Kommagene krallığının müstesna heykelleri, Nemrut Dağı coğrafyasının benzersiz bir özelliği. 2150 metre yükseklikte bulunan bu eserler, yapıldıkları 1. yüzyıldan 19. yüzyıl sonlarına kadar insanlık hafızasından silinmiş. 1881’de yeniden keşfedilen heykeller, dünyadaki tüm arkeologların gözdesi olmuş. Ozan Sağdıç, bundan 60 yıl önce Hayat dergisi için gerçekleştirdiği zorlu yolculuğu ve arkeolojinin insan hikayelerini anlattı.
Gençlik yıllarımda fotoğrafa olduğu kadar belgesel filmlere karşı da ilgim giderek artmıştı. Hayat dergisindeki işime başladığım tarih, İstanbul Üniversitesi Film Merkezi’nin kuruluşunu öğrendiğim tarih ile hemen hemen aynıdır. Bu merkezin kurulması için önderlik eden ve ardı ardına ilk filmlerini üreten hocalar Sabahattin Eyüboğlu ile Mazhar Şevket İpşiroğlu idi. Amaçlarını gelmiş geçmiş tüm Anadolu uygarlıklarını kucaklamak, sanat tarihi açısından onların değerlerini ortaya çıkarmak ve 16 mm.lik film çekimleriyle bunları hem Türk kamuoyuna hem de dünyaya sunup tanıtmak olarak açıklamışlardı.
İlk ürünleri “Hitit Güneşi” idi. Nasıl heyecanla seyrettiğimi anlatamam. “Siyah Kalem”, “Surname”, “Saklı Kilise”, “Karagöz’ün Dünyası” belgeselleri birbirini izlemişti. Beni en çok etkileyen Sabahattin Eyuboğlu-Aziz Albek ortak çalışması olan “Nemrut Dağı” filmi olmuştu. Oradaki eserler hakkında bir rapor kitabı olduğunu öğrenince, Arkeoloji Müzesi kütüphanesinde arayıp bulmuştum. Sözkonusu eser Osman Hamdi Bey’in zengin içerikli Le tumulus de Nemroud Dagh adındaki rapor kitabıydı. Ne yazık ki eser Fransızcaydı ama, fotoğrafları ilgimi artıracak nitelikteydi (çok sonra tıpkıbasımı yapılınca satın alacaktım bu kitabı).
Gel zaman git zaman, 1960 başlarında çalıştığım derginin Ankara bürosu açılmış ve ben gönüllü olarak oraya atanmıştım. Temsilcimiz Yılmaz Çetiner olacaktı. Ancak Demokrat Parti yanlısı bir akşam gazetesindeki ortaklığı yüzünden boş yere “Yassıada mahkemelerine çağırılırım” endişesine kapılmış, demoralize olmuştu. Bizim büroya hiç uğramadı. Hayat’ın temsilciliği tek başıma benim üzerime kalmıştı.

Böyle bir hava içinde 1962’ye geldiğimizde, dergi yönetiminde bir karar alındı: Her hafta bir ilimize ait ilâve çıkarılacak. İlin büyüklüğüne ve önemine göre bazen bir sayı, bazen iki-üç, hatta daha fazla sayı halinde devam edecek. Öyle ki, sonunda hepsi biraraya getirildiğinde bol resimli bir ‘Türkiye Ansiklopedisi’ oluşturulacak. Proje bu. Önde olan bir-iki il ile işe başlandı; ancak ortalıkta yeterli fotoğrafın bulunmadığı ortaya çıktı. Ben ihtilal sonrası Ankara’sında sükûnet içinde yeterli konu olmadığından bahisle “Sinop’tan Anamur’a bir hat çekin, doğuda kalan bütün illeri dolaşıp fotoğraflarını çekeyim” önerisinde bulundum. Teklifi götürür götürmez hemen kabul ettiler.
O yıllarda bu iş —hele Doğu’da— pek kolay değildi. Karayolları gelişmemiş, her istediğin yere otobüs bulunmuyor, bazı yerlerde kamyon kasası dahi lüks. Çok yerde otel bile yok. Böyle bir yolculuğa katlanmak, ancak geniş bir fotoğraf taraması yapma şansına sahip olma aşkından geliyordu. Bu tür bir taramayı daha yüzeysel, ulaşılabilir yerlerde ve devlet olanakları ile 1930’ların sonuna doğru Othmar yapabilmiş. İkincisi aşağı yukarı bir çeyrek yüzyıl kadar sonra bana kısmet olacaktı.
★ ★ ★

Fotoğraf aşkına
İki gün süren yolculuğun sonlarına doğru, araçla gidilebilecek yolun sonuna gelip bir atla zirveye çıkan Sağdıç’ın yorgunluğu her halinden belli oluyor. Sağdıç, çalışırken at bir ara salınmış. Kaçacak olsa, dağ başında kalmak korkutucu olsa gerek…
Yüklendiğim işi oldukça güç koşullar içinde azimle yürütürken sıra Adıyaman’a gelmişti. 1962 ya da 63 yılıydı. 23 Nisan günü Adıyaman’daki törende çok naif çocuk fotoğrafları çekmiştim, oradan anımsıyorum. Buraya kadar gelmişken, halkımız tarafından henüz doğru dürüst bilinmeyen ama benim aklımın bir köşesine çöreklenmiş Nemrut Dağı’na çıkmadan olmazdı. Bugün olduğu gibi oraya ulaşan bir yol yoktu. Her yerde küçük de olsa bir yerel gazete ya da İstanbul gazetelerinden birinin muhabirliğini yapan bir heveskar bulunur. Akıl almak için oradaki bir gazeteci arkadaşla konuştum. Eski Kâhta’ya gidip, oradan at-katır gibi bir binek hayvanı kiralamak gerekiyormuş. Çoğu dereiçi bir vadiden tırmanarak ancak 2 günde zirveye varılabiliyormuş. İyi de, yine de bir kılavuzsuz olamaz gibiydi durum. Küçük iş yerindeki 16-17 yaşlarında açıkgöz bir delikanlı “Abi ben sana yardımcı olabilirim” diye öne çıktı.
Durumu kabullenmek gerek. Sabah bir araç tutup o genç ile Eski Kâhta’ya gittik. Orada hayvan kiralayanları bulmak zor olmadı. Bir katır ve bir at verdiler bize.
Yarı yolda Horik adında küçük bir Kürt köyü vardı. Bizi konuk ettiler, orada kaldık.
Ertesi gün yine oldukça zahmetli bir yolculukla zirveye vardık. Gördüğüm manzara düş kırıcıydı. Devasa heykel başlarının yüzleri iri iri taşlarla kapatılmıştı. Bu tedbir, kazıdan sorumlu arkeolog Theresa Goell tarafından alınmıştı. Amaç da besbelliydi: Kimse fotoğraf çekmesin! Arkeologların kendileri yayın yapmadan önce, başkasının fotoğraf çekmesini ve yayın yapmasını istememek gibi bir hakları olabilir. Ancak mevcut durum farklıydı. Burada bir kazı sonucu çıkarılmış bir eser yoktu. Vaktiyle düştükleri yerde yana yatmış birkaç başı doğrultmuşlardı, o kadar.
Tümülüsü bekleyen iki bekçi vardı. Heykelleri taşlarla kapatanlar da onlardı. Allahtan akıl edip, yola çıkmadan önce Müzeler ve Eski Eserler Genel Müdürü’nün imzasıyla “Bir kültür projesinde görevli olduğumu, bütün müze ve ören yerlerinde çekeceğim fotoğraflar için yardımcı olunmasını” isteyen bir belge almıştım. Genel Müdürlüğün antetli kağıdında resmî damgayla mühürlenmiş metin öyle bir dille kaleme alınmış ki okuyan beni idarenin özel görevlisi gibi de algılayabilirdi. Bekçilere o resmî belgeyi gösterdim. “Hadi bakalım şu taşları indirin de güzel güzel fotoğraflarını çekelim” dedim. Onlar Theresa Hanım’ın adamları değillerdi ki, genel müdürlüğün memurlarıydı. Emir demiri keserdi yani. Gerekli temizlik yapıldı ve ben rahat bir çalışmayla iyi bir iş çıkardım.

Tatsız sürpriz: Heykeller kapalı
Zahmetli yolculuğun sonunda zirveye ulaştıklarında kötü bir sürpriz Sağdıç’ı bekliyor. Kazıdan sorumlu arkeolog Theresa Goell, heykelleri taşlarla örtmüş. Neyse ki bekçiler, fotoğraflar çekilmesi için zorluk çıkarmadan yardımcı oluyorlar.
Ortaya çıkan başlara baktığımda, çok değer verdiğim ve dostluğunu kazandığım Sabahattin Eyüboğlu’nun bir sözü aklıma geldi hemen. Nemrut Dağı’ndaki mevcut kültürün bir Doğu-Batı sentezi olduğundan bahisle “Burada Doğu, Batı’ya külah giydirmiş” demekteydi. Gerçekten de tümülüsün banisi kral Antiochos ve eşlik ettiği mitolojik tanrıların hepsi yerel bir başlık olan keçe külahlıydılar. Tabii kader-talih kraliçesi Tykhe hariç. İşimiz bitince dönüş yolunda yine aynı köyde bir gece daha kaldık. Eski Kahta’da arkeolog Prof. Friedrich Karl Dörner ile tanıştım. Bu çok mutlu bir raslantıydı. Sekiz-dokuz yıldır Türkiye’de imiş; Türkçeyi oldukça iyi konuşabiliyordu. Beni kazısını yaptığı Arsameia bölgesine götürdü. Burası Kommagene krallığının yazlık başkenti imiş. Mitras tapınağı olabilir diye betimlediği 150 metre kadar derinliğe inen merdivenli mağaranın başına dikilmiş anıtsal bir steli ve çevresini ayıklamış, temizlemiş. Taş anıtın üzerinde Kral 1. Antiochos ile Greklerin tanrısal kahramanı Herakles tokalaşıyorlardı. İki kültürün barış anıtı olarak.
Profesör Dörner bana ders verircesine Kommagene krallığını, Nemrut Dağı eserlerini, bütün o dünyayı, inançları ve kültürü ile anlattı. Bu krallık bir Helenistik Çağ krallığı idi. Büyük İskender’in zaptettiği geniş topraklar ölümünden sonra generallerinin kendi aralarındaki mücadeleye tanık olurken, Kuzey Mezopotomya ile Anadolu’nun öpüştüğü bir noktada küçücük bir alanı kapatmışlar. Bugün yine küçük Adıyaman ilimizin içine sığışmış. Başlangıçta Selevkosların bir satraplığı iken MÖ 100 tarihinde Mitridat Kallinikos tarafından bağımsızlığa kavuşturulmuş. Aynı soydan birkaç kral geçtikten sonra 40 yılında Roma egemenliği altına girmiş.
Nemrut Dağı üzerindeki tümülüsün ve iki yöndeki taraçalardaki anıtsal yapılanmanın Mitridat’ın oğlu 1. Antiochos döneminde gerçekleştiği kabul ediliyor. Bu kral, soyunu bir asalet zincirine bağlamak gereği duymuş olmalı ki, baba tarafından Perslerden, ana tarafından ise İskender’den geldiğini söylüyor. Anadolu’nun 200 yıl kadar Part egemenliği altında kaldıktan sonra İskender ve ardıllarının eline geçmiş olması tarihsel bir gerçek. Antiochos bu iki emperyal gücün varisi gibi davranmış. Hatta kendisini tanrılar katında görmüş.
Her tümülüsün çekirdeğinde bir kabir hücresi vardır ve orada en azından bir kral ölüsü falan bulunur. Bu tümülüsün özelliği toprakla değil, yumruk büyüklüğünde taşlar yığılarak yapılmış olması. Yığından birkaç taşı alacak oldun mu, yukarıdan yenileri yuvarlanıp geliyor. Bu yüzden, mezar odasına ulaşılamamış. Diyorlar ki burasını Antiochos’un kendisi yaptırmış. İş böyleyse karşımıza bir ikilem çıkıyor. Bu devasa tümülüsün içindeki gerçekten Antiochos’un mezarı ise, ölümünden ve gömülmesinden sonra burasını yapabilmiş olması akla uygun değil. İçine babası Mitridates’in ölüsünü gömdüyse, o zaman Tanrılarla birlikte tahta oturttuğu kendisinin değil, babasının heykeli olması gerekirdi. Ölmeden önce kendisi yaptırdı dersek, sonra o taş yığınının altına nasıl girdi? Benim kıt aklımla çözemediğim husus bu.
