Hem İngiliz hem Türk resmî tarihlerinde ve neredeyse tüm literatürde Nusret’in döktüğü mayınlara çarparak battığı iddia edilen zırhlı, aslında Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey komutasındaki Rumeli Mecidiye tabyasından atılan top mermileri sonucu sulara gömülmüştü. Yeni belge ve tanıklıklarla olayın içyüzü…
Bundan tam 101 yıl önce 18 Mart 1915 günü yapılan Çanakkale Boğazı muharebesinde Rumeli Hamidiye tabyasında bulunan Ermeni asıllı Osmanlı topçu subayı Teğmen Sarkis Torosyan, Fransız Bouvet zırhlısının batışını Çanakkale’den Filistin Cephesine başlıklı anılarında şöyle anlatıyordu:
“Ana tabyamızın [Anadolu Hamidiye] yok edildiğinin farkına varan düşman, rahatça manevra yapmaya başladı ve bir Fransız zırhlısı Anadolu kıyılarından bize doğru gelmeye başladı. Geminin yakınlaşmasını metre metre izledim. Yaşadığım gerginlikten dolayı nefes nefeseydim. Gemi yaklaştıkça yaklaştı ve ardından hızını azaltmaya ve boğazın orta noktasına doğru ilerlemeye başladı. Ateş emri verdim. Tam isabet, üç atış yaptık ve böylece geminin ön güvertesinde büyük bir yangın başladı. Attığımız bir mermi geminin dümen dolabını havaya uçurdu. Gemi ağır ağır yan yatmaya başladı. 3.40’da [13.40 olmalı!] ateşi arttırdık… Fransız gemisi teslim olmaya çalıştı ama toplarımız merhametsizdi ve çılgıncasına işaret verişine hiç aldırış etmedik. Sonunda o da Çanakkale’nin dibini boyladı” (s. 137).

Egemen tarih yazımına göre, 18 Mart günü batan Bouvet, Irresistible ve Ocean zırhlıları Nusret mayın gemisinin döşemiş olduğu mayınlara çarpıp batmıştı. Zaten her yıl 18 Mart’ta bütün medya organlarında Nusret mayın gemisi komutanı Tophaneli Yüzbaşı Hakkı Bey’in ve gemideki Mayın Grup Komutanı Binbaşı Hafız Nazmi Bey’in kahramanlıklarından bahsediliyordu. Fakat o kritik görev sırasında gemide bulunan Almanların isimleri anılmıyordu! Örneğin mayın uzmanı Yarbay Paul Gehl, torpido uzmanı Kıdemli Astsubay Rudolf Bettaque da gemideydi. Ayrıca, Nusret’in bacasından koyu renkli duman çıkarmadan makinelerini çalıştıran ve böylece İngilizler tarafından görülmesini engelleyen çarkçıbaşı Yüzbaşı Arnholdt Reeder de görev başındaydı. Anlaşılan bu askerler Alman ve Hıristiyan oldukları için bizim hem ‘milliyetçi’ hem de ‘İslâmcı’ tarih yazımına ters düşüyorlardı. Böyle durumlarda, ‘alaturka’ tarihçiliğimiz “unutkanlık” hastalığına kapılıyordu.
Örneğin, Yzb. Torosyan’ın “palavracı” olduğunu ispatlamaya çalışan Halil Berktay, “… bütün kaynaklar, 18 Mart’ta üç zırhlının da topçu ateşiyle değil mayına çarpıp battığında birleşiyor” diyordu. (Taraf, 31 Ekim 2012). Anadolu yakasında İntepe’ye konuşlanmış 8. Ağır Topçu Alayı’ndan ismi bilinmeyen bir topçu subayının günlüğünü yayına hazırlamış olan Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Yard. Doç. Dr. Lokman Erdemir de, topçu subayının 18 Mart anlatısı resmî tarihimiz ile uyumsuz olduğunu gördüğünde hemen müdahale ederek şunları yazıyordu: “Burada Bouvet hariç diğer iki İngiliz zırhlısının batış nedeni bilinenden farklı anlatılmıştır. Yukarıdaki ifadelerden gemilerin, cephaneliklerinin infilakı sonrası battığı anlaşılmaktadır. Şu da unutulmamalıdır ki bu ifadeler kendisine nakledilen malumattır. Halbuki Boğaz’da bütün gemiler 7/8 Mart gecesi Nusret’in Erenköy Koyu’na döktüğü mayınlara çarpması suretiyle batmıştır” (Meçhul Subay: Çanakkale Cephesi’nde bir Topçu Subayının Günlüğü, 2015, s. 17-18).
