Son 10 yılda “bizden” üç kişi Nobel kazandı. Birinin gözünü politik baskı ve tehditlerle o kadar yıldırdık ki, gidip başka bir ülkeye yerleşti. Diğerine bilimsel çalışma için olanak sağlamamışız, adamcağız kalkıp gitmek zorunda kalmış. Sonuncunun atalarını bir asır önce bu topraklardan kaçırmışız.
Dylan 23 yaşında
Bob Dylan 1964 Mart’ında Olivetti Lettera marka daktilosunda şarkılarından birini yazıyor. Henüz 23 yaşında…
Bob Dylan (Robert Zimmerman) Nobel Ödülüne uygun görüleli beri, Türkiye’de tartışma durulmuyor. Tartışmanın iki ayağı var: 1. Bir “şarkıcı parçası”na neden Nobel Edebiyat Ödülü verilir? Uygun yazar, şair, romancı mı yoktu (gizliden gizliye bir “ben ne güne duruyorum?” havası)? 2. Yaşasın, Nobel’i son on yılda üçüncü kez bir Türk’e verdiler!
Kuşkusuz bunlar en uç tartışmalar. Bir de ikisinin arasına düşenler, araya sıkışıp kafası karışanlar var ki onlar iyice içler acısı. Bir örnek vereyim: Yeni Şafak’ta Yılmaz Çetinkaya (16.10.2016) bize uzun uzun, Nobel Edebiyat Ödülü ille de bir müzisyene verilecekse Anadolu halk ozanlarının bunu Dylan’a göre kat kat daha fazla hakettiklerini anlattıktan sonra (“Anadolu’nun, Karacaoğlan’dan başlayıp Âşık Veysel’e, Neşet Ertaş’a kadar sayısız ozan örneği var. Hepsinin türküleri, Bob Dylan’ın şiirlerinden çok ama çok daha güçlü”), Amerikan folk müziği ve rock müzik geleneklerinde de birçok başka aday olabileceğini söylüyor (“Woody Guthrie, Pete Seeger, Elvis Presley, Johnny Cash, Joan Baez, John Lennon, Roger Waters…”). Sonra, Dylan’ın Türkiyeli ataları yüzünden biraz teselli bulsa da, ödülü muhtemelen Yahudi olduğu için aldığını ima etmekten geri duramıyor. Saydığı müzisyenlerin çoğunun Yahudi olmamaları dışında bir ortak özellikleri daha var: O da ölmüş olmaları. Ama Çetinkaya’yı ölüm bile durduramıyor: “Nobel Edebiyat Ödülü’nü verenlerin, bütün bu müzisyenleri ihmal edip ödülü ‘Amerikan şarkısına yeni şiirsel anlatımlar kattı’ diyerek Bob Dylan’a vermeleri ilginç (kaldı ki Roger Waters, John Lennon henüz hayattalar).” Böylece 1980’den beri John Lennon için boşu boşuna yas tutuğumuzu da öğrenmiş oluyoruz kendisinden.
Edebiyat ödülü bir müzisyene verilir mi? Doğrusu Serdar Ortaç’a verilseydi ben de biraz garipserdim. Ancak Dylan kelimenin sınırlı anlamıyla bir “müzisyen” değil, bir şarkı yazarı. Şarkı yazarı ile “şarkıcı” arasındaki fark, sinemada “auteur” yönetmen ile oyuncu, yönetmen, yapımcı ya da senarist arasındaki fark gibidir. Şarkı yazarı bir fikirden başlar, onu bir şiir olarak inşa eder, bu sırada (bazen daha sonra) onu müzikal bir ifadeye büründürür ve sonunda da söyler. Bir anlamda Wagner’in “Gesamtkunstwerk” (topyekûn sanat eseri) dediği şeye benzer şarkı yazarının işi; farklı sanatları bir araya getirir, bir fikri, bir duyguyu farklı sanatsal ifadelerle, farklı estetik çerçevelere oturtarak zenginleştirir. Tam da bu bakımdan yaptığı iş bir zanaattan (techne) ziyade bir yaratma fiilidir, kelimenin gerçek anlamıyla şiirdir (poiesis).
Şarkı yazarları -özellikle de 1960’ların yaygın/uzun devrimi sırasında ortaya çıkanları- evine kapanıp tecrit halinde şiir ya da roman yazan çağdaş yazarlardan ziyade, Ortaçağ’ın gezgin ozanlarına (Batı’da minstrel, bizde âşık) benzerler. Onları belirli bir sanatın sınırları içine hapsedemezsiniz. 18. yüzyıl Britanya’sında kendi şiirlerini resimleyen William Blake, şiirlerinin bir kısmını besteleyen, ayrıca hayatının bir kısmını İskoç halk şarkılarını derlemeye ayıran Robert Burns de bu kategoriye daha yakındır (daha fazla beste yapsaydı Ruhi Su da rahatlıkla girerdi bu kategoriye). Üstelik bu tür sanatçıların Nobel Edebiyat Ödülüne “layık” görülmeleri ilk kez de olmuyor. 1913’te aynı ödülü alan Bengalli Rabindranath Tagore da yalnızca “şair” değil, 200’den fazla eseri olan bir şarkı yazarıydı. Yani şarkı yazarlarının böyle bir ödül alabilmeleri için ille de “Amerikalı” ya da “Yahudi” olmaları gerekmiyor. Hatta “Batılı” (ya da “Batıcı”) olmaları bile gerekmiyor.
Kuşkusuz tam da bu noktada sanatta seçkin jüriler ya da komiteler tarafından birileri-ne verilen “ödüller düzeni”ni de tartışmak lazım. Dylan, Nobel Edebiyat Ödülünü değil de mesela Grammy filan alsaydı kimse itiraz etmeyecekti, ama işler pek değişmiş olmayacaktı aslında. Gene kerameti kendinden menkul bir seçkinler grubu, belirsiz estetik ve “liyakat” standartları kullanarak, kimi politik, kimi ise düpedüz ekonomik kaygılarla (ne de olsa sanat dediğimiz her şey bir serbest piyasada “değer” kazanıyor) verecekti ödülü. Bu bakımdan Nobel komitesinin belki de yıllardır yaptığı en iyi şey Dylan’a ödül vermek: Ona “hakkını teslim ettikleri” için değil. O ödül ne Dylan’ı yüceltir ne de zamanla radikalliğinden adım adım taviz verip müzik sanayiindeki piyasa mekanizmasına teslim olmasını affettirir. Ama sanat alanları arasındaki sınırları muğlaklaştırıp kafaların karışmasına, bir takım insanların yeni ve cevabı belirsiz sorular sormasına yol açacaksa, hayırlı olmuştur diyebiliriz rahatlıkla.
Gelelim Dylan’ın “Türklüğüne”, ya da -artık ayıp bir söz olarak kabul edilse de- Türkiyeliliğine…
Bir açıdan bakarsak, bunda şaşacak bir şey yok. Bu yeryüzünde yaşayan herkes Türk, hepimiz Türküz ne de olsa; ya da en azından ben ortaokuldayken tarih kitapları ısrarla öyle söylüyordu (göç yolları haritaları, vs). Ama nedense bu Türk milliyetçilerini pek tatmin eden bir tez değil. Öyle olması da gerekir zaten; zira milliyetçilik neleri içerdiğiyle değil, neleri dışarıda bıraktığıyla tanımlanır. Eğer herkes Türk asıllıysa, Türklükte övünülecek bir şey kalmaz. O zaman nasıl “Türk, Övün, Çalış, Güven”eceğiz? Kimden nefret edeceğiz? Sürekli aleyhimizde komplolar kuranlar, arkamızdan dolap çevirenler kim? Hem Dylan’ın Türk(iye) kökenli büyük-büyükannesiyle övünmek, hem de Yahudiliğine söylenmek, işlerin ne kadar karışık olduğunu göstermiyor mu bize?
Evet, Dylan’ın büyük-büyükannesi Kağızmanlı imiş. Oraya da İstanbul’dan gitmiş (Trabzon tarikiyle). Muhtemelen Yahudi veya Ermeni de olabilir, ama Yahudi bir ailenin Ermeni cemaatinden kız alması pek görülen bir durum değil. Büyük büyükannenin soyadının “Kırgız” olması üzerinden özbeöz Türk olduğunu iddia edenler de var tabii, ama bu pek de muhtemel görünmüyor. Ayrıca bunu söyleyenler (yani o kadıncağızın Türk olduğunu söyleyerek böbürlenenler), bugün tanıdıkları bir kadın Yahudi bir erkekle evlenmeye kalksaydı neler der, neler yaparlardı, düşünmek bile istemem doğrusu.
Hangisi doğru olursa olsun, bu aile sonuçta 1905 yılında Odesa’ya, oradan da ABD’ye göçmüş. Tabii sorulmayan soru, odadaki fil şu: Neden? Göç yılı 1915 olsaydı, bu soruyu hiç sormaz, hatta bu “Türklük” meselesini pek de gündeme getirmek istemezdik (Ya da belki getirirdik. Yeni Türk milliyetçiliği zekâ açısından o kadar muhtaç bir halde ki günümüzde, 1915 katliamından kaçıp kurtulmuş bir ailenin torunu uluslararası bir başarı kazansa, onu bile “Türklüğün zaferi” olarak sunmaya kalkacaklarından korkarım). Uzun sözün kısası, bu aile ABD’ye göçmüş, çünkü bu topraklarda Müslüman/Sünnî olmayanlar için ne bir gelecek, nede bir umut görmüşler herhalde). Kendilerine değer verileceğini umdukları başka topraklara göçmüşler. Yanılmışlar, orası ayrı. ABD de bu konuda bir cennet değil çünkü, ama bu başka bir tartışmanın konusu.