★ ★ ★
Dünyanın 7 harikası Antik çağların bir seçimi. Nemrut Dağı kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ başında olduğundan bu kararı verenlerce bilinememiş herhalde. Yoksa listeye onu da eklerlerdi. 1. yüzyılda sayfası dürülen bu uygarlık, 19. yüzyılın sonlarına kadar insanlık hafızasından silinmiş. Ve bakın, bizim Atatürk’ün doğum yılı olarak bildiğimiz 1881’de neler olmuş:
1881 yılı zamanın sadrazamı tarafından Bağdat demiryolunun finansmanı için yabancı sermayeye ihtiyaç olduğuna dair bir lâyihanın yazıldığı tarih. Aynı yıl 1854’ten beri sürekli borçlanan ve bunları ödeyemeyen Osmanlı devletine konulan bir çeşit haciz kararı niteliğindeki Düyun-u Umumiye’nin 2. Abdülhamit’in fermanıyla (Muharrem Kararnamesi adıyla) fiilen devreye sokulduğu tarih. Yine 1881’de Stamboul gazetesinde çıkan bir haberde Karl Humann’ın kazılar yaptığı Bergama’daki eserlerden 140 kasanın Berlin’e ulaştığı, benzer 120 kasanın da beklendiği yazılmış. Humann’ın kazılar için doğru dürüst bir izni bile yok. Bergama altarının parçalarını İzmir Dikili’den Trieste’ye kaçak yollardan sevk ediyor. Tabii bir süreden beri demiryollarının geçeceği yerlerde keşif yapmakta olan mühendisler memlekette cirit atmakta.

Dağ başındaki mucizeler
Taşlar temizlenip heykellerin yüzleri açılınca Zeus ve Kral Antiochos’un muhteşem görüntüsüyle karşılaşıyorlar.
Yine 1881’de Karl Sester adında bir yol mühendisi Fırat boylarında keşif gezisine çıkmışken, birileri ona dağdaki devasa heykellerden sözeder. Gider bakar ve 1800 yıldan fazla bir zamandır orada bulunan tümülüsün ve taş heykellerin kâşifi (!) olur. O zamanki Prusya hükümeti harekete geçer. Otto Puchstein adında deneyimli bir arkeoloğu görevlendirirler. Onun katkısı Grekçe yazıtları okuması ve Kommagene tarihi, inançları ve kalıntının banisi olan Antiochos hakkında bilgileri günyüzüne çıkarması olmuştur. 1883’te Alman kazı ekibinin başına Karl Humann getirilir. Bergama altarını yürütmedeki ustalığı bilinen Humann! Neyse, bu sefer Tanrıların dağı gazaba gelir. Hava öylesine bozar ki, ekip tasını tarağını toplayamadan zor kaçar.
Yeniden 1881’e dönüp o yıldan bir örnek daha verelim; bir hayırlı örnek. Dünya çapında oryantalist ressamımız, İskender Lâhdi gibi değeri ölçülemez bir sanat eserini bize kazandıran arkeolog Osman Hamdi Bey tam o tarihte Müze-yi Hümayun müdürlüğüne atanır. Hemen ertesi yıl da ek iş olarak Güzel Sanatlar Akademisi’nin atası olan Sanayi-i Nefise okulunun kurulması ile de görevlendirilir. Osman Hamdi Bey’in yaptığı ilk iş, Asar-ı Atika Nizamnamesi’ni yenilemek olur. Buna göre artık yabancı arkeologların kazılarında bulunan eserler devletin malı olacak, kimse bunları yurtdışına çıkaramayacaktır. Eserlerin koruması, bakımı, saklanması, sergilenmesi hep devletin ilgili kurumlarına ait olacaktır.
Nemrut Dağı’nda olan bitenler hiç kuşkusuz Hamdi Bey’in bilgisi dışında değildi. Kendisi de hemen faaliyete geçmiş ve 1882’de Kâhta’nın yolunu tutmuştur. Giderken yanına müdür yardımcısı Osgan Efendi’yi de almıştır. Bu kişi her şeyden önce maldan anlayan mükemmel bir heykeltıraştır; Ermeni olduğu için bölgenin insanları ve kültürü hakkında olasılıkla fikir sahibidir. Osman Hamdi Bey çok ciddi bir araştırma yapar; hatta Puchstein’ın bulamadığı, astronomi tarihi için önemli bir belge sayılan “aslanlı horoskop kabartmalı levha”yı o bulur. Raporunu tazesi tazesine 1883’te, yazımızın başlarında sözünü ettiğimiz kitapla sunan kişidir Osman Hamdi Bey. Hakkını yemeyelim.
★ ★ ★
Araya iki dünya savaşı girmiş. Osmanlı saltanatı yıkılmış. Cumhuriyet kurulmuş. Herkes kendi derdine düşmüş. Nemrut Dağı’yla ilgilenen olmamış. Nihayet 1940’lı yıllarda yeniden dikkatleri üzerine çekmeye başlamış. Amerikalı kadın arkeolog Theresa Goell daha öğrenci olduğu 1920’lerden beri Nemrut Dağı’nı merak edermiş. Nihayet 1947’de buraya ilk ziyaretini gerçekleştirmiş. Ondan sonra kendi deyişiyle “dağla nikahlanmış” ve uzun erimli bir çalışma sürdürmüş. Kendisini yerel halka sevdirmiş, işçiler ona canla başla yardımcı olmuşlar. Theresa Goell’in asıl hedefi Antiochos’un mezarına ulaşmaktı ama akıllıca yığılmış taşlar yüzünden emeline nail olamadı.

Tanrı Zeus’un boyunun ölçüsü
Bu kadar yol geldikten sonra heykellerin fotoğrafını çekip ,yanlarında bir fotoğraf çektirmemek olmaz. Ozan Sağdıç, Tanrı Zeus heykelinin yanında…
Nemrut Dağı’nda çektiğim fotoğrafları, Dörner’den öğrendiklerimle birleştirdiğim röportaj Hayat dergisinde yayımlandıktan kısa bir süre sonra Theresa Goell’in Türkiye’ye geldiğini öğrendim. Ankara’ya ayak basar basmaz düşmüş ve bir ayağı kırılmış. Sakat halde Bulvar Palas otelinde istirahat etmekteymiş. Hemen kendisini ziyarete gittim. Geçmiş olsun dileğinde bulundum. Ona dergiyi ve ayrıca çektiğim birkaç fotoğrafı gösterdim. Ne derse beğenirsiniz. “İşte,” dedi “bunlar tam da benim istediğim tarzda çekilmiş fotoğraflar”. Sonra, son derece kibar bir tavırla “Acaba ben de bunlardan yararlanabilir miyim” diye sordu. “Bana onur verirsiniz” dedim. Hemen büroya koştum yedi-sekiz tane fotoğrafın 18×24 cm. baskılarını yaptım. Bir zarf içinde kendisine iletilmek üzere otelin resepsiyonuna teslim ettim. Ne derece yararlandı bilemiyorum.
★ ★ ★
Çok merak edilen bir konu da Kommagenelilerin hangi milletten olduğuydu… Daha önce yazlık başkentlerinin Arsemia olduğundan söz etmiştik. Kışlık başkentleri ise Samsat imiş. Bunu duyar duymaz bir çağrışım oluştu. Gençlik yıllarımda M.E.B. Klasikleri’nin tiryakisi olmuştum. Bir ara elime Samsatlı Lukianos’un Tanrıların Konuşmaları kitabı geçti. Nurullah Ataç’ın temiz Türkçesi ile, alabildiğine ironi yüklü. Kadim Yunan tanrıları ile resmen dalga geçiyor. Tam askere gitmek üzereydim. Bir tek o kitabı yanıma aldım. Askerliğim süresince okudum okudum, eğlendim. Samsatlı Lukianos çağının gereği Grekçeyi öğrenmiş, eserleri o dilde. Pax Romana ülkelerinin neredeyse tümünü dolaşmış. Sonunda Mısır’da ölmüş. Samsatlı bu adam “Ben Süryaniyim” diyor. Bilmem bu ifadesi işe yarar mı…