Geçen sene Çanakkale muharebelerinin 100. yılı dolayısıyla, kenarda köşede kalmış hatıratlar da yayımlanmaya başladı. Bunların içinde bir tanesi, Rumeli yakasındaki Yıldız Tabya’nın Doktoru Behçet Sabit Bey’in günlüğü ufuk açıcıydı. Dr. Behçet Sabit hem ayrıntılı bir şekilde 18 Mart’ı anlatıyor, hem de Yıldız Tabya’ya gelen ordu emirlerini ve tamimlerin kopyalarını veriyordu. Kız kardeşine yazdığı 24 Mart tarihli mektupta Bouvet’nin batışını şöyle anlatmıştı:
“Yerin göğün tüm katmanlarını titreten bu kudurmuşçasına hücum, öğleden önce başlamıştı. Bize iyice yaklaşan Bouvet’ydi ve kahraman tabyalarımızdan birinin Allah’a sığınıp gönderdiği mermi, daha ilk anda hedefi buluverdi… Oooh! Kalbim sevinçten nasıl da çırpınıyor! Onun aniden dönüp alevler içinde kaçışını görmek, o halini izlemek ne büyük zevk! … Alevler dumana dönüştü… Düşman saatte yirmi iki mille kaçıyordu ki diğerlerinin açtığı yaylım ateşi artık bulunduğum yerin hemen yakınlarında dumanlar, taşlar, çelikler savuruyordu… İşte tam o anda pek ustaca isabet, onu denizin derinliklerine gönderdi (01.45). [Rumeli Mecidiye Tabyası’ndan Yüzbaşı Mehmet] Hilmi adında bu saygıdeğer batarya kumandanının, adına yaraşır, vakarlı, zarif bir atışıydı. İlk şehidimizi de o zaman verdik. Kalbim acıyla titredi” (Behçet Sabit Erduran, Cephedeki bir Doktorun gözünden 1915 Baharında Çanakkale, 2015, s. 56-57).
Dr. Behçet Sabit Bey, günümüzde askerî arşivlerde kilit altında tutulan bazı belgeleri de kayda geçirmişti. Örneğin, Maydos’ta (Eceabat) konuşlanan 19. Piyade Tümeni Komutanı Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey elinde dürbünü ile savaşı izlemiş ve 19 Mart’ta şu tamimi yollamıştı:
“Dün öğleden önce on biri yirmi beş geçe, düşmanın on bir zırhlı, iki kruvazör ve altı torpidobottan oluşan filosu Boğaz girişinden girerek Boğaz bataryalarına ateş açmıştır. Tarafımızdan karşılık verilmiştir. Tabyalarımızdan açılan ateşin tesiriyle düşmanın bir torpidobotu ile Bouvet zırhlısı batmış ve iki zırhlısı mühim şekilde hasara uğrayarak ateş edemeyecek bir hale getirilmiştir” (Behçet Sabit, s. 48). Doğrusu, tarihçilerimizin ve diğer ‘resmî’ makamların Mustafa Kemal Bey’in tamimine ne diyeceklerini çok merak ediyorum.


18 Mart günü İtilaf donanmasının komutanı olan Amiral de Robeck, altı gün sonra İngiliz Bahriye Nezareti’ne yazdığı raporda daha ihtiyatlı bir dil kullanıyor, fakat Bouvet’nin mayınlara çarpıp batmadığını ifade ediyordu. Tabii bu raporu okumak için Cambridge Üniversitesindeki arşive gitmek gerekti:
“[Amiral Gemisi] Queen Elizabeth’den görüldüğü kadarıyla, patlamanın nedeni mayın değildi, fakat muhtemelen büyük bir top mermisiydi. Aynı zamanda, cephaneliğin infilak etmiş olabileceği de düşünülüyordu. Çünkü [patlamadan] önce geminin kıç tarafında yangın çıktığı gözlemlenmişti. Çok kısa bir sürede battığına göre, hiç şüphe yok ki cephaneliği havaya uçmuştu. Fakat patlamanın mayından mı, topçu ateşinden mi veya içeride çıkan bir yangın nedeniyle mi olduğu kesin değildir” (Amiral de Robeck’in şahsi evrakı, Churchill College Arşivi, Cambridge Üniversitesi. Çeviri benimdir AA).
