Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

56 yıl sonra Oğuz Atay’dan gelen mektup

Ünlü edebiyatçımızın 1961 tarihinde arkadaşına yazdığı sekiz sayfalık mektup, Oğuz Atay’ın yazarlık kariyeri öncesi dünyasına ışık tutuyor; sonraki ölümsüz eserlerine dair ipuçları barındırıyor.

Ara Güler’in unutulmaz fotoğrafı.

Oğuz Atay, bu toprakların yakın edebiyat tarihine damgasını vurmuş çağdaş Türk romancı. 2012 Aralık ayında yayımlanan 47. sayımızda, “Hissiyatımızın Tarihçisi” başlığıyla kapak konusu yaptığımız Atay, bu coğrafyada yaşayan insanların gündelik “haller”ini, yani bize kendimizi gösteren müstesna bir yazardı.

1977’de ölen Atay, eserlerinin kazandığı başarıyı, okurlarının büyük ilgisini, başeseri Tutunamayanlar’ın nihayet geçen yıl İngilizce olarak yayımlandığını göremedi. Ne var ki tüm bunların bu şekilde olacağını yaşarken öngörmüş bir zekaydı: “Önce kendini tanıtmalısın, yaptıklarınla ispat etmelisin kendini. Başkaları nasıl yapmışsa, nasıl yapıyorsa öyle davranmalısın. Kendini önce başkalarına kabul ettirmelisin ki biz de kabul edebilelim. Bunun için de belki ölmelisin. Unutulmalısın. Unutulan herkesin hatırlanması için ne kadar zaman geçiyorsa, o kadar zaman geçirmelisin mezarda. Orada bile acele etmemelisin. Senden önce ölüp, senden önce unutulanlar ve hatırlanmayanlar var. Dur bakalım, dur hele. Sıranı bekle” (Tutunamayanlar).

Ölümünün 40. yılında, Oğuz Atay’ın 60’lı yılların sonlarında başlayan yazarlık serüvenini değil, öncesindeki hayatından bilinmeyen ve önemli bir belgeyi de okurlarımızla paylaşmak istedik (Gerçi bilindiği gibi kendisi üniversitede de hocalık yapmış, Yol Mühendisliği ve Topografya adlı iki ders kitabı yazmıştır).

Askerlik arkadaşı ve meslektaşı rahmetli Avşin Baysal’a 19 Mayıs 1961’de yazdığı mektup, evlilik kararını ve bunu nasıl aldığını, anladığını anlatıyor. Nefis bir Türkçe’yle yazılan mektup için Avşin Baysal’ın eşi Yıldız Hanım’a, Oğuz Atay’ın ilk eşi Fikriye Hanım’a, kızı Özge ve torunu Oğuz Kansu Canbek’e minnettarız.

Gürsel Göncü

OĞUZ ATAY’IN MEKTUBU

19 Mayıs 1961

Sevgili Avşin,

Sana uzun zamandır yazmadım, daha doğrusu artık yazışma alışkanlığımızı kaybettik. Bu önemli haber de olmasaydı belki uzun bir süre daha yazışmayacaktık. Evet sana önemli bir haberim var: evleni­yorum. Bizim bazı davranışlarımız galiba çok benziyor. Ben de senin gi­bi bu haberi bir mektupla veriyorum. Senin yaptığın gibi uzun bir “yazışa­mama” devresi sonunda bu sessizliği bozarak seni -bana da öyle olmuştu-şaşırtıyorum. Daha başka benzeyişler var. Evleneceğim kızı daha önce tanı­yordum. Fakat uzun zamandır görüş­müyorduk. Bir gün ona -yalnız, yolda değil- sinemada rastladım. Konuş­tum. Sonra… sonrası belli. Bu cümle çok söylenmiştir ama yeniden yazıla­bilir: evlenmeye karar verdik. Belki şu satırları okurken “sen de mi?”, “yok canım”, “vah! vah!” ve benzeri sözleri aklından geçireceksin. Eksik olma­sınlar, buradaki arkadaşlar bu sözle­rin öyle varyasyonlarını buldular ki senin yeni bir şey söyleyebileceğini sanmam. Onun için ciddi ve “mesele­nin ehemmiyetine müdrik” (!) fikirler beklerim senden. Yalnız şu arada be­lirteyim: bu konuda yapılan esprile­ri (arkadaşların yaptığı) ben şahsen komik bulmadım. Evet, bütün bu ta­kılmaların gerisinde, akılları kurcala­yan soruya gelelim: neden evleniyo­rum? Ben, hani şu falan filan adam, mangalda kül bırakmayanlar banka­sı umum müdürü, nasıl olur da… Bu soruların çoğunu cevapsız bıraktım, ya da beylik cevaplar verdim; çünki birçoğunun düşündüklerimi anlama­yacağını ya da inanmayacağını gör­düm. Fakat –iltifat değildir- senin bu konuda daha anlayışlı olduğunu bildi­ğim için düşüncelerimi anlayacağını, daha doğrusu anlamak değil de -tabii anlayacaksın- sözlerin gerisindeki kuramları sezeceğini –bence burada en yerinde kelime “sezgi”- sanıyorum.

Evet, neden evleniyorum? Sebep­lerden bir tanesi çok apaçık. Fazla açıklamanın gereksiz olduğunu sen de takdir edersin. Belki de harbi kay­betme sebeplerini “önce barut yoktu” diye saymaya başlayan subaya ben­ziyorum. Bundan sonraki sebepleri önemli saymayabilirsin. Nitekim bir­çok kimse öyle düşündü. Bu konu­da objektif olamıyacağımı bildiğim için hiçbir düşünceyi kötülemiyece­ğim; sadece bu sebebin dışında başka sebepler de olduğunu sandığım için bunları kaydetmekle yetineceğim.

Kendini halletmeyen insan kendi dışında hiçbir şeyi halledemez

Kendimi, huzursuzluk arayan, karışık işleri çözmekten hoşlanan bir adam sanıyordum. İnsanlara ancak mutlak huzursuzluğun bir şeyler yaptıracağını ve huzurun ölüm gibi bir şey olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım. Gerçekten çok huzur uyuşturabilir; ama gereksiz huzursuzluklar aynı derecede zararlı olmaz mı? Sonra huzur ayaklarını uzatıp yatmak ve hiçbir şey düşünmemek demek değildir. İnsan en hareketli ve yorucu devresinde bile huzur içinde olabilir. Bu düşüncelerimi her zaman söylediğim şu cümle ile belki özetleyebilirim: “Kendini halletmeyen insan kendi dışında hiçbir şeyi halledemez”.

Kendimi, huzursuzluk arayan, ka­rışık işleri çözmekten hoşlanan bir adam sanıyordum. İnsanlara ancak mutlak huzursuzluğun bir şeyler yap­tıracağını ve huzurun ölüm gibi bir şey olduğunu düşünüyordum. Yanıl­mışım. Gerçekten çok huzur uyuştu­rabilir; ama gereksiz huzursuzluklar aynı derecede zararlı olmaz mı? Son­ra huzur ayaklarını uzatıp yatmak ve hiçbir şey düşünmemek demek de­ğildir. İnsan en hareketli ve yorucu devresinde bile huzur içinde olabilir. Bu düşüncelerimi her zaman söyledi­ğim şu cümle ile belki özetleyebilirim: “Kendini halletmeyen insan kendi dı­şında hiçbir şeyi halledemez”. Düşün­cenin istenilen bir yere teksif edile­bilmesi için diğer noktalardan kolay­ca ayrılması, yani başka meselelerin halledilmiş olması gerekir. Ben daha önce -son bir yıldır yeni şeyler düşü­nüyorum- insanın bir şeye kendini ve­rebilmesi için başka her şeyi terket­mesi gerekir sanıyordum. Fakat ya o şeyler seni terketmiyorsa. Bıraktığın şeyler senin tam insan, bütünüyle in­san olmanı engelliyor. Seni asosyal bir tip yapıyor. İnsanın dışına çıkan biri, insanlar için ne yapabilir? Ben, kendi­mi hiçbir zaman tam asosyal görme­dim. Bunu sen de bilirsin. Turhan gibi bir tip olmayı hiçbir zaman düşünme­dim. Bununla birlikte gene de bende kırıcı, yıkıcı bazı taraflar vardı. Hatır­larsın yedek subay okulunda arkadaş olduğumuz ilk günlerde sana da kırıcı davranmıştım. Senin tolerans duygun ve kolay kırılır bir insan olmamanın dostluğumuzun kurulmasında önemli payı olmuştur. Bir insan kendisine so­rulan şeylere sinirli bir şekilde, kırıcı cevaplar veriyorsa kendinde bir eksik­lik var demektir. Rahat bir konuşma tarzı karşındakine emniyet verir. Ben insanları sert ve alaycı uslublarımla şaşırtmayı tercih ediyordum. Böyle bir insan değildim. Sadece öyle görünme­min daha akıllıca olduğunu sanıyor­dum. Yumuşak görünmenin gerçekten de öyle olmak anlamına geldiğini dü­şünüyordum. Oysa benim anladığım tarzda bir sertlik ancak “gergedanlara” yakışırdı. İnsan dış tesirlere kapısı­nı kapamak için derisini kalınlaştırır. Böylece sağlamlık kazandığını sanır. Oysa kalıplı düşünceleri bozulmasın, hazmetmeden edindiği şeyler tenkit süzgecinden geçmesin diye tıpkı Io­nesco’nun insanları gibi “isteyerek” derisini kalınlaştırır. (Bu sözlerimden piyesi gördüğümü ve çok beğendiği­mi anlamışsındır) Piyesteki Botard’ı hatırla. Her şeyin gerisinde “hile se­zen”, hiçbir şeye “görmeden” inanma­yan gergedan bir “toplumcu”. Ben öyle “toplumcu” olmak istemiyorum. Ben insanlara ait olan şeyleri seviyorum. Gergedanlara ait olanları değil. İnsan­lara ait şeyleri sevdiğim için onların severek yaptığı bir şeyi ben de yapıyo­rum: evleniyorum.

