bir servet kazandırdı.

Vehhabî- Suudî yükselişi­nin bu ilk evresindeki (1811- 1818) parlak zaferlerden son­ra, Osmanlı ve Mısır kuv­vetleri toparlanarak tekrar isyancıların üzerine yürüdü.

Osmanlı siyaset adamla­rı ve uleması, Vehhabîlerle mücadeleyi önceleri pek cid­diye almadı (üç-beş çapul­cu!). Rusya meselesi, Avus­turya meselesi, İran mese­lesi gibi gerekçelerle de bu mücadele ertelendi. Netice­de bu işi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla halletme yolu­na gidildi. Kendisine “Sen asi bir paşasın, ancak bu Veh­habî işini halledersen se­ni meşru sayacağız” dene­rek bir taviz verildi. Mehmet Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa’yı Vehhabîlerin üzerine gönder­di. Tosun Paşa, 1815’lerde en azından Mekke’yi Medine’yi daha fazla tahripten kurtar­dı. Onun ölümü üzerine, bu defa Kavalalı Mehmet Ali Pa­şa ikinci oğlu İbrahim Paşa’yı görevlendirdi. İbrahim Paşa, isyancıları dize getirdi. O za­manki Abdullah bin Türkî’yi, yani Suudiler’in yeni emiri­ni dört oğluyla beraber tutsak alıp evvela Mısır’a gönder­di. Bunlar Mısır’da zincirle­re bağlı halde meydanlarda, sokaklarda gezdirilerek tah­kir ve teşhir edildiler. Kava­lalı Mehmet Ali Paşa, Suud ailesinin esir düşen liderleri­ni gemiyle İstanbul’a gönder­di. O zamanki padişah Sultan II. Mahmud’du. Şeyhülislâm Mekkizâde’nin fetvası ve II. Mahmud’un fermanı ile Ab­dullah bin Türkî, Topkapı Sarayı’nın avlusunda, boynu kılıçla vurularak idam edildi. Oğulları, İstanbul’un meydan­larında Sultanahmet, Eminö­nü, Fatih’te idam edildiler (19 Aralık 1819).

Ağır darbe yiyen Suudi­lerin yeniden toparlanma­sı, Abdullah’ın oğlu Türkî ibn Abdullah’ın başa geçmesi ile mümkün olabildi ama, bu de­fa bölgede Reşidîlerle Suudî­ler arasında başlayan iktidar mücadelesi ve iş karışıklıklar 19. yüzyıl sonuna dek süre­cek yeni bir evreye damgası­nı vurdu.

II. Abdülaziz 1902’de feda­ileriyle Riyad’a bir gece bas­kını düzenleyerek valiyi öl­dürdü; kenti ve çevresini ele geçirdi. Bu hadise Suudî kral­lığının asıl kuruluş tarihi ve II. Abdülaziz’in yaklaşık elli yıl sürecek emirliğinin baş­langıcı oldu.

Tekrar hızla yayılan ye­ni Suudî- Vehhabî hareketi, dört yıl içinde Casim’in zaptı, Reşidîler’in mağlubiyeti ile doruğa ulaştı. Abdülaziz, “İh­van’ül- Müdeyyene” (gerçek dini benimseyen kardeşler) adını verdiği yeni bir ordu kurdu. İhvan birlikleri Suri­ye’den Yemen’e ve Kuveyt’e kadar Osmanlı garnizonları­na, Türklerle işbirliği yapan Arap kabilelerine baskınlar düzenlemeye koyuldular.

Abdülaziz, Hicaz’ı ele ge­çirmek için Şerif Hüseyin’le, onun kışkırttığı Araiflerle sa­vaşlara girişti. Necid’in tama­mını kontrolüne aldı. Hanefi­liğin savunucusu Haşimîleri en büyük düşman kabul eden Vehhabîlerin müfrit mücahit­leri hem sünni-hanefi toplu­luklara, hem Irak’taki Şiilere karşı acımasızca saldırdılar. Emir Abdülaziz ve Ihvanla­rın komutanı Faysal ed-Daviş, Necef ve Kerbelâ’daki kutsal yerleri yıktırmaktan dahi çe­kinmediler. Buralara ziyarete gelenler, İpekli giyenler, çal­gı çalanlar, şarkı söyleyenler, hatta bıyık uzatanlar; doğu­racağı çocuk Şünnî ya da Şiî olacak hamile kadınlar kılıç­tan geçirildi.

Emir Abdülaziz 1913’te Hassa’yı zapt ettikten son­ra, Osmanlı-Haşimî, Reşidî ittafakına karşı İngilizler’in desteğini kazanmayı başar­dı. Fakat, Vehhabîlik, kâfir­lerle anlaşmaya izin vermedi­ği için bu ilişkisini gizli tuttu. Bu gelişme üzerine Osman­lı padişahı V. Mehmed Reşad da 1914’te, bir irade ile Emir Abdülaziz’e “Sabahü-d Devle” sanını ve Necid kaymakamlı­ğını verdi. Bu onursal rütbe­lerin anlamı, yüzyıllık “asi”lik damgasının silinmesiydi.

Birinci Dünya Savaşı’nda Lawrence’ın, Haşimîlerden Emir Faysal’ın (daha sonra Irak kralı), Emir Abdullah’ın (daha sonra Ürdün kralı), or­taya çıkmaları ile mücadele daha da kızıştı. Haşîmi şe­rifleri her seferinde Suudîle­rin cesur ıhvanlarına yenik düştüler. Arabistan ise baştan başa kana ve teröre boğuldu. Abdülaziz bu ortamda Asir’i, Hail’i, Hayber’i, Covf’u işgal etti. Yalnız İngiliz uçaklarının yağdırdığı bombalar yüzün­den Amman’a giremedi.

Kerbela sokaklarında Vehhabî taarruzu.

Birinci Dünya Savaşı bo­yunca Arap Yarımadası’ndaki cephe muharebelerine koşut olarak devam eden mücadele, ancak 1922’deki ilk ateşkesle yavaşladı; tarafsız ve tampon bölgelr oluşturulmaya çalışıl­dı. Ama, 1924’te Kuveyt’teki konferans, Şerif Hüseyin’in halifelik iddiasıyla ortaya atılması yüzünden dağıldı ve Vehhabî saldırıları yeniden başladı. İngiltere ise emir Ab­dülaziz’e bağladığı ödeneği kestiği gibi, 1925’te de Şerif Hüseyin Mekke’yi terk edip önce Cidde’ye oradan Aka­be’ye gitti; son olarak Kıbrıs’a sığındı. Oğlu Ali’nin Cidde’de­ki krallığı ise 1925 yılı içinde birkaç ayla sınırlı kaldı.

Abdülaziz, 1926’da resmen Hicaz kralı oldu ve Mekke’de bir İslâm konferansı topladı. Yine o yılki hac farizasına da ilk kez başkanlık etti. Artık, İslâmiyetin kutsal kentlerinin koruyucusu oydu. Riyad’da, ulemadan aldığı destekle Ne­cid sultanlığını ilan etmekte de gecikmedi. 1927’de ise ar­tık ihtiyaç duymayacağı ıhvan örgütünü, zaman zaman ten­killeri (topluca ortadan kal­dırma) dahi göze alarak sü­ratle dağıttı.

Bugün merkezinde Kâbe’nin bulunduğu Mekke şehri, bir zamanların şatafat ve zenginliğe kesin karşı çıkan Vehhabî öğretisinin epey uzağında.

Kararlı, sabırlı, cesur, kur­naz, alçakgönüllü Abdülaziz, ölümüne değin Suudî hane­danının güçlenmesine ve yeni devletin güçlenmesini gözetti. Hanedanla devlet arasıda ko­laylıkla sökülüp atılamayacak bağlar kurdu. Sayıları yüz­lerle hatta binlerle açıklanan hanedan bireylerini sıkı bir disipline aldı. Kuşkusuz, asıl gücü ülkesindeki zengin pet­rol yataklarına dayandığı gibi, iç ve dış siyasetlerini de yine bu doğal kaynağa göre belirle­mekteydi. Onun bu siyaseti­ni, 1953’te ölümünden sonra sırasıyla tahta geçen oğulla­rı Suud bin Abdülaziz (1953- 1963), Faysal bin Abdülaziz (1963-1975), Halid bin Abdü­laziz (1975-1982) ve Fahd bin Abdülaziz (1982-2015) aynen devam ettirdiler.

Hayatta iken gazete ve dergilerde sık sık resimleri görülen, kendisiyle ilgili ha­berlere yer verilen Abdülaziz, mütebessim çehresi, siyah gözlükleri, çenesindeki küçük sakalı, tacvâri bir agelle tut­turduğu beyaz kefyesi, entari­si, kolsuz harmanisi ile oldu­ğu kadar, sayıları 180 olarak açıklanan eşleri, 130 çocuğu ile de ilgi uyandırıyordu. Fa­kat o, 20. yüzyılda Arap dün­yasının en büyük lideri olarak değer vererek onlardan birçok konuda olumlu görüşler ve fetvalar almayı başardı. Örneğin, telsizin, elektriğin, otomobilin, uçağın Arabistan’a girebilmesi onun bu yaklaşımı sayesinde mümkün olmuş; Batı teknolojisinin yenilikleri “bid’at” sayılmamıştır.

Diğer yandan Abdülaziz, İslâm mezheplerinin en katı kurallısı olan Vehhabîliği (bu ad resmen kullanılmayarak el-Muvahhidîn denilir) devle­tin, yargının, toplum düzeni­ninin temel öğesi yapmış; bir anlamda bu öğretiyi anayasa konumuna getirmiştir.

Tarihsel sürecin bu kısa özetinden ve Hanbelîliğin en köktenci fırkası olan Veh­habîliğin ilkelerinden anla­şılacağı üzere, Suudî Ara­bistan’daki birtakım uygu­lamalara ve infazlara farklı bakmak gerekmektedir. Örne­ğin, uyuşturucu kullanımını, alım-satımını büyük günah­lardan sayan ve yasaklayan Vehhabîlik, bu günahı işleyen­lerin, yegâne infaz aracı ka­bul edilen kılıçla ve bir ibret-i alem müessire olarak herke­sin gözü önünde boyunların­dan vurulmasınını öngördüğü için, kralın ya da onun adına bir başkasının bu işlemi dur­durması, cezayı affetmesi ola­naksızdır. Çünkü bizzat Su­udî hanedanı, Arap çölünün Aneze bedevîlerinden eski ve fatih bir aile olarak Vehhabî iktidarını temsil etmektedir­ler. Otoritelerini dorukta de­ vam ettirebilmeleri için de bu mezhebin “vahdaniyyet” ilke­sinden ve kılıç keskinliğinden hiçbir nedenle ödün verme­mek durumundadırlar. Bir çöl medeniyetinden modern pet­rol imparatorluğuna yükse­liş sürecinin 250 yıl boyun­ca daima Vehhabîlikle özdeş olageldiği unutulmamalıdır. Suudî Arabistan bayrağındaki “Kelime-i Tevhid” ve “kılıç” ise bu özdeşliğin simgeleri­dir. (Necdet Sakaoğlu’nun konuyla ilgili önceki yazı­larından ve kendisiyle ya­pılan konuşmalardan der­lenmiştir.)

VEHHABÎLİK ÖĞRETİSİ NEDİR?

Allah’ın birlenmesi ve Hz. Muhammed sonrasının reddi

Muhammed ibn Abdülvah­hab (1703-1792) tarafın­dan kurulan mezhep inancının temelini tevhid (Allah’ın birlen­mesi) anlayışı meydana getirir. Kitabül Tevhid adlı eseriyle mezhebinin davetçiliğini yapan Abdülvahhab’a göre, Allah kalple, dille ve davranışlarla birlenmelidir. Bunlardan biris­inin eksik olması durumunda kişi Müslüman olamaz. Allah’ı birlemek, ancak amellerle mümkündür. Buna göre Kur’an ve sünnetin dışında emir ve yasak tanımamak gerekir. Allah ile kul arasına ibadet ve amellerden başka kimse giremez. Amel imandan bir cüzdür, dolayısıyla farzlardan birini terk eden kimse dinden çıkar. Tevhid bütün ibadetlerden (namaz, oruç, zekat, hac) önce gelir.

Sadece Allah’a ibadet edilir ve yalnız O’ndan yardım iste­nir. Müslü­manlar dini ve ibadeti salt Kur’an’dan öğrenmelidir. Bu nedenle Hz. Muhammed’in vefatından sonra öğrenilen ve uygulananların tümü bid’attır yani sonradan çıkmış ve dinin muhteviyatıyla uyuşmayan uygulamalardır. Vehhabîliği benimsemeyenler kafirdir.

Abdülvahhab’ın ortaya koy­duğu görüşler, İbn Teymiye’nin (öl.1328) geliştirdiği Hanbelîlik ile Zahirîlik ve Haricîlik’in bir sentezidir. Vehhabîlik, ortaya çıktığı dönemden itibaren aynı zamanda bir siyasi öğreti kimliği kazanmış ve yine en başından beri Suudi emirlerinin ve bugün Suudi Arabistan’ın resmî dinî ideolojisi olmuştur.

Kerbela’ya taarruzdan sonra namaz için abdest alan bir Vehhabî.

VEHHABÎLİK NELERİ YASAKLIYOR?

Minare, türbe, kubbe, mezar, tefsir, tarikat…

• Allah’tan başkasına ibadet nasıl şirk (Allah’a ortak koşmak) ise, Allah’tan başkasından yar­dım istemek, başkasına dua ve yemin etmek de şirktir.

• En korkunç ve hatta şirk ola­rak görülen bid’atların başında mezarlar, türbeler ve bunları ziyaret gelir. Kabir ziyareti sapıklıktır.

• Camilerin süslenmesi, kubbe ve minare yapılması bid’attır.

• Namaz ancak camide cema­atle kılınabilir, evde kılınamaz.

• Veli, şeyh, mürşit, evliya, ta­savvuf, kelam, tarikat dinsizlik­tir, yasaktır.

• Allah’tan başkasından, peygamberlerden meleklerden yardım beklemek küfürdür, şiddetle yasaktır.

• Vakıf kurumları bâtıldır, yıkıl­malıdır.

• Nafile namaz, Sünnet namazı yasaktır.

• Kuran’ı tefsir etmek, yorumla­mak, onun arkasındaki anlamla­rı aramak küfürdür, yasaktır.

• Vehhabîlik esastır, mezhepçi­lik yasaktır.

• Adak adamak, Allah’tan baş­kası adına (Hz. Peygamber dahil) kurban kesmek küfürdür.

• İçki, sigara, nargile yasaktır. İçenlere 40 değnek vurulur.

• Muska, tesbih, tesbih duası, fal, nazar boncuğu, yağmur duası yasaktır.

• Hz. Ali soyunu masum say­mak günahtır.

Kerbela’ya hücuma hazırlanan Vehhabîler.

II. MAHMUD İÇİN FETVA

Vehhabîleri yenen padişaha gazilik ünvanı verilmesi caizdir

MUZAFFER ALBAYRAK

İslâm’ın kutsal şehirleri olan Medine ve Mekke’yi işgal eden Vehhabîler, 19. Yüzyıl başında üzerlerine gönderilen kuvvetleri mağlup ederek 10 yıl boyunca bölgeyi ellerinde tutmuşlardı. Bu dönemde hac yapılamaz olmuş, emniyet ve asayiş kalmamıştı. Sultan II. Mahmud, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’yı Mekke ve Medine’nin geri alınması için görevlendir­di. Mısır askerleri 1813’te Vehhabîleri mağlup ederek Arabistan içlerine sürdü. Mu­kaddes beldeyi “Harici” olarak tanımladıkları Vehhabîlerden geri alan padişaha, kazanılan bu başarıdan dolayı “Gazi” unvanı verilmesi kararlaştırılmış ve bunun dinî referansı için Şeyhülislamlık makamından bir de fetva çıkarılmıştı.

II. Mahmud’a gazilik ünvanı verilmesini isteyen ve Şeyhülislam Dürrizade Es-Seyyid Abdullah tarafından verilen, 29 Mayıs 1813 tarihli fetva (en üstte). Dönemin padişahı II. Mahmud (üstte).

Vehhabîlere karşı kazanı­lan başarıdan dolayı Osmanlı padişahına “gazilik” unvanının verilmesinin dinen caiz olduğu­nu içeren fetva şöyleydi:

“Bismillahirrahmanirrahim

Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere havalisin­de Arap taifesinden Vehhabi diye isimlendirilen bir taife, yedi sekiz seneden beri Haremeyn-i Şerifeyn’i (Mekke ve Medine’yi) istila etmiştir.

Bunlar ehl-i İslâm iddiasında olmakla beraber işleri ve amel­leri şeriata aykırı ve zıt olup, nice Kuran ayetlerine kendi bozuk görüşleri doğrultusunda manalar verip küfrü gerektiren bâtıl ina­nışlara sahiptirler. Bundan dolayı İslâm milletinden hariç oldukları gibi, ehl-i Sünnet ve cemaat olan Müslümanları da tekfir etmekte (kafir saymakta), Hacıların mal­larını gasbedip, Hac yapmaktan men etmektedir.

Bundan dolayı Hac yolu kapalı olup, Şeriat gereği bu taifenin öldürülmesi vacip ol­duğundan, Mekke ve Medine’yi fethedip geri alan sultan ve halife El-Gazi Mahmud Han efendimiz hazretleri büyük bir gayret ve ihtimam gösterip bu mukaddes beldeleri ve bahusus (Peygambe­rin kabrinin bulunduğu) Ravza-i Mutahhara’yı muharebe ettikten sonra o “Hâricî” taifenin kirli ellerinden kurtararak kötülük­lerinden emin etmiş ve Hac yolunu da açmış olduğundan; “Allah yolunda gaza edenleri kim silahla donatırsa muhakkak o da gazidir” Hadis-i Şerifi gereği “Gazi” ve “Hadimü’l-Haremey­nü’ş-Şerifeyn (Mekke ve Medine beldelerinin hizmetkârı)” olduk­ları şer’an doğruluğu şüphesiz olmakla bundan dolayı isimle­rine “Gazi” unvanı eklenerek yâd ve vasıflandırılmaları meşru ve yerinde bir iş olur mu? Beyan buyurula.

El Cevap: Allahu alem, Olur.

OSMANLILARIN TARİHİNDEN VEHHABÎ İSYANLARI

‘Nice Arabı kötü yola soktular etmedik kötülük bırakmadılar’

Osmanlı Devleti’nin 1774-1825 arasındaki tarihini anlatan ve Ahmet Cevdet Paşa’nın yazdığı Tarih-i Cevdet, 1854 yılında yayımlanmaya başladı. 12 ciltlik eserde, Vehhabî isyanları da detaylı şekilde ele alınıyor.

19. yüzyılın meşhur devlet adamı, hukukçu ve tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa’nın (1822- 1895) oniki ciltlik eseri Tarih-i Cevdet, Vehhabî isyanlarıyla ilgili önemli ve ayrıntılı bilgiler içerir. Hem olaylar hem de Osmanlı Devleti’nin aldığı önlemler anlatılırken, Vehhabîliğin dinî ve sosyal eleştirisi de yapılır. Ağdalı bir dille yazılan eserden günümüz Türkçesiyle çarpıcı alıntılar:

“Arabistan Yarımadası’nın ucundaki Basra ile Mekke arasında, Hazret-i Ebû Bekir’in zamanında şeriat kılıcıyla öldürülen Müseylime’nin ortaya çıkıp yalancılık ve bozgunculuk yaptığı Necid yöresinde, Hanbelî ulemâsından Muhammed bin Abdülvehhâb adında birinin şeriat sınırlarının dışına çıkıp yanlışlık ve sapkınlık yoluna saparak başına biriktirmekte olduğu bir takım eşkıya ile Mekke ve Medine’ye hücum edeceği söylentileri bura halkını telaşa düşürmüş ve Mekke Şerifi İstanbul’a yazarak Sultan I. Mahmud döneminde babasına yapılan yardımlara benzer yüklü­ce bir yardımda bulunularak adı geçen bozguncudan kurtulma ça­resine bakılmaz ise ileride önünün alınamayacağını bildirmişti.

Ahmet Cevdet Paşa’nın yazdığı Tarih-i Cevdet’ in kapağı.

Ancak adı geçen hâricînin böyle büyük çaplı bir harekete kalkışabilmek için büyük miktarda levazımata gereksindiğinden, bunları tamamlayana kadar bu tür bir isyan hareketinin ağızdan ağıza atlayarak her tarafa yayıl­masını önlemek gerektiği gibi, her ne kadar adı geçenin sapkınlık ve bozgunculuğu o yörelerde yayılmış olsa da, işin Mekke ve Medine’ye saldırma boyutuna vardığına ilişkin Mekke ve Medine yöresi halkından başka bir bilgi kaynağı da yoktu. Durum [Sultan I. Abdülhamid’e] bildirildiği gibi İstanbul’da Hicaz işlerinden anla­yan kişilere de sorularak adı geçen eşkiyanın bu kadar büyük bir iddiasının olmadığı öğrenildi ve Bağdat, Şam, Cidde ve Şehr-i Zor Valileri’ne de yazılarak bu konuda bilgi istendi. Şerif Hazretleri’nin mektubuna verilecek yanıt da buralardan alınacak yanıtların sonrasına bırakılmıştı.

Adı geçen asinin ortadan kaldırılmasına ilişkin Mekke ve Medine’den yeni bazı mektup alındı. Cidde Valisi’nin mektubu Mekke’den gelen bil­gilerin kuşkuyla karşılanmasına neden olduğu gibi, Şam, Bağdat ve Şehr-i Zor taraflarından da henüz bu konuya ilişkin bir haber gel­memişti. Bunun üzerine konuya ilişkin bütün belgeler Padişah’a sunuldu. Akıllı olan Padişah Hazretleri, “Zındık da ortaya çıkarken başlangıçta önemsen­memişti, sonra iş ne mertebeye vardı. Hemen adı geçenin durumu iyice bir araştırılsın” emrini verdi ve hemen arkasından Şam Valisi Osman Paşa’ya yeni bir mektup yazdırttı.

Adı geçen Vali’den daha sonra gelen yanıtın özeti, durumun anlaşılabilmesi için aşağıda verilmiştir:

… İşte bu “Necid Şeyhi” dedikleri melun Muhammed bin Abdülvehhâb’ın ortaya attığı batıl inançlara uyanlara Vehhabî de­nilir. Adı geçen şeyh gerçi kabile ileri gelenlerinden değildi. Ama o yörede köyden köye gezerek bir takım yanlış inançlarla nice Arabı kötü yola sokmuş, özellikle de Deriyye halkını bütün bütün kendine bağlayarak, devlet kuru­culuğunda kabile önderliği önemli olduğundan ve kendisinde de bu olmadığından, kendi bâtıl mez­hebini duyurmak ve yayabilmek için Deriyye Şeyhi Muhammed bin Suud’u iştahlandırmış ve bağım­sızlığını ilân etmeye kışkırtmıştır. Sonraları pek büyük bir topluluk oluşturarak Arabistan Yarıma­dası’nda olduğu gibi Mekke ve Medine’de de etmedikleri kötülük kalmamıştır.

Ahmet Cevdet Paşa

Dolayısıyla, Şerif Hazretleri o zamanlar telaş etmekte haklıydı. Ve yukarıda anlatıldığı gibi, “du­rumu iyice bir araştırılsın” diye çıkarılan Padişah emri de aynı biçimde bir ileri görüşlülük örne­ğiymiş. Ama devlet adamları ve diğer görevliler bunu bir iş yerine koymadıklarından sonradan pek büyük bir sorun olmuştu. Sonunda Sultan II. Mahmud Han Hazret­leri’nin kahramanlık zamanında ezilip yokedildiler.

Özetle bu Vehhâbiler fitnesi bir kıvılcım iken o zamanın devlet adamlarının kayıtsızlığıyla sonraları bir büyük ateş oldu ki, söndürülmesi için pek büyük çaba sarf etmek gerekti…

[1802 yılında] Vehhabîler Ker­belâ … kasabasını vurmaya karar vererek Şiilerin matem gecesini gözlemişler ve kasaba halkının alışılageldik matem etkinlikleri nedeniyle yorgunluk ve bitkin­likten derin bir uykuda olduğu bir sırada kasabaya girip önlerine çı­kanı öldürmüş ve buldukları para ve eşyayı yağmaladıktan sonra Hazret-i Hüseyin şehitliğinde asılı olan gümüş ve altın kandillerle diğer hediye ve yadigarları alıp Deriyye tarafına dönmüşlerdi.

… Abdülaziz’in yerine zaten bir süredir işi eline almış olan oğlu Suud geçmiş ve bu ölüm Vehhâbîlerin ilerlemesine sekte vurmamıştır… Suud [24 Nisan 1803’te] … askeriyle Mekke’ye girdi… Vehhabîler ile kendilerine uyanlar dini bütünlerin mescit­lerini ve güzel eserleri yıkmaya başladılar. Hazret-i Peygamber’in, Hazret-i Ebû Bekir’in, Hazret-i Ömer’in, Hazret-i Ali’nin, Hazret-i Fatma’nın doğdukları yerleri, Hazret-i Hatice’nin evini…, ev­liyânın ve imamların kabirlerini … tümüyle yıktılar ve o haramzâde­ler üç gün içinde Mekke’yi aşağılık Deriyye köyüne benzettiler.

Vehhabîlerin reisi olan Suud bin Abdülaziz ise [1807’de] Medine’yi istilâ etmiş ve evliyâ ve diğer dini bütün kişilerin kabirlerinin kubbelerini yıktırmış, ama Medinelilerin yalvarmaları üzerine Hazret-i Muhammed’in kabrinin kubbesini yerinde bırak­mış, fakat Hazret-i Peygamber’in kabrinde bulunan bir nice inci ve mücevhere el koyup Deriyye’ye göndermiştir. Ayrıca hutbelerden padişahın adını kaldırmış, bâtıl inançlar gereği Vehhâbî olma­yanlara müşrik gözüyle baktıkla­rından, Vehhâbî mezhebini kabul etmeyenlere Allah’ın evini ziyaret etmeyi yasaklamış… ve [Sultan III. Selim] Han Hazretleri’ne hitâben, türbelerin üzerine kubbe yapmak ve türbelerde kurban kesmek gibi Vehhabîlerce şirk kabul edilen şeylerin yasaklanmasını isteyen, yani Vehhabî mezhebine çağrı yapan bir mektup göndermişti…”

Târîh-i Cevdet (Dersaadet, 1309/1892), cilt 4, s. 72-74; cilt 6, s. 123; cilt 7, s. 165-167, 191, 205-209 ve 244; cilt 8, s. 123.

Günümüz Türkçesine çeviren: Ahmet Kuyaş

DÜNYA HARBİ VE DEĞİŞEN DENGELER

Osmanlı-İngiliz savaşıyla Suudlar tekrar sahne aldı

Mayıs 1914’te Osmanlılarla Suudlar arasında imzalanan antlaşma, İstanbul’un İtilaf devletlerine savaş ilan etmesiyle tarihe karıştı. Böylelikle Vehhabîler, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından yenilgiye uğratıldıktan yaklaşık yüz yıl sonra, tarih sahnesine yine Osmanlı düşmanı olarak çıktılar.

AHMET KUYAŞ

Büyük Britanya, Hindistan yol­unun güvenliğini sağlamak ve yolculuk sırasında kolaylıkla kömür ve kumanya edinebilmek için, 19. yüzyılın hemen başlarında Aden’e yerleşmişti. Daha sonra da, Hindis­tan’ın güvenliği açısından çok önemli gördüğü Basra Körfezi’nde­ki irili ufaklı emirliklerle ikili ilişkiler kurdu. Bu süreçte son halka, Osmanlı Devleti’nin Basra Kör­fezi’ndeki etkinliklerini denetleye­bilecek, stratejik bir konumda olan Küveyt Emirliği’ydi. Küveyt’in İngili­zlerle işbirliği yapmaya başladığının farkında olan Sultan II. Abdülha­mid, Sabah ailesinin yönetimindeki Küveyt’in güneybatı komşusu olan Reşid ailesini kullanarak Küveyt’i dize getirmeye çalışmış, hatta başarılı da olmuş, fakat İngilizlerin devreye girmesiyle geri adım atmak zorunda kalmıştı. Sonuçta Osmanlılar, Büyük Britan­ya ile 1913’te yapılan bir antlaş­mayla Küveyt’in özerkliğini kabul etmişlerdi.

Aynı yıl, Suud ailesi ise Necid bölgesindeki eski topraklarını yeniden ele geçirmiş ve Riyad’a hakim olmuştu. Ancak Suudlar bununla da yetinmeyerek, Osmanlı yönetiminde olan Hasa bölgesini de istilâ etmişlerdi. Bu gelişme iki açıdan önemliydi. İlk olarak, bunu kabul etmeleri mümkün olmayan Osmanlıların askerî bir harekâta girişmeleri söz konusu olabilirdi. İkinci olarak da, bölgenin Basra Körfezi’nde kıyısı olması nedeniyle, Büyük Britanya’nın işe karışma olasılığı vardı. Bu iki olasılığın da farkında olan Abdülaziz ibn-i Suud, Osmanlılara karşı durumunu güçlendirmek için, Büyük Britanya yetkilileriyle ilişkiye geçti. Niyeti, bağımsızlığını ilân etmekti. Ancak, Küveyt’te olduğu gibi, Büyük Bri­tanya koruması altında bir özerklik elde etmeye de itirazı yoktu. Hasa üzerindeki Osmanlı haklarına karşı çıkmak istemeyen İngilizler ise, Os­manlıların buraya asker gönderme­leri halinde Suudlara destek sözü vermediler. Büyük Britanya’nın Osmanlı toprak bütünlüğüne aykırı bir girişimde bulunması o dönemde mümkün değildi.

1913-14 yıllarında akın halindeki Suudiler.

Böylece Osmanlı Devleti’y­le pazarlık etme konusunda yalnız kalan İbn-i Suud, Osman­lı temsilcileriyle Küveyt’te görüş­meyi kabul etti. 1914’ün Mayıs ayı başlarında yapılan görüşmeler baş­langıçta hiç olumlu geçmedi. Hatta Abdülaziz ibn-i Suud görüşmeleri bırakıp Riyad’a döndü. En önemli anlaşmazlık konusu, Hasa’daki kalelerin ve Osmanlılardan alınan topların Osmanlı askerine geri veril­mesiydi. Ama arabulucuların devre­ye girmesiyle bir sonuca varıldı. Osmanlı Devleti, Hasa’da sembolik denecek bir düzeyde asker bulun­durma koşuluyla Abdülaziz İbn-i Suud’u Necid valisi olarak tanıdı. Resmî binalarda Osmanlı bayrağı bulunacak, yabancı devletlerle Osmanlı merkezinin bilgisi dışında işbirliğinde bulunulmayacak ve yıllık bir vergi ödenecekti. Bunlar karşılığında Necid Valiliği ırsî olarak Suud ailesinde kalacaktı. Antlaş­mayı Osmanlı Devleti adına Basra Valisi Süleyman Şefik Paşa 15 Mayıs 1914’te imzaladı. Riyad’a gönderi­len metin, 29 Mayıs’ta da Abdülaziz ibn-i Suud tarafından imzalandı. Ne var ki Osmanlı-Suud antlaşma­sı, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’yle Büyük Britanya’nın karşı karşıya gelmesi sonucunda tarihe karışacaktı.

1915-16’da Suudi emiri İbn Suud ve İngilizlerin Basra baştemsilcisi Sir Percy Cox.