Dr. Behçet Sabit Bey, İstanbul’dan yollanan tebliğleri de kayda geçirmişti. Örneğin, 26 Mart tarihinde günlüğüne İstanbul’daki Karargah-ı Umumi, İstihbarat Şubesi’nden gelen bir bildiriyi de günlüğüne kaydetmişti. Bildiride İngiliz ve Fransızların resmî hükümet açıklamaları özetleniyor ve zırhlılarının serseri mayınlara çarparak battıklarını İtilaf Devletlerinin iddia ettikleri belirtiliyordu (s. 65-66). Gerçekten, 20 Mart 1915 tarihli The Times gazetesinde İngiliz Bahriye Nezareti’nin resmî tebliği yayınlanmıştı. Tebliğde, zırhlıların serseri mayınlara (floating mines) çarparak battıkları belirtiliyordu. Hatta, iki gün sonra aynı gazete, Çanakkale’deki savaş muhabirine atfen, “tartışmasız bir şekilde talih Türklerden yanaydı. Hava onlardan yanaydı… İlaveten, bir parçacık iyi şans ve yüzer gezer mayınlar sayesinde gemileri indirmeyi [başardılar]” (The Times, 22 Mart 1915) diye yazmıştı. Tabii muharebenin kaybına mazeret olarak “kör talih” gösterildiği zaman, İngiliz ve Fransız halkının bu mağlubiyeti içine sindirmesi kolaylaşıyordu. İngilizlerin, “Osmanlı topçusu iyi savaşıyordu” demesini beklemek abesti.
Bu tür savaş propagandası Osmanlı subaylarının tepesini attırmış olmalı. 22 Mart tarihli İtilaf açıklamalarını özetleyen tamimin sonuna, Çanakkale Müstahkem Mevkii Kumandanlığı bünyesindeki 2. Ağır Topçu Tugayı Kumandanı olan Albay Mustafa Talat Bey dayanamayıp şunları yazmıştı:
“Yukarıda yazıldığı ve ondan fazla da tamimden anlaşıldığı üzere düşman gemileri sırf mayınlarla zayiata uğradıklarını söylüyorlar ki bu da düşmanın manevi kuvvetinin ne kadar kırıldığını anlattığından batarya zabitleri ve erlerine düşmana daha fazla zayiat verdirmesi için son derece çalışmalarını tavsiye eder ve Allah’tan kendilerine yardımcı olmasını temenni ederim” (Behçet Sabit, s. 66).


Sadece Osmanlı subayları değil, o günlerde İstanbul basını da Bouvet zırhlısını batıran Osmanlı topçusuna methiyeler düzüyordu. Yine 18 Mart Üniversitesi, Tarih Bölümü öğretim üyelerinden Yard. Doç. Dr. Mithat Atabay’ın Osmanlı basınından Çanakkale muharebeleri ile ilgili haberleri toparladığı derlemesine göre, 21 Mart 1915 günü Tasvir-i Efkar gazetesinde yayınlanan resmî tebliğde şunlar ifade ediliyordu: “Çanakkale muhârebâtından anlaşıldığına nazaran batmazdan evvel Fransız (Bouvet) zırhlısına toplarımızdan büyük çaplı iki mermi isabet ettiği yan taraftan icrâ edilen tarassudatla [gözlemlerle] katiyyen taayün [kesin olarak belli olmuş] ve tahakkuk etmiştir” (Bkz. Mithat Atabay, Tasvir-i Efkar gazetesinde Çanakkale Savaşları, s. 114).