Sana bizim dergi işinden bahset­miştim. Turhan’ın son gün ayrılışı­nı da anlattığımı sanıyorum. İşte ben Turhan’ın o günki tartışmada gerge­danlaştığını gördüm. Hem de tıpkı Ionesco’nun oyununda olduğu gibi. Tıpkı Ahmet Evintan’ın oynadığı gibi: arkadaşının yanında ve yavaş yürü­müş. Bu piyes hakkında çok şey söyle­mek istiyorum. Görüştüğümüz zaman daha uzun konuşuruz. Sadece piyesi seyrederken içinde yaşadığımı (ta­bii gergedan olarak değil Beranger olarak -ne kadar mütevaziyim (!) de­ğil mi?) ve artık düşüncelerimi ifade ederken gergedanı dilimden düşür­mediğimi söyleyebilirim; söylemek istediklerim böylece o kadar kısalı­yor ki.

Saadetten derken güzel ve yumuşak bir şeye dokunuyor gibi oluyorum

Sonra, biliyor musun ben saadetten hoşlanıyorum. Onun için de evleniyorum. Saadetten derken güzel ve yumuşak bir şeye dokunuyor gibi oluyorum. Bir insanın idam edilişini düşünmekten ne kadar hoşlanmıyorsam, saadetin kelimesini bile düşünmekten de o kadar hoşlanıyorum. Kendimi ölçtüm, biçtim; meziyetlerimi, kusurlarımı düşündüm. Sonra karar verdim: benim bu halimle bile birçok insandan daha fazla mesut olmaya hakkım var. Pek öyle kötü bir adam sayılmam; ne dersin?

Sonra, biliyor musun ben saadet­ten hoşlanıyorum. Onun için de ev­leniyorum. Saadetten derken güzel ve yumuşak bir şeye dokunuyor gibi oluyorum. Bir insanın idam edilişi­ni düşünmekten ne kadar hoşlanmı­yorsam, saadetin kelimesini bile dü­şünmekten de o kadar hoşlanıyorum. Kendimi ölçtüm, biçtim; meziyetle­rimi, kusurlarımı düşündüm. Sonra karar verdim: benim bu halimle bile birçok insandan daha fazla mesut ol­maya hakkım var. Pek öyle kötü bir adam sayılmam; ne dersin?

Bu yazdıklarımdan beni gevşeyip, yere serilmiş sanabilirsin. Ben öy­le sanmıyorum. Aksine eğer bundan sonra bir şey yapacaksam daha im­kânlı olacağıma inanıyorum. Bir de şu mesele var: “bir şey yapacaksam” dedim ya. O “bir şey” “dünyaya niza­mat vermek” olmayacak galiba. Bir şeyin doğru olduğunu bilmek başka onu gerçekleştirmek ise çok başka. Şu halimle belki çevremdekiler içinde bu işi en çok ben becerebilirim, ama bir işin yapılması için sadece “bazı insan­lardan daha iyi olmak” yetmez ki. Bi­zatihi (kelime çok eski ama daha iyisi yok) değerli olmak gerek. Ben son se­nelerde bir şeyler öğrendiysem şunu iyi anladım: bu işi iyi yapmak güç ve şartlar uygun değil. O zaman da şu ka­lıyor: davanın bir neferi olup ayak iş­leri yapmak. Özür dilerim, ben biraz ihtiraslıyım: her işte yukarıda olmak isterim. Beni egoist bulmadığını tah­min ederim. Gerçek bu yazdıklarım. Sen de biliyorsun. İnsanları bir şey yapmaya zorlayan kuvvet –işin mahi­yeti ne olursa olsun- ihtirastır. İhtiras çalışmanın gıdasıdır. Ben ise çok yo­ruldum boş yere: İhtirasımı kaybet­tim bu işte.

Tabii en başta gelen sebepler­den birisi de Fikriye, evleneceğim kız. Belki sana bahsetmişimdir. Her zaman eğer bir gün birisiyle evlenir­sem muhakkak bu iş onunla olacak diye düşünürdüm, evlenmeyi hiç dü­şünmediğim zamanlar da onu hatır­lardım. Bence çok vasıflı bir kız. Ta­bii bu düşüncem de sübjektif olabilir. Belki “bana öyle geliyor.” Fakat tanı­yınca senin de öyle bulacağını sanı­yorum. Sana ondan bahsetmeyi çok isterdim, fakat sana mektupla anlat­mam çok güç, hem de boyuna sev­dikleri kızdan bahseden tipleri ben eskiden beri biraz yadırgarım. Aynı şeyi yapamayacağım. Buna rağmen seninle karşı karşıya gelince bahset­meyi isterim. Yalnız şu kadarını söy­liyeyim: ben kendisini gerçekten se­viyorum ve üstün buluyorum. Bana emniyetin vardır sözlerime inanırsın değil mi?

Her şeyin gerisinde ‘hile sezen’, gergedan bir ‘toplumcu’ olmak istemiyorum

İnsan dış tesirlere kapısını kapamak için derisini kalınlaştırır. Böylece sağlamlık kazandığını sanır. Oysa kalıplı düşünceleri bozulmasın, hazmetmeden edindiği şeyler tenkit süzgecinden geçmesin diye tıpkı Ionesco’nun insanları gibi “isteyerek” derisini kalınlaştırır… Her şeyin gerisinde “hile sezen”, hiçbir şeye “görmeden” inanmayan gergedan bir “toplumcu”. Ben öyle “toplumcu” olmak istemiyorum. Ben insanlara ait olan şeyleri seviyorum. Gergedanlara ait olanları değil. İnsanlara ait şeyleri sevdiğim için onların severek yaptığı bir şeyi ben de yapıyorum: evleniyorum.

İşte sevgili Avşin, durumum böy­le. Daha fazla yazmak isterdim ama buna benim vaktim ve kafam senin de sabrın müsaade etmez (ne yerin­de (!) bir söz değil mi). Fikriye ile Ha­ziran başında evleniyoruz. Fazla ha­zırlık yapmıyoruz. Evlenir evlenmez vapurla geziye çıkacağız. Biliyorsun benim “permi” denen bir vapurla ge­zi hakkım var. Seninle buluşup uzun uzun konuşmak isterdim. Haziran 20’den itibaren yeniden İstanbul’da­yım. Gelirsen çok sevinirim. Olmaz­sa gezi sonrasında biz geliriz. Çoğul konuşmamı yadırgamıyorsun ya? Ne yapalım oldu bir kere. Sana bu kadar uzun yazdım; hemen cevap verip dü­şüncelerini bildirmezsen darılırım ha. Şimdilik bu kadar. Gözlerinden öperim. Yıldız’a selamlar.

Devamını Oku

Son Haberler