Büyük Britanya ile Suud ailesi arasındaki ilk ilişkileri kuranlardan biri, 1913 ve 1914 yıllarında Riyad’a gitmiş olan Yüzbaşı Shakespe­ar’dir. 1909’da Büyük Britanya’nın Küveyt’teki temsilciliğine atanan Yüzbaşı Shakespear, buradaki görevi sırasında Arap Yarımada­sı’nın kuzeydoğusunda birçok keşif gezisi yapmıştı. Nitekim 1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerin kullandığı Arap Yarımadası haritalarının önemli bir bölümü, onun edindiği bilgilere dayanır. 1. Dünya Savaşı başladığında İngiltere’de bulunan Shakespear, daha önce ziyaret edip tanışmış olduğu Suud ailesiyle resmî bir ilişki kurma göreviyle Bas­ra Körfezi’ne gönderildi. Riyad’da Abdülaziz ibn-i Suud’la yapılacak antlaşmanın taslağını hazırladıysa da görevinin sonuçlarını göremedi. 24 Ocak 1915’te, Suudlarla Reşidler arasındaki bir çarpışmada vurularak öldü. Tarih kitaplarında pek rastlan­mayan bu “kabile savaşı”nın, ger­çekte bir Osmanlı-İngiliz çarpışması olduğunu vurgulamakta yarar var.

Yüzbaşı Shakespear’in temel­lerini attığı antlaşma, sonuçta 26 Aralık 1915’te imzalandı. Bu antlaş­maya göre, 1913’teki Osmanlı-İngi­liz antlaşmasında Osmanlı toprağı olarak kabul edilen Necid, Hasa, Katif ve Cübeyl arazilerinin bağım­sız bir Suudî Devleti’nin toprakları olduğu ilan ediliyordu. Suudîler de, Büyük Britanya’ya danışmadan baş­ka herhangi bir devletle antlaşma yapmayacaklarına dair güvence veriyorlardı. Burada kastedilen, adı anılmasa da, Osmanlı Devleti’ydi tabii. Böylece Suudlar, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından yenilgiye uğratıl­dıktan yaklaşık yüz yıl sonra tarih sahnesine yine Osmanlı düşmanı olarak çıktılar.

1.DÜNYA HARBİ VE DEĞİŞEN DENGELER

Cumhuriyet ve laiklik geldi, Müslümanlıktan çıkmış olduk!

Emir Abdullah’ın ve oğullarının 1819’da İstanbul’da idam edilmeleri, Vehhabîlerin hiçbir zaman sönmeyecek kinine yol açtı. 1924’ten sonra ise “biz sizin söylediğiniz gibi olduk, laikiz ve artık hepimiz size göre kafiriz; bizi Müslüman olarak görmeyin” demiş olduk.

NECDET SAKAOĞLU

Osmanlı Devleti, Yavuz ve Kanunî dönemlerinde bile, Necid denen Arabistan’ın orta bölgesine fiilen hakim olmamış, buraya herhangi bir görev­lendirme, atama yapmamıştır.

Cidde ve Kızıldeniz kıyısından, Medine, Taif, Mekke’ye kadar ha­kim olan Osmanlı Devleti, çöl de­diğimiz büyük bölgeyle ilgilenme­diler. Burada yaşayan Bedevilerin inançlarının 1750’lere kadar İslâm olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Onları Müslümanlığa davet eden, inandıran, Vehhabî ve Suudi hareketi olmuştur.

Yakın tarihte Osmanlı Devleti­nin Vehhabîlerle olan ilişkilerinde dönüm noktası 1819 yılıdır. O tarihte, Kavalalı Mehmet Ali Pa­şa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın esir aldığı Suudi emiri Abdullah ibn Türkî ve dört oğlu İstanbul’a geti­rilmiş ve idam edilmişlerdir. Baba Abdullah’ın, Topkapı Sarayı’nın avlusunda boynu kılıçla vurula­rak; oğulları,İstanbul’un meydan­larında Sultanahmet, Eminönü, Fatih’te idam edilmişlerdi.

Bu hadise, 200 yıldır devam eden bir kin meselesidir. Araplarda kin çok güçlüdür, unutmazlar. Bugün de sanıyorum bu kini taşı­yorlar. Türkiye’deki hiçbir rejim, hiçbir yönetici istediği kadar taviz versin, Vehhabî olmadığı sürece Suudilerden Arabistan’dan sempa­ti görmesine imkan ve ihtimal yok­tur. Gelecekte de olmayacaktır.

Türkiyede, İslamî mezheplerin en toleranslı olanı, yani Hanefilik yaygın. Bu, Vehhabîliğe göre en olumsuz mezhep. Cami yapı­yorsunuz, minare dikiyorsunuz, kubbeler kuruyorsunuz, oruç tutmayana bir şey demiyorsunuz, sigara, tütün içen, içki içen var, kumar oynanıyor, kumara izin verip piyangoyu devlet eliyle yön­lendiriyorsunuz, bütün bunlara izin veriliyor.

Biz namaz kılarken önce sün­net kılarız, sonra farz kılarız. Bu yasak. Tefsirlerimiz var; Kuran’ı tefsir ediyoruz, yorumluyoruz. Yani birden çok anlamları olan âyetleri çeşitli anlamlarıyla açıklıyoruz ki, Vehhabîliğe göre bu en büyük küfür. Türkiye bun­ların hepsinin yapıldığı bir ülke. “Bunlar zaten küfre batmışlar, şirk halindeler, Hicaz’a gelip akılla­rınca hacı oluyorlar, ziyaret edip gitsinler!” diyorlar bugün.

Suudi Arabistan bayrağında Kelime-i şahadet yazılıdır, bir de kılıç vardır. Bu ikisi Vehhabîliğin en temel iki prensibini anlatıyor. “Ay­kırı iş yapanın başı kesilir” diyor.

Osmanlı döneminde şeyhülis­lamımız, müderrislerimiz, hocala­rımız vardı. Onlara göre değil ama kendimize göre iyi Müslümandık. Cumhuriyet ve laiklikle yeni bir safhaya geçildi. Onlara “biz sizin dediğiniz gibi olduk, laikiz ve artık hepimiz kafiriz, siz bizi Müslüman olarak görmeyin” mesajını vermiş olduk! Yani bir anlamda “gavurlu­ğumuz” tescil edilmiş oldu. Dikkat ederseniz, “laiklik, dinsizliktir” diye yerleşmiş bir görüş vardır bizde. İşte bu tam da bir Vehhabi tanımıdır.

Vehhabî inancındaki Bede­viler için, Türkiye’deki herkes müşriktir. Hâlâ öyle. Dolayısıyla bizim öldürülmemiz, ölmemiz hiçbir cezaî karşılık gerektir­miyor. Öldüren bulunsa bile. Çünkü müşriktir. Vehhabî inancına sahip olmayan, o inanca tâbi olmayan kim varsa yeryüzünde, hepsi İslâm dışı sayılıyor; öldürülmeleri mübah, neleri varsa, ganimet olarak ele geçirmek de sevaptır!

Vehhabîlerin ele geçirdikleri ganimetleri bir yere toplayarak paylaşmaları.

SUUDİ ARABİSTAN

Bugünkü terör örgütleriyle Vehhabîliği bağlamak yanlış

Günümüzde DEAŞ gibi veya daha önceki Taliban gibi hareketlerle Suudi Arabistan’daki Vehhabîliği birbirine bağlamak çok zorlama ve yanlış olur. Zira artık Suudi Arabistan’da bir devlet doktrini vardır ve bu devletin “Batı düşmanlığı” söz konusu değildir.

İLBER ORTAYLI

Vehhabîliği anlamak için öncelikle o dönemde bölgenin etnik coğrafyasını anlamak gerekir. Bu coğrafyaya tanıklık eden ilk Batılı seyyahlar, Vehhabîliğin inkişaf ettiği zamanlarda, 19. yüzyıl başların­da dolaştılar ama daha ziyade bu akım hakkındaki rivayetleri ak­tardılar. 1830’larda giden Burck­hardt ise Mısır’daki bakışaçısını yansıttı. 1862-63’te Gifford Palgrave’in seyahatnamesi çok önemlidir. İlk defa bu coğrafyaya dair orijinal gözlemlerini ak­taran kişi, bu İngiliz oryan­talisttir. O dönemde Orta Arabistan’da İslâmiyet öncesi putperestliğin ve çeşitli âdetlerin hâlâ nasıl canlı olduğunu, yaşadığını aktarır. Bu ortam, Veh­habîlik gibi son derece katı ve şid­detli bir akımının çıkışının, tutunmasının ve yayılmasının temel nedenidir.

Vehhabîlik, İslâm’ın ilk 10 yılında ortaya çıkan Haricilik dediğimiz katı görüşlerle, 13. yüzyıl düşünürü İbn Teymiye ve örneğin bizdeki Kadızadeliler gibi görüşlerle uyum içindedir. Çöldeki bi’dat alışkanlığına karşı çok yerinde bir tepki olduğu bile düşünülebilir. Çünkü bu çevre, bâtıl dediğimiz geleneklerini, alışanlıklarını korumuştur. Hat­ta Hz. Peygamber’in ölümün­den hemen sonra ortaya çıkan yalancı peygamberler de bu bölgedendir.

Vehhabîlik bugün, kuvvetli olduğu Arap Yarımadası’nın ötesinde Batı Afrika’dan Hin­distan’a, Nijerya’ya, Moritan­ya’ya kadar yayılmıştır. Bunlar daha ziyade Malikî mezhebiyle uğraşırlar. İslâm dünyasında neredeyse her yerde Suudilerin yardımıyla tutunmaya çalışırlar. Fakat çoğu kez bunu başara­mazlar, zira anane üstün gelir.

Suudiler zamanla, 20. yüzyılda Vehhabî olmayan Müslüman devletlerle bir tür uyum içine girdiler. Vehhabîliğe baktığınız zaman, demokrasi adına herhangi bir kurum veya anlayış yok dersiniz. Yok ama, başka türlü bir ilginç bir yapı var. Vehhabî imamları ve kabileler baştan beri ve hâlâ çok etkindir. Bunlar hükümeti hatta kralı rahatça tenkit ederler. Herhangi bir Arap cumhuriyetindeki dik­tatöryel kalıplar burada yoktur. Örneğin bir evi polisin basması memnudur, yani yasaktır.

1920’lerden beri Suudiler bir devlettir, bir nizamdır. Tabii petrol zenginliğiyle… (Hac zenginliği yoktur. Bu önemli bir gelir kaynağı sayılamaz). Gü­nümüzde DEAŞ gibi veya daha önceki Taliban gibi hareketlerle Suudi Arabistan’daki Vehha­bîliği birbirine bağlamak biraz haksızlık. Bugünkü Vehhabîlikle terör bağlantısını kurmak çok zorlama ve yanlış olur. Zira artık Suudi Arabistan’da bir devlet doktrini vardır ve bu devletin diğerlerinde görülen “Batı düş­manlığı” söz konusu değildir. Zira şeriat, şeri düzen, ticaretin, diplomasinin girdiği yerde kırılır. Yani Batı hukuku bu anlamda etkilidir. Bugün Vehhabîliği ya­şayan bir doktrin olarak görmek gerekir.

Devamını Oku

Son Haberler