Dr. Behçet Sabit Bey’in bulunduğu Yıldız Tabya, bugün Bouvet zırhlısının batığının bulunduğu noktadan 12,400 metre uzaklıktadır. Çok ilginçtir, Dr. Behçet Sabit bir tarihçi gibi çalışarak kendi gördüklerinin doğru olup olmadığını başkalarının gözlemleri ile de kontrol etmek ister. Bouvet batığının bulunduğu noktaya 5,690 metre uzakta bulunan ve muharebeyi elindeki dürbünü ile izleyen Tenker Havan Bataryası subaylarından Yenice-i Vardarlı Hüseyin İbrahim’in anlattıklarını da günlüğüne kaydeder: “Öğleden sonra [Anadolu yakasındaki] Dardanos’a yaklaşan Fransız gemisi [Bouvet],” [Rumeli] Mecidiye taraflarından gelen bir mermiyle tam su kesimine yakın büyük bir patlamanın ardından alevler çıkardı, döndü… Giderken kömürlükte veya başka bir yerde patlama meydana gelmesinden olsa gerek, yeniden alevler parladı. Döndüğünde, önce kıç tarafından, ani olarak battı. Her tarafı kapalıyken o esnada yan kapakları açıldı” (Behçet Sabit, s. 46).
Dr. Behçet Sabit Bey’in yazdıklarını okuduğum zaman Bouvet’nin batışı ile ilgili resmî anlatılar hakkında şüphe duymaya başladım. Acaba, 18 Mart günü savaşa katılan Alman topçu subaylarının savaş raporları olup biteni nasıl anlatıyordu? Bu sorunun cevabı Freiburg’daki Alman Askeri Arşivleri’nde olmalıydı. O günlerde çalışmak üzere Freiburg’daki arşive giden dostum Dr. Hilmar Kaiser’den 18 Mart ile ilgili savaş günlüklerinin fotokopisini almasını rica ettim. Sağolsun, alıp getirdi. Erenköy-Tenker Bölge Komutanı Yarbay Wehrle’den İstanbul’daki 1. Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşa’ya yollanan 19 Mart tarihli rapor şöyleydi:
“O sırada savaş hattındaki [Linienschiff ] Bouvet tipindeki iki Fransız zırhlısı öne çıktılar ve Anadolu Hamidiye Tabyası’ndan ve benim bölgemden açılan çapraz topçu ateşi altında kaldılar. Bouvet, [Anadolu] Hamidiye tabyasından atılan 35’lik bir mermi ile su kesiminin altından vuruldu. Yana yattı, geri çekildi ve alabora oldu. 1,5 dakika içinde bütün mürettebatı ile bir kaya gibi battı (saat 1.45). Diğer Fransız gemisi [Suffren] ise, ağır hasarlı olarak [Çanakkale Boğazı’nın] dışına çıktı.”
Osmanlı ve Alman subaylarının anlatılarında küçük bir fark göze çarpıyor. İki taraf da Bouvet’nin topçu ateşi ile battığını vurguluyor, ancak zırhlının hangi tabyadan atılan mermi ile battığı konusunda aralarında ihtilaf var. Osmanlı subayları, Yüzbaşı Manastırlı Mehmet Hilmi Bey’in komutasındaki Rumeli Mecidiye Tabyası’ndan atılan mermi ile Bouvet’nin battığını ifade ederken, Alman subayları da Yzb. Fritz Wossidlo komutasındaki Anadolu Hamidiye Tabyası’ndan yapılan vuruşlarla Bouvet’nin sulara gömüldüğünü belirtiyor. Şimdilik, zaferi paylaşmak konusunda küçük bir anlaşmazlık olduğunu söylemekle yetinelim.

Buve’yi ka’r-ı deryaya gönderen kahramanlar’
1916 yılı Ocak ayında yayımlanan Harb Mecmuası’nda Yzb. Mehmet Hilmi Bey’in fotoğrafı ve “Buve zırhlısını batıran top ve Batarya Kumandanı Hilmi ve Mülazım Fahri Efendiler” başlıklı haberi. Fotoğrafın orijinali üzerinde ise “Bouvet zırhlısını ka’r-ı deryaya (denizin dibine)gönderen batarya kumandanı Yüzbaşı Hilmi ve Mülazım Fahri Beyler” yazıyor (en üstte). Bouvet’nin batışını haber yapan Fransız basını: “Bouvet’nin Şerefli Sonu!”


2012 yazında Selçuk Kolay tarafından organize edilen ve Vehbi Koç/Ayhan Şahenk Vakıfları tarafından desteklenen bir “Çanakkale Batıkları” araştırması yapıldı. Dalgıçlar, 1915’ten bu yana deniz dibinde yatan Çanakkale batıklarına daldılar ve sualtı görüntülemesindeki son teknolojiyi kullanarak batıkların resimlerini çıkardılar. Şu anda 70 metrede yatmakta olan Bouvet zırhlısına dalış izni alamadılar, ama üç boyutlu “Multibeam Sonar” yöntemi ile batığın görüntülerini çektiler. 2013’te son derece şık bir kitap yayınlayarak bu görüntüleri kamuoyu ile paylaştılar (Selçuk Kolay, Derinlerden Yansımalar: Çanakkale Savaşı Batıkları). Kitaptaki Bouvet ile ilgili görüntülerde, teknenin burnunda sacların dışarı ayrıldığı iki adet delik gözüküyordu. Ayrıca geminin gövdesinin ortasında çok büyük bir delik daha vardı. Dalgıç ekibi çektikleri görüntüleri dünyada bu işin en büyük uzmanlarından ve SNAME (The Society of Naval Architects and Marine Engineers) üyesi olan Dr. Larrie D. Ferreiro ve Sean Kery ile paylaştılar. Bu iki isim aynı zamanda ‘Marine Forensics Committee’ üyesi idi, yani bir geminin nasıl battığı konusunda araştırma yapıp, rapor yazan uluslararası çapta uzmandılar. Raporun önemli noktaları şöyleydi:“Mayın yarası, Bouvet’nin alabora olup batmasıyla ilgili tek sebep değildir. Çünkü:
• “Geminin baş tarafına yakın olan mayın hasarı geminin ortasındaki büyük patlama ile ilgili şahit ifadeleri ile örtüşmemektedir.”
• “[Baştaki] mayın yarası büyüklük ve yer olarak geminin bu kadar çabuk alabora olmasına yol açacak nitelikte değildir. Mayın yarası ilk 50 saniye içinde arkaya kadar birçok bölmenin su ile dolup geminin batmasına yol açacak kadar büyük değildir. Zaten eğer böyle olsa idi, geminin baş taraftan batmaya başlaması gerekirdi ki bu da gerçekleşmemiştir.”
• “Geminin kısa sürede alabora olmasının esas nedeni, sancak tarafındaki kazan dairesinin yanında bir deliğin meydana gelmiş olmasıdır… Sancak tarafındaki bölmeye dolan suların aynı taraftaki mayın yarasından giren sularla gemiyi hızlı bir şekilde sancak tarafına yatırdığını varsayabiliriz.”
• “Böyle bir hasar, ancak Osmanlı topçusunun açtığı ateş sonunda oluşabilir.”
• “[Baş taraftaki] Mayın yarası % 85 olasılıkla Bouvet’nin batmasının tek sebebi değildir.”

Aynı şekilde, eldeki 3D sonar verilerini inceleyen, Fransız Deniz Akademisi üyesi Dr. Jean- Marie Kowalski’nin raporu da şöyleydi: “Geminin gövdesinde, makine dairesinin hemen önünde ciddi hasar vardır. Bu [hasar], geminin batmasının tek nedeninin sadece mayın yarası olmadığını bize göstermektedir. Geminin bordasındaki hasarı, büyük bir olasılıkla Osmanlı topçusunun attığı bir mermi yaratmış olmalıdır.” (Selçuk Kolay, s. 84).
Şimdi, tarihçi olsanız ve önünüze itibarlı iki bilirkişiden gelen böyle bir raporu okusanız ne yaparsınız? Artık, “18 Mart ile ilgili ‘resmî’ tarih anlatımında bazı değişiklikler yapma zamanı gelmiştir”. En azından, “Bouvet zırhlısı Osmanlı topçusu tarafından batırılmıştır” veya “her yıl Nusret mayın gemisine ve kahraman subaylarına (Almanları da unutmadan!) methiyeler düzelim, ama en azından Bouvet’yi batıran Osmanlı topçularını da hayırla analım” demez misiniz? Bakın, Selçuk Kolay ve diğer dalgıçların hazırladığı kitapta resimlerin yanı sıra o günü ballandırarak anlatan Yard. Doç. Dr. Mithat Atabay neler yazmış:
“Bouvet, Erenköy Koyu’na doğru sancağa manevra yaptı. Saat 13.54’ü gösteriyordu ki Bouvet, sancak tarafından bir mayına çarptı ve tahminen buradaki cephanenin de infilak etmesiyle çok şiddetli bir patlama meydana geldi… Bouvet elli beş saniye içerisinde battı” (Selçuk Kolay, s. 89) Aynı kitaba bir giriş yazısı yazan ve bir süre Deniz Kuvvetleri’nde eğitmen olarak çalışmış olan emekli Binbaşı Erol Mütercimler de şunları yazmış: “Saat 14.00’de Bouvet’in sancak tarafında daha sonra siyaha dönüşen küçük sarı bir duman bulutu yükseldi. Bouvet, 8 Mart gecesi Nusrat’ın döktüğü ve mayın tarayıcıların bulamadığı mayınlara çarpmıştı” (Selçuk Kolay, s. 41).

Peki, Bouvet’nin Osmanlı topçusu tarafından batırıldığını söylemek için acaba daha hangi kanıtlara ihtiyacımız var? Bir yandan 21 Mart 1915 günü Tasvir-i Efkar gazetesinde yayınlanan haberleri Osmanlı basınından alıp yayınlayacaksınız, diğer yandan dalgıç ekibinin önünüze koyduğu üç boyutlu sonar görüntülerini ve dünya çapında uzmanların yazdığı raporları okuyacaksınız, işte bütün bunlara rağmen hâlâ “Bouvet zırhlısı, Nusret’in döşediği mayınlara çarpıp battı” diyerek resmî anlatıyı tekrarlayacaksınız.
Bu noktadan sonra, İngiliz ve Türk resmî tarihlerini hafız ve mevlithanlar gibi tekrarlayan tarihçilerimizi bir kenara bırakıyoruz. Bu yazıyı takiben yayımlanan ve dalgıç Tosun Sezen ile yaptığım mülakatı okursanız, Bouvet’nin baş tarafında bulunan “sözde” iki mayın deliğinin nasıl açıldığını da öğreneceksiniz. 1967’de batığın yerini tespit eden ve buraya ilk dalan kişi olan Tosun Sezen’in anlattıkları, Bouvet zırhlısının artık hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde Osmanlı topçusu tarafından batırıldığını göstermektedir.
En heyecanlı soruyu sona bıraktık: Peki, Bouvet hangi tabyadan atılan mermi ile su kesiminin altından öldürücü yarayı alarak battı?


Meraklısı bilir, 1915 sonlarında Osmanlı Harbiye Nezareti kanlı savaşta okur-yazar takımının moralini yükseltmek için Harb Mecmuası isimli bir dergi çıkarmaya karar verir. Bol resimli ve kahramanlık menkıbeleri ile dolu olan bu derginin üçüncü sayısı 1916’nın Ocak ayında çıkmıştır. Bu sayının 37. sayfasında bir topun önünde poz vermiş olan iki subayın fotoğrafı vardır. Fotoğrafın altyazısı şöyledir: “Buve” zırhlısını batıran top ve Batarya Kumandanı Hilmi ve Mülazım Fahri Efendiler.” Tabii bu fotoğrafa bakıp, “Aman ne olacak, Osmanlıların savaş propagandası işte” deyip geçebilirsiniz. Fakat propaganda da külliyen yalanlar üzerinde kurulmaz. İnandırıcı olması için belli bir hakikat payı taşıması şarttır. Bu nedenle, bu fotoğrafı farklı değerlendirmek gerekiyor.
Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey ile ilgili olarak biraz araştırma yaptığımda karşıma Çanakkale Geçilemedi: Yüzbaşı Mehmet Hilmi başlıklı bir “belgesel roman” çıktı. Manastırlı Mehmet Hilmi Bey’in kardeşinin torunu olan Gazanfer Sanlıtop tarafından yazılmış ve 2010’da basılmıştı. Ancak aileden birinin ulaşabileceği belge ve bilgiler kullanılarak Yüzbaşı Mehmet Hilmi (Şanlıtop) Bey’in hayatı romanlaştırılmıştı. Mehmet Hilmi Şanlıtop 1884- 1946 yıllarında yaşamış, Çanakkale muharebelerine katılmış ve topçu Albay rütbesi ile 1942’de emekli olmuştu. 18 Mart’ta gösterdiği yararlıklar nedeniyle kendisine verilen Osmanlı “Gümüş Liyakat-ı Muharebe” Madalyasının fotoğrafları ve beratı, ayrıca Alman İmparatoru tarafından verilen 2. derece “Demir Haç” Madalyasının fotoğrafları ve belgesi kitapta bulunuyordu.
Metinde, Yüzbaşı Mehmet Hilmi’ye ait olduğunu düşündüğüm bazı paragraflar da italik ile dizilmişti. Gazanfer Sanlıtop, olayları Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey’in ağzından anlatmayı tercih etmişti. Gazanfer Sanlıtop’u telefonla aradım ve tanıştım. Kendisine, Yzb. Mehmet Hilmi Bey’in elinden çıkmış bir metin olup olmadığını sordum. Merhum, 1940’ların başında Harp Akademisinde Çanakkale Boğaz Muharebelerini anlatmak üzere bir konferans metni hazırlamıştı (Gazanfer Bey kitabında kullandığı bu Osmanlıca metni ve transkripsiyonunu benimle paylaşmak nezaketini gösterdi. Kendisine teşekkür borçluyum).
Yzb. Mehmet Hilmi Bey, konferans notlarında savaşı en ince ayrıntısına kadar anlatıyordu. O gün saat 11.30’da 16,000 metreden başlayan İngiliz bombardımanı altında toplarının isabet alacağından korkan Yzb. Mehmet Hilmi, Müstahkem Mevkii Kumandanlığından ateşe başlamak için izin istediğini fakat iznin verilmediğini vurguluyordu. Bunun üzerine inisiyatifi ele alarak, önce kumandanlık ile telefon hatlarını kesiyor, sonra da “beklemenin devamının [Rumeli] Mecidiye’de hasarlar yapacağını göz önünde tutarak, bütün mesuliyeti üzerime alarak ateşe başladım” diyordu. Zırhlıların 13,500 metrede menzile girmeleri ile atışlara başladığını söylüyordu. Şimdi, Rumeli Mecidiye tabyasından 13,080 metre uzakta batan Bouvet zırhlısının sulara gömülüşünü Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey’den izleyelim:
“Sufren Zırhlısı saat 14.00’te büyük bir süratle dışarı çıkmakta ve Bouvet de onu takip etmekte idi. Hafif bir yara alan Bouvet tam önümüzden geçmekte iken [en az 10 km uzaklıktaki, Rumeli] Mecidiye’den atılan bir mermi bacasına isabet ederek cephaneliği berhava etti. Gemiden kırmızımsı bir duman sütunu yükseldi. Duman dağıldığında geminin iyice yana yattığı görülüyordu. 2 dakika gibi kısa bir zaman içinde, Fransızların ‘Yarım Dünya’ dedikleri Bouvet Zırhlısı battı.” (Gazanfer Sanlıtop, Çanakkale Geçilemedi: Yüzbaşı Mehmet Hilmi, s. 221).


18 Mart günü savaşın ateşi azaldıktan sonra yaralıları hastaneye sevk ettiğini yazan Yzb. Mehmet Hilmi Bey anlatısına şöyle devam eder:
“Alaydan, terk edilen [Irresistible ve Ocean] zırhlılarının batırılması için ateş etmem emredildi. Eski mermilerle ateşe başlayarak 9,500 metre mesafe ile üçüncü mermide isabet aldım [kaydettim!]. Diğer mermiler de tamamen isabet etti…. Ateş kestim… Daha sonra erleri bataryanın gerisine topladım. Harp vaziyetini ve yapılan iş hakkında malûmat ile gayret ve fedakarlıklarını takdir ettiğimi bildirdim. Düşmanın zayiatına nazaran verdiğimiz yaralı ve şehit arkadaşlarımızın hiç mertebesinde olduğunu, bunu dünya ve âhiret mükafatları ile telafi edecekleri yollu beyan ve mütalaa ettiğim sırada [2. Ağır Topçu Tugayı] Liva Kumandanı [Mustafa] Talât Bey geldi. Kendisinin sabahtan akşama kadar Tenker tarassut (gözetleme) mevkiinde kalarak savaşın bütün safhalarını gördüğünü, Bouvet Zırhlısının, bataryamızdan atılan bir merminin su kesiminden bir metre aşağısına isabetle cephane deposunda hâsıl ettiği infilak ile battığını ilave ile ateşe devam etmememi emrettiler” (Şanlıtop, s. 222).
Evet, Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey’in anlattıkları böyle. Geçenlerde Gazanfer Bey’i arayarak Yzb. Mehmet Hilmi Bey’in mezarının nerede olduğunu sordum. Emekli olduktan sonra, Halvetîlerin bir kolu olan Şabaniye tarikatı mensupları ile tasavvuf sohbetleri yaparak son günlerini geçiren Albay Mehmet Hilmi Bey’in nedense şehitlik gibi bir ‘resmî’ mezarlıkta gömülü olacağını düşünmüştüm. Halbuki, Edirnekapı Mısır Tarlası Kabristanında gömülü imiş. Yanındaki mezar ise, “Tarîkat-ı aliyye-i Şabâniyyeden … Fatih Mehmed Han Hazretleri’nin türbedârı Şeyh Bekir Efendi”ye ait bulunuyordu. Merhumun tercihi yattığı yerden bile belli oluyordu. Son derece mütevazı mezar taşında ise şunlar yazılıydı:
“18 Mart 1915 Çanakkale Harbinde Fıransız Büve zırhlısını batırıp diğerlerini kaçmaya mecbur ederek deniz zaferini kazanan Mecidiye Bataryasının kahraman komutanı Tarikat-ı Şabaniye pirânından [pirlerinden] Fatih Türbedârı Ahmet Âmiş Efendinin hülefâ-i bendegânından Emekli Albay Manastırlı Mehmet Hilmi Şanlıtop ruhu için Fatiha. 22 Nisan 1946 – Arabi 20 Cemaziilevvel 1305.

Ölümünden sonra mezar taşına Albay Mehmet Hilmi Bey’in kahramanlıklarını yazdıran ailesi, günümüzde Rumeli Mecidiye tabyasının sadece sırtında mermi taşıyan Seyit Onbaşı’nın arabesk pehlivanlık menkıbeleri ile anılacağını nereden bilebilirdi ki? İngilizlerden tercüme resmî tarihimizin yüz yıl sonra Yzb. Mehmet Hilmi Bey’i yok sayacağı kimin aklına gelirdi? Maalesef, ‘alaturka’ tarihçiliğin körlüğü böyle şeylere izin veriyor işte!
Bir derin nefes alıp, bu körlüğün sebepleri üzerinde durmamız gerekiyor: Bir yandan her 18 Mart’ta Nusret mayın gemisinin kahramanlıklarının yanı sıra, Seyit Onbaşı menkıbeleri anlatılırken, “acaba Seyit Onbaşı’nın komutanı kimdi” sorusunu sormamış olmak bunlardan ilk akla geleni… İkincisi de, Sir Julian Corbett’in daha 1921 yılında İngiliz resmî tarihini yayınladığını göz önünde tuttuğumuz zaman, Genelkurmay’ın ancak 57 yıl sonra kendi tarihini yayınlayabilmiş olması düşündürücü. 1978’e kadar geçen zamanda artık Çanakkale muharebelerinin tarih yazımında İngilizlerin egemenliği pekişmişti. Dolayısıyla, Türklerin resmî tarihi de İngilizlerin yazdıklarının kötü bir karikatürü oldu. Üçüncü olarak, yakın zamana kadar Askeri Arşivlerde çalışma izni almak için doldurulan formda “referans” isteniyordu. Tarih yazımı üzerinde kurulan “askerî vesayet” sayesinde, arşivleri ancak “sen-ben-bizim oğlana” açıp, diğerlerine kapatmak toplu cehaletimizin altyapısını oluşturmuştur. Bütün bunlara ilaveten, dil bilmeyen, yabancı arşivlerin kapısından geçmemiş ve eleştirel düşünceden nasibini almamış tarihçi esnafının varlığını düşündüğümüz zaman, 101 yıl sonra neden hâlâ “acaba Bouvet zırhlısı nasıl battı” sorusunun üzerine tartıştığımızı anlıyoruz.
Kısacası tarih yerine menkıbe; Osmanlı ve Alman subaylarının anlatısı yerine İngiliz resmî anlatısı; askerî arşivleri açmak yerine kilit altında tutmak ve son olarak da eleştirel düşünce yerine “kolaycılık” seçildiği zaman, neden 1915’de üstleri tarafından madalyalara boğulan ve fotoğrafı dergilere basılan kahraman topçu subayı Yzb. Mehmet Hilmi Bey’in unutulduğunu anlamak mümkün olabiliyor.