Devletler öteden beri başka ülkelerde rejime karşı çıkanları korumakla kalmayıp onlardan yararlanmaya da çalıştı. Yeri geldi, “düşmanımın düşmanı dostumdur” ilkesi, devletin yüksek menfaatleri icabı “dostumun düşmanı da dostumdur” şeklinde esnetildi. İşte, tarih boyunca devletler arasında diplomatik gerilim yaratan siyasi sığınmacılardan bazıları…
Eski Roma, günümüzdeki büyük devletlere benzeyen bir süper güçtü. Bu gücü göstermek için dünyanın her yerinde yurttaşlarını korumak ve düşmanlarını kovalamak gibi bir politika benimsemişti. Örneğin en büyük düşmanı Kartacalı komutan ve devlet adamı Hannibal’i teslim almak için hiç usanmadan yıllarca uğraştı. Romalıların bu konudaki ısrarı, günümüzde ABD’nin gizli istihbarat bilgilerini medyaya ifşa eden Edward Snowden’ı dünyanın her yerinde kovalamasına benziyordu.
Hannibal, İspanya’dan İtalya’ya girmiş, Alpleri geçmiş ve Roma ordusunu yenmişti. Yıllarca onun fillerle donatılmış ordusunun korkusuyla yaşayan Romalılar, sonunda Kartacalıları kendi ülkelerinde yani Kuzey Afrika’daki Zama’da yenmeyi başardı (MÖ 202). Ama Roma’nın Hannibal korkusu sona ermemişti. Kartaca’nın yenilgisinden sonra da onunla uğraşmaktan vazgeçmedi. Kartaca’ya baskı yaparak Hannibal’in ülke yönetiminden uzaklaştırılmasını talep etti. Sonunda ünlü komutan ülkesini terkederek Antakya’ya kaçmak zorunda kaldı. Gidebileceği tek yer, doğal olarak Romalıların o sıradaki en büyük düşmanı olan ve Suriye ile Anadolu’nun bir bölümüne hükmeden Selevkos hanedanından Antiokos’un sarayıydı. Orada bir mülteci olarak yaşadı ve Antiokos’a Roma ile nasıl mücadele edeceği konusunda öğütler verdi. Antiokos’un onu fazla dinlediği söylenemezdi.
MÖ 190’da Romalılarla Selevkoslar arasında büyük Magnesia (Manisa civarında) savaşı oldu. Hannibal’in bu savaşa katılıp katılmadığını bilmiyoruz. Ama hikayeye göre, Antiokos 60-70 bin kişilik muhteşem bir ordu toplamış, Hannibal’e “Sence bu Romalılara yeter mi?” diye sormuştu. Hannibal altın ve gümüş pırıltılarıyla göz alan orduya bakarak acı acı gülmüş ve “Evet, dünyanın en açgözlü halkı olmalarına rağmen, onlara bile yeter!” diye cevap vermişti; bu sözlerle ordunun gücünü değil, Romalıların toplayacağı ganimeti kastediyordu. Magnesia savaşı gerçekten de Antiokos için büyük bir yenilgi oldu. Antiokos ancak iki yıl sonra (MÖ 188) Roma ile barış yapabildi. Ancak barışın en önemli şartı, kendi sarayında ağırladığı Roma’nın düşmanlarını geri vermekti. Kral bunu kabul etti ama misafirine kaçacak kadar zaman tanıdı. Hannibal yeniden yollara düştü. Hayatının son yıllarını Bitinya Kralı Prusias’ın yanında geçirdi. Bu kral, Romalıların müttefiki olan Bergama Kralı Eumenes’le savaşıyordu. Hannibal bu savaşa katılarak bir deniz zaferi kazandı. Ancak Romalılar, onu alabilmek için Bitinya Kralına baskı uyguladılar. MÖ 182’de Kral Prusias bu baskıya boyun eğdi. Hannibal için bu son şaşırtıcı değildi. Aslında yıllardır bunu bekliyordu. Romalı tarihçi Livius’a göre, zehir içerek intihar etmeden önce, son sözleri şöyle oldu: “Madem yaşlı bir adamın ölümünü bekleyemeyecek kadar sabırsızlanıyorlar, Romalıları bu endişeden kurtaralım!”
Ortaçağ’da sık sık görülen bir uygulama da, herhangi bir tahtta hak iddia eden bey ve prenslerin bir başka ülkenin yardımına başvurmasıydı. Bu politika, ülkeler arasında sık sık diplomatik krizlere yol açıyordu. Osmanlı tarihinin ilk yılları bu tür olaylarla doluydu; örneğin Ankara Savaşı’ndan (1402) sonra yenilip Timur’a esir düşen Yıldırım Bayezid’in oğulları, Osmanlı devletinin yeniden toparlanmasını önlemek isteyen çeşitli devletler için hem birer rehine hem de birer silaha dönüşmüştü. Bizans’ın önce İsa sonra Musa Çelebileri istediği anda donatarak Edirne veya Bursa’da tahta çıkmış kardeşlerinin üzerine salması bu uygulamanın iyi bir örneğiydi. Fetret Devri bittikten sonra da bu politika devam etti. 1421’de Çelebi Mehmed ölüp oğlu II. Murad tahta çıktığında, Bizans elindeki son Osmanlı şehzadesi Mustafa’yı kullanmaya karar verdi. Mustafa, Yıldırım Bayezid’in oğullarından biriydi ve yıllardır Bizans topraklarında (bazı Bizans kroniklerine göre Midilli’de) yaşamaktaydı. Osmanlıların “Düzmece Mustafa” dedikleri bu şehzadenin 1422 kışında Bizans’ın yardımıyla Gelibolu’ya çıkması, Bursa’ya doğru ilerlemesi genç Osmanlı padişahı Murad için büyük bir kriz yaratmıştı. Elbette yabancı bir ülkeye iltica etmiş şehzadelerin en ünlüsü, Fatih Sultan Mehmed’in küçük oğlu Şehzade Cem’di. Onun ağabeyi II. Bayezid ile taht mücadelesini kaybettikten sonra Mısır Memluklarına sığınması, ardından Avrupa’ya kaçması, Osmanlı dış politikasına yıllarca yön vermişti. Taht iddiası nedeniyle patlak veren diplomatik krizlerin en büyüklerinden biri, 17. yüzyıl sonu-18. yüzyıl başında İngiltere ile Fransa arasında yaşandı. İngiltere Kralı II. James, ülkesinde patlak veren ayaklanma sonucu 1688’de İngiltere’yi terk ederek Fransa’ya sığınmak zorunda kaldı. Kuzeni olan Fransa Kralı XIV. Louis, onu kendi sarayında misafir etti. Bu arada İngiltere’de parlamento, kaçan kralın büyük kızı Mary ile damadı William’ı tahta çıkardı. O andan itibaren iki ülke arasında başlayan diplomatik kriz, yıllarca devam etti. Zaman içinde sözü edilen kişilerin çoğunun ölmesine rağmen sorun çözülmedi: Fransa için İngiltere Kralı, kendi ülkesine sığınmış olan II. James, onun ölümünden sonra da oğlu (III.) James’di. İngiltere ise bunları hükümdar olarak tanımıyordu. Kriz ancak İspanya Veraset Savaşının sonunda imzalanan Utrecht Barışı (1713) ile çözümlendi. Savaşın çıkış nedeni İngiltere’nin taht kavgası değildi. Ancak yıllar süren bu savaş bittiğinde İngiliz hükümeti avantajlı konumundan yararlanarak, birinci koşul olarak Fransa’nın eski kralın oğlunu desteklemekten vazgeçmesini istedi. Böylece Fransa, III. James’i Fransa sınırları dışına çıkarmayı ve İngiltere’de tahtı elinde tutan Kraliçe Anne’i tanımayı kabul etti. III. James, yeniden yollara düşerek hayatını Papa tarafından mülteci olarak kabul edildiği Roma’da tamamladı. Fransa’nın onu desteklemekten vazgeçmesi, İngiltere’deki rejimin meşruiyetini artırdı ve Avrupa ile ilişkilerinde İngiliz hükümetinin elini rahatlattı.
On dokuzuncu yüzyılda ülkeler arasındaki diplomatik ilişkiler herkesçe kabul edilen belli bir sisteme kavuştu, kalıcı elçilikler sıradan hale geldi. Öte yandan çeşitli ülkelerde örgütlenen muhalif gruplar, rejimleri tehdit etmeye başladı. Muhalif önderler sık sık başka ülkelere kaçmak, özellikle de kendi ülkeleriyle ilişkileri iyi olmayan devletlere sığınmak zorunda kalıyordu. Örneğin İstanbul, yüzyıl boyunca ülkelerini elinde tutan Avusturya ve Rusya imparatorluklarına karşı ayaklanan Polonyalı ve Macar muhalif önderlerin sığındığı ilk durak haline gelmişti. Bunlardan biri olan Macar Lajos Kossuth’un serüveni, bir mültecinin ne gibi diplomatik sorunlara yol açabileceğini gösteren iyi bir örnekti. Lajos Kossuth (1802-1894), bir Macar avukat ve gazeteciydi. 1848’de Macarlar, ülkelerini elinde tutan Avusturya İmparatorluğu’na karşı ayaklandığında bu isyanın önderlerinden biri olarak sivrildi. Ancak Avusturya’yı neredeyse parçalanma noktasına kadar getiren devrim, Rus ordusunun yardıma koşarak ülkeyi işgal etmesi ve yeniden Avusturyalılara vermesiyle sona erdi. Bunun üzerine Kossuth, Osmanlı sınırını geçerek Vidin’e sığındı, oradan Şumnu’ya (bugün Bulgaristan), sonra da Kütahya’ya yerleşti. Osmanlı hükümeti, Avusturya ve Rusya İmparatorlukları’nın diplomatik baskısına rağmen Kossuth’u onlara teslim etmeyi reddetti. Kossuth 1851’de yanında yaklaşık elli taraftarıyla İzmir’den Amerikan bandıralı Mississippi gemisine binerek Avrupa’ya doğru yola çıktı. Ancak Macarları taşıyan gemi, Akdeniz’de bir diplomatik krize yol açtı. Marsilya’ya yanaşmak istediğinde Fransa tarafından geri çevrildi. ABD tarafsız bir devletti ama Avusturya veya Rusya ile ilişkilerini bozmak istemiyordu; dolayısıyla gemi kaptanı Kossuth ve yandaşlarını Malta’da gemiden indirdi. Sonunda Kossuth İngiltere’de karaya çıkabildi. Ancak bu ülkede de bir krize yol açtı çünkü politikacıların bir bölümü onu büyük bir devrimci olarak karşılarken, muhalefetteki muhafazakarlar ve Kraliçe Victoria onu kendi hükümdarına karşı ayaklanmış bir hain, tehlikeli bir isyancı olarak görüyordu. İktidardaki liberal parti ise ikiye bölünmüştü; Rusya ve Avusturya’dan nefret eden Dışişleri Bakanı Palmerston bir Kossuth hayranıyken, Başbakan Russell İngiltere’nin Avrupa’daki iki büyük imparatorlukla karşı karşıya gelmesini istemiyordu. Gazeteler de bu kavgaya karışınca ve Avusturyalı General Julius Jacob von Haynau İngiltere yolculuğu sırasında saldırıya uğrayınca, kriz iyice büyüdü. Aralık 1852’de Russell hükümetinin düşmesinde Kossuth’un ülkedeki varlığı önemli bir rol oynadı.
Devletlerin muhaliflerini birbirlerine karşı kullanması da çok eski bir uygulamaydı. Yakın tarihin en bilinen olayı, Bolşevik Partisinin önderi Vladimir İlyiç Lenin’in 1. Dünya Savaşı sırasında Rusya’nın savaşmakta olduğu Almanya’dan mühürlü bir trenle geçerek 16 Nisan 1917’de ülkesinin başkenti Petrograd’a dönmesiydi. O sırada Lenin on yıldır İsviçre’de sürgünde yaşıyordu. Birinci Dünya Savaşı başladığında (1914) buna karşı çıkmıştı. Savaşta İngiltere ve Fransa ile müttefik olan Rusya, batı sınırlarında Alman ve Avusturya ordularıyla yıkıcı muharebelere girişti. Aradan üç yıl geçmeden ülkede bir devrim patlak verdi. Ancak çarlık rejiminin yıkılmasına rağmen, yerine kurulan geçici hükümet, savaşa devam etme kararı aldı. İşte Lenin, ülkesine dönmeye tam bu sırada karar verdi. Almanya ise bir an önce iki cephede birden sürdürdüğü savaşta eriyen gücünü toparlamak, Rusya’yı barışa zorlamak istiyordu; böylece bütün kuvvetini tam o sırada ABD’nin de katıldığı batı cephesinde yoğunlaştırabilecekti. İşte Almanlar bu ortamda, ne olursa olsun barış isteyen bir partinin lideri olarak Lenin’in İsviçre’nin Zürih kentinden mühürlü bir trenle Almanya’yı geçerek Petrograd’a ulaşmasına izin verdiler. Rusya’daki muhalifleri bu nedenle Lenin’i “Alman ajanı” olmakla suçladı. Oysa ne Lenin Alman ajanıydı ne de Alman hükümeti bolşevikti. Her iki taraf kendi işine geldiği gibi hareket etmeyi tercih etmişti. Kaldı ki Almanların bu taktiği kısa vadede işlerine yaradıysa bile (Ekim 1917 devrimiyle iktidara gelen Bolşevikler Almanya ile barış yaptı), bir yıl sonra yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldıkları gibi, Almanya’daki imparatorluk rejimi yıkıldı ve Rusya’daki Bolşevik devriminin dalgaları kendi ülkelerine ulaştı (1918-1919).
Ülkeler bu taktiğe sık sık başvursa da, olumlu bir sonuç alma ihtimalleri genellikle enderdi. Bunun çok yakın geçmişteki iyi bir örneği, ABD’nin başını çektiği koalisyonun Irak’a müdahale ettiği sırada (2003) adı çok duyulan Ahmed Çalabi’ydi. Saddam Hüseyin’e muhalefet eden Irak Ulusal Kongresi diye bir örgütün lideri olarak kendini lanse eden Çalabi, ABD’de büyük destek kazanmıştı. Bazı Amerikalı gazeteciler ona “Irak’ın George Washington’ı” gibi gülünç isimler bile taktı. Ancak savaş bitip ABD ve koalisyon ortakları Irak’ı ele geçirdiğinde, Ahmed Çalabi’nin ülkesinde hiçbir gerçek güce sahip olmadığı ortaya çıktı. Bir süre bakanlık yaptıysa da sonradan adı yolsuzluk skandallarına karıştı. Partisi hiçbir seçimde meclise girmeyi başaramadı. 2015’te öldüğünde artık kimse onu hatırlamıyor, Amerikalılar ise özellikle unutmak istiyordu.