Durup bir düşünelim şimdi. Haydi Dylan meselesi komik bir abartı; son yıllardaki diğer iki Nobelli kahramanımız çok mu farklı? Onların “Türklüğü” tartışılmıyor zaten (en azından nüfus kâğıdı açısından). Ama ilki, yani Orhan Pamuk, Nobel’i aldığı sırada ülkesinde yaşayamıyordu bile. Çünkü “esas” Türkler, yani has Türk milliyetçileri ona burayı dar etmişlerdi, dava açmaktan açık şiddet (hatta öldürme) tehditlerine kadar her yolla, “defolup gitse de kurtulsak” mesajı veriyorlardı. Pamuk da kalktı New York’a gitti. Şimdi orada ders veriyor, kitap yazıyor. Nobel aldığında bile hava tam anlamıyla yumuşamadı. Hem “övündük” kendisiyle, ama hem de onu kendisi yapan özeliklerin belki de en önemlisine, politik duruşuna sövüp saymaktan geri durmadık. Ama olsun, biz onunla gene de “övünüyoruz”. Ayrıca mal bizim değil mi, hem överiz, hem döveriz, kime ne?
Son olarak “üçüncü” Nobelli medar-ı iftiharımız Aziz Sancar’a gelelim. O “Türklüğüyle” övünüyor; bunu tartıştırmıyor bile. Yapabilir, hakkıdır. Hatta daha da ileri giderek bir tür Türk milliyetçiliğine de soyunuyor. O da hakkıdır, tartışmayalım. Ama Sancar’ın o Nobel’i nerede, nasıl çalışarak, hangi kaynakları kullanarak aldığına bir bakalım mı? O da politik nedenlerle değil, yalnızca zanaatını icra edebilmek için gurbet ellere gitmiş, başarılarını orada, o ülkelerin kaynaklarını kullanarak, onların sağladığı olanaklarla kazanmış. Çünkü hepimiz, en milliyetçi olanlarımız bilebiliyoruz ki, Sancar Türkiye’de bir üniversitede kalsa ve burada çalışsaydı, Nobel falan alamazdı; üniversitenin iç sorunlarıyla, bilimsel çalışma olanaklarıyla uğraşmaktan vakit bulup kendisine Nobel kazandıran çalışmayı aklına bile getiremezdi.
Dolayısıyla, haydi diyelim ki son on yılda “bizden” üç kişi Nobel kazandı. Ama birinin atalarını bir asır öncesinden bu topraklardan kaçırmışız. Diğerinin bilimsel çalışma yapması için doğru dürüst bir olanak bile sağlamadığımız için adamcağız kalkıp gitmek zorunda kalmış. Sonuncusunun gözünü de politik baskı ve tehditlerle o kadar yıldırmışız ki, o da gidip başka bir ülkeye yerleşmiş. Acaba şu “Türk, Övün, Çalış, Güven!” sloganının sırasını değiştirsek, insanlara (“Türk” olsun olmasın) önce politik görüşleri ne olursa olsun bir “güvenlik” sağlasak, “çalışmaları” için doğru dürüst olanaklar yaratsak, övünmeyi de en sona, bütün bunları becerdikten sonraya saklasak, daha iyi olmayacak mı?
Dylan 1967’den sesleniyor
All Along The Watch Tower
“There must be some way out of here,” said the joker to the thief
“There’s too much confusion, I can’t get no relief
Businessmen, they drink my wine, plowmen dig my earth
None of them along the line know what any of it is worth”
“No reason to get excited,” the thief, he kindly spoke
“There are many here among us who feel that life is but a joke
But you and I, we’ve been through that, and this is not our fate
So let us not talk falsely now, the hour is getting late”
All along the watchtower, princes kept the view
While all the women came and went, barefoot servants, too
Outside in the distance a wildcat did growl
Two riders were approaching, the wind began to howl
Gözetleme Kulesi Boyunca
“Buradan bir çıkış olmalı” dedi soytarı hırsıza
“Bir keşmekeş burası, bir huzur yok bana
Şarabımı içti tüccarlar, toprağımı eşti çiftçiler
Hiçbiri o sırada bunun kıymetini bilmediler”
“Telaşa mahal yok” dedi hırsız usulca
“Çoğumuza göre hayat bir şakadan ibaret yalnızca
Ama sen ve ben, gördük geçirdik bunları, kaderimiz değil bu
Yalan yanlış konuşmayalım şimdi, saat artık geç oldu.”
Gözetleme kulesi boyunca, manzaraya hâkimdi efendiler
Gelip geçerken tüm kadınlar ve yalınayak hizmetçiler
Dışarıda bir yabankedisi uzaklardan tısladı
İki atlı yaklaşırken rüzgâr ulumaya başladı
Bob Dylan’ın efsane kariyeri
20. yüzyılın en etkileyici şarkı yazarı ve şarkıcılarından biri olan Bob Dylan, 60’ların başından itibaren savaş ve insan hakları temalarının ağır bastığı, sosyal meseleleri tarihe kayıt düştüğü eserleriyle dikkati çekti. İşte Dylan’ın uzun ve başdöndürücü kariyerinin dönüm noktaları…
Bir şarkıcıdan çok daha fazlası
•Minnesota Üniversitesi’nde okurken kurduğu topluluklarla yerel kahvelerde folk şarkıları söylerken “Bob Dillon” ismini kullandı.
• İlk plak kontratını 1961’de Columbia Records ile yaptı, soyadını Dylan olarak değiştirdi.
• 1962’de ilk albümü Bob Dylan’ı yayımladı.
• 1963’de piyasa çıkardığı “The Freewheelin’ Bob Dylan” albümünde yer alan “Blowin’ in the Wind” 60’lıyıllara damgasını vurdu.
• Aynı yıl çıkardığı “The Times They AreA-Changin” albümüyle protest hareketin sesi oldu. Başkaldırının ikonu Joan Baez ile tanıştı. Baez, Dylan şarkılarının konserlerde seslendirerek milyonlarla tanıştırdı.
• Protest hareketin folk şarkıcısı rolünden sıkıldı, 1964 albümü “Another Side of Bob Dylan” daha kişisel ve daha az politikti.
• 1965’te “Bringing it Back Home” isimliyarı akustik, yarı elektrik albümüyle folkçu hayranlarını şoke etti. Bunu,“Highway 61 Revisited” (1965), “Blondeon Blonde” (1966), “John Wesley Harding” (1968), “Nashville Skyline”(1969), “Self Portrait” (1970), “Tarantula”(1971) albümleri izledi.
• 1973’de küçük bir rol aldığı Sam Peckinpah’ın “Pat Garrett and Billy theKid” (Eski Dost) filminin müziğini yaptı. Büyük hit “Knockin’ on Heaven’s Door” parçalar arasındaydı.
• 1974’de kaydettiği “Planet Waves” müzik listelerinde 1 numaraya yükselen ilk albümü oldu. “Blood on the Tracks”(1975) ve Desire (1976) albümleri de aynı başarıyı yakaladı.
• 1979’da “Hıristiyan olarak “yeniden doğuşu”nu ilan etti, evanjelik “Slow Train Coming” ile ilk Grammy’sini kazandı.
• 1980’lerde zamanının çoğunu turnelerde geçirdi. Tom Petty, The Heartbreakers ve Grateful Deadile turnelere çıktı, “Infidels (1983),“Biograph” (1985), Knokcked Out Loaded(1986), “Oh Mercy” (1989) albümlerini kaydetti. Bu dönemde Travelling Wilburys ile yaptığı iki albümde; Tom Petty, George Harrison, Roy Orbison veJeff Lynne de yer aldı.
• 1989’da Rock&Roll Onur Listesine kabul töreninde Bruce Springsteen “Elvis bedenleri, Bob ise zihinleri özgürleştirdi” ifadesini kullandı.
• 1994’te folk kökenlerine döndü, “World Gone Wrong” ile En İyi Folk Albümü Grammy’sini aldı. 1997’de “Time of Mind”ile üçüncü Grammy ödülünü kazandı.
• Başrolünü Michael Douglas’ın oynadığı “Wonder Boys” (Harika Çocuklar) filmi için yazdığı “Things Have Changed’ Altın Küre ve Oscar ödüllerine layık görüldü.
• 2005’te, 20 yıllık röportaj orucunu Martin Scorcese’nin çektiği belgesel “No Direction Home: Bob Dylan” (Eve Dönüş Yok) belgeseli için bozdu.
•2010’da Danimarka’da 40 özgün eserinden oluşan bir resim sergisi açtı.
• 2012’de Barack Obama tarafından Özgürlük Madalyası ile onurlandırıldı.
• 2015’de 27. stüdyo albümünü yayımladı.
• 2016’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı.