1070’lerden 1270’lere Erzincan-Kemah-Divriği bölgesini yurt tuttular. Başta Divriği Külliyesi olmak üzere, eşsiz benzersiz anıt eserler bıraktılar. Çağlarında Selçukluların silahına, sonrasında Osmanlıların kayıt gazabına, günümüzde de Türk torunların yanlış restorasyonlarına boyun eğdiler. Zamanının çok ötesinde bir uygarlığın, zamana karşı direnişi…
Bir gezi grubuyla 2012’deki Kemah ziyaretinde, Melik Gazi’deki küçük müzede görücüye çıkarılmış mumya kafaya en çok ben baktım. Vitrin içinde yorgan döşek yatan sanki ateşli bir hasta. Kırcıl saçlı başı görülebiliyor… Kimbilir kaç zaman, kaç yüzyıl, bu baş ve kemikleşmiş vücut, Tanrı yağmur yağdırsın diye kümbetinden çıkartılıp aşağıya indirilerek boynuna ip bağlanıp Karasu’ya bırakılmıştı? Artık bir turizm varlığı olmuş. Vitrine yanaşanlar, ne Mengücek ne Alparslan ne Romen Diyojen anımsamadan, şaşkın ve “ölü korkusu” ile bakıyorlar. Bu yeni yüksek sergileme fikri (!) tutmuş olmalı ki dışarıda satış, pazarlama girişimleri başlamış. Çay, kahve, börek… Buyurun hoş geldiniz sıcaklığı… 940 yıl önce Kemah Kalesi’ni fetheden gazinin mumya kafası, bugün de Kemah’ı turizme açmada görev yüklenmiş!
Eşsiz bir külliye, gizemli simgeler
Küçük bir beylik, anıt eserler gizemli simgeler bıraktı: Hâlâ okunamamış şematik kuş, ejderha rölyefleri.
Tarih bilginlerimizin Süryani-Ermeni kroniklerinden alıntılayarak kendi kitaplarına düştükleri dipnotlardaki bilgilere göre, Malazgirt Savaşı’nı kazanan Alp Arslan, komutanları Artuk’a, Saltuk’a, Danişmend’e, Mengücik’e “Ne duruyorsunuz, aslan yavruları olunuz, Anadolu’yu fethediniz” demiş; onlar da tümenleri ve arkadan gelen onbinlerce Oğuz-Türkmen göçmeniyle sarp dağları, derin vadileri aşarak fetihler yapmış, ilk Türk beyliklerini kurmuşlardı. Bu cam içinde patiskaya sarılmış baş, o serüvenin bir kahramanı, Erzincan-Kemah-Divriği üçlüsünü fethedip beylik kuran Mengücek Gazi’ydi. Ben bu gazilerin fütuhatını, 1960’da Anadolu’nun Fethi’ni yazan (Merhum) Ord. Prof. Mükrimin Halil (Yınanç) Hoca’nın Ortaçağ İslâm tarihçisi aksan ve üslubundan heyecanlanarak dinlemiş bir bahtiyarım! Yınanç’ı da anarak mumya kafaya herkesten çok baktım, herkesten farklı düşüncelere daldım. Divriği’deki insanlık mirası şaheseri yaptırtan Ahmed Şah ve Melike Turan Melek, demek bunun torunlarıydı. At sırtında göçebe kalabalıklarla gel, çadırlar kur, torunların kentler, kaleler yüceltsin insanlığa anıt miraslar bıraksınlar…
Anadolu’nun eski kentlerinden Divriği’nin tarihi, son bulgular ışığında MÖ 9.-7. yüz- yıllara, Urartulara ulaşıyor. Kanyonlarla parçalanmış genç dağlar arasındaki bu kapalı yöreye, Arap coğrafyacılar, Fırat’ın kaynağı tanımlamasıyla el-Abrik (İbrik) adını vermişler. Kent, 9. ve 10. yüzyıllarda Bizans’ın doğu sınırı garnizonu iken “Tephrike” diye anılmış. 11. yüzyılın son çeyreğinde Alp Arslan’ın emirlerinden Mengücek Gazi fethetmiş. Yaklaşık 1170-1270 arasında da Mengücekoğullarının bir koluna payitaht olmuş.
Fırat’ın kollarından Çaltı suyunun iki yakasını tutan kanyonun bakışık zirveleri- ne inşa edilen şato esintili, iki kaleden Kestoğan daha yalçın, efsaneleri daha gizemli. Buraya Büyük Mitridat’a hazine gömdürten, Meryem Ana ile Aziz Pavlus’u bir süre burada saklayan, kaleden kaleye ip gerip âşıkları buluşturmak isteyen rivayetçiler var. Hüzünlü ve ıssız bu iki yazgıdaş kaleden Kestoğan, Urartu yapısı. Kentin yanıbaşındaki Divriği Kalesi ise ilk yapısıyla 9.-10. yüzyıllarda, Bizans ordularına karşı cengaver Pavlikanların sığınağı olmuş.
O eski kalenin yerini alan 1234-1251 tarihli Divriği Mengücek Kalesi ile Kemah, Harput, Eğil, Şebinkarahisar, Niksar kaleleriyle, İngiltere’deki aynı dönem Norman kalelerinin benzerliğini açıklamak zor. 1830’larda Divriği’ye uğrayan İngiliz gezgin Ainsworth da “Surlar iki sıralı, Sarasenic (Arap-İslâm) karakterinde, batı Asya’da görülen bu tarz kalelerin en mükemmellerinden- dir” diyor. 1890’larda gelen W. Yorke ise “Tepedeki ilk duvarları, Pavlikanların inşa ettiği” tahmininde bulunmuş.
Kale Camii’nin önündeki temenos izleri, taşa oyulmuş kurban çukuru; yamaçlarda ve kalenin altındaki doğal – oyma mağaralara bakıp, burayı bir tutunma noktası ve kutsal tepe seçen ilk sakinler neolitik insanlardı dense de, bu zaman derinliği karanlıktır. 9. yüzyılda burayı üssü’l-hareke seçen dualist Pavlikanların da bu kaya oyuntularında anıları olmalı.
KUZEY TAÇ KAPI – KIBLE KAPISI
ŞİFAHANE ( DARUŞŞİFA ) KAPISI
Danişmendli, Saltuklu, Artuklu beylikleri gibi Mengücekliler de Orta Asya kökenli, Selçuklu Sultanlığına bağlı ilk Türk-Müslüman beyliklerindendi. Siyasal varlıklarının 11. yüzyılın sonlarından 13. yüzyıl ortalarına kadar sürekliliğine karşın, tarih sayfalarında tutabildikleri yer, egemenlik dönemleri ve bıraktıkları eserlerle kıyaslanamayacak kadar boyutsuzdur. Yukarı Fırat havzasındaki yurtlarının Erzincan, Şebinkarahisar, Kemah, Divriği sınırlarını aşmadığına da izlerinin ve anılarının bu yöredeki yoğunluğu tanık. 1170’e doğru Erzincan ve Divriği kollarına ayrılan aileden egemenler, “melik” ve “şah” sanlarını taşımışlardır.
Divriği kolunun, Mengücek oğlu İshak’tan sonraki paylaşımda I. Süleyman’la 1150’lerde başladığı sanılıyor. Kitâbelerin delâletiyle babadan oğula 5 melik saptanıyor. Altıncı bir egemen kaydeden herhangi bir kitabe yok. Divriği Melikliği en geç1270’lerde kapanmış olmalı. Soy atası Mengücek Gazi ile oğlu Emir İshak’ın Anadolu gazalarına katılmalarına; Erzincan melikleri Behram Şah’la oğlu Alaeddin Davud’un siyasi, askeri faaliyetlerine; Divriği şahlarının bıraktıkları mimarlık eserlerine rağmen, Mengüceklerin Divriği kolunun tarih kaydı dışında kalışınabir açıklama bulmaksa zor.
CAMİ KAPISI – ÇARŞI KAPISI
ŞAH CAMİ KAPISI
Divriği’deki kapanıştan sonraki yüzyılda, aynı aileden Sitti Hatun, Tâcülmülk, Tâcünnisâ sanlı kadınların onursal koruyuculukları saptanıyor. Divriği’ye gelince, tarihteki yegane parlayışını, Mengücekoğulları egemenliğinde yaşadığı gibi, en görkemli anıtlarını da -adları var kendileri yok- Mengücek şahları çağında kazanmıştır.
Dış dünyaya kapalı Divriği coğrafyasında yüz yıldan fazla tutunan Mengücekoğulları’nın kitabî tarih bilgilerinin dışında kalışı şaşırtıcıdır. Divriği meliklerinin evrensel uygarlığa anıt eserler bırakmalarına karşın, çağdaş tevarih yazarları bu aileye neden yok ya da silik saymışlardır?
Mengücek tarihi konusunda bilinenler
Emir Mengücek Gazi’nin Yu- karı Fırat havzasını yurt edindiği, oğlu Emir İshak’ın bölgesel çatışmalara katıldığı, İshak’ın ölümünden (1142?) sonra oğullarının bir paylaşım gerçekleştirdikleri; Davud’un (öl. 1151) Erzincan ve Kemah’ta, Süleyman’ın Divriği’de, Selçuklu sultanlarına bağlanarak kendi küçük hükümetlerini kurduklarıdır.
Erzincan, Kemah, Köğonya (Şebinkarahisar) Meliki Davud’un oğlu Melik Gazi Fahreddin Behramşah (1162- 1225), Mengücekoğulları’nın en ünlüsüdür. Altmış yılı aşkın melikliğinin parlak evrelerinde -ülkesinin küçüklüğüne karşın- Anadolu Ortadoğu Türk-İslâm dünyasında ulu ve saygın bir hükümdar havası estirmesi ilginçtir. Behram’ın bu şansı yakalamasında, Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’a (1155-1192) damat olmasının, Sultan İzzettin Keykâvus’u da (1211- 1220) damat edinmesinin katkısı vardı elbette. Genceli Nizamî, Farsça Mahzen-i Esrar’da, Behram Şah’ı “Altı bucağın, yedi feleğin padişahı, dokuz dairenin merkezi, şahların başbuğu, sonsuz bilgisiyle cihanın en ünlüsü, savaş günlerinin kahramanı, insanlık mayasının şerefi, dünya gözünün ışığı, sultanların sığınağı, şahlara taç veren, sultanları tahta oturtan” diye abartmış!
Behram Şah’ın ölümünden sonra bir bölüşüm daha yaşanmışsa da oğulları Melik Alâeddin (II.) Davud Şah’ın (1225-1228), Kemah ve Erzincan’da, Melik Muzafferüddin Mehmed’in (1225- 1228) Köğonya’daki kısa egemenliklerine Selçuklu Sultanı A. Keykubad, topraklarını ilhak ederek son vermiş ve her ikisini de sürgüne göndermiştir. Davud Şah sürgün yaşamını Ilgın’da, Muzafferüddün Mehmed Kırşehri’de geçirirlerken, bu ikincisi Kırşehir’de türbe ve medrese yaptırmış; bir kızı, Selçuklu sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev’le (1237- 1246) evlenmiştir. Behram Şah’ın Divriği’de darüşşifa yaptıran kızı Melike Turan Melek’in bu kentteki konumu, bitişik camiyi yaptıran Ahmed Şah’la hanedan akrabalığı dışında ikinci bir bağı olup olmadığı sorusu ise yanıtsızdır.
Divriği’ye gelince… Bu küçük kente ve çevresine Mengücek Gazi’nin ya da oğlu İshak’ın fethiyle egemen olan hanedan kolunu, melik ve şah sanlı beyler temsil etmiştir. Bunlar babadan oğula: İshak oğlu Süleyman, Şahin Şah, II. Süleyman Şah, Ahmed Şah ve Melik Müeyyed Salih’tir. Behram Şah ve oğlu II. Dâvud, İbni Bibi Selçuknâmesi ile daha birkaç kaynakta anılmışken, Divriği Mengücek meliklerinin beş egemeninden hiçbirinin adı, ne Selçuklu, ne Osmanlı kaynaklarında geçmez. Külliyeyi gören ve kitabelerdeki adları mutlaka okumuş olan Evliyâ Çelebi, neden ”Bânisi Âl-i Selçuk’dan Sultan Alâeddin’dir” demiş veya Kâtib Çelebi “Divriği’deki Ahmed Paşa Camii ki Bursa’nın Ulucamii tarzındadır” diyerek Ahmed Şah’ı niçin Ahmed Paşa yapmış; ya da kaledeki Süleyman Şah-Şahin Şah Camiini Osmanlı vakıflar yönetimi neden Süleyman Paşa Camiine dönüştürmüştür? Öyle anlaşılılyor ki Divriği Mengücek şahlarına karşı bir tepkisi yaşanmış. Başka Türkmen beyliklerinden söz eden kaynaklar, olası ki Divriği meliklerini şah sanlarından ötürü Kızılbaş Erdebil şahlarıyla eş tutarak anmak istememişler.
Sonuç: Divriği Mengüceklerinin varlığını kitabelerle birkaç sikke dışında veren bir kaynak yoktur. Anadolu’nun ortasında melik ve şah unvanlarıyla yüzyıldan fazla hükümran olmalarına, Abbasi halifelerinden onursal unvanlar almalarına, bıraktıkları anıtların değerine karşın Divriği Mengücekleri tarih siliğidir!
DİVRİĞİ KÜLLİYESİ
Türk – İslâm mimarisinin dünya mirası şaheseri
Divriği’deki Mengücek eseri, günümüzde, dünyanın ve Ortadoğu’nun en görkemli mimarlık ve yontu anıtları arasında ilk sıradadır. Anadolu’nun aydınlanma çağını da simgeleyen bu başyapıtın benzerini hatta daha sanatlısını, Anadolu sultanları Keykâvusların, Keykubadların, Konya’da Kayseri’de Sivas’ta yaptıramayışları, bu ayrıcalığı, egemenlik alanı Divriği’den ibaret yerel bir melikle ona ortaklık eden kuzeni bir melikeye bırakışları şaşırtıcıdır.
UNESCO Kültür Komitesi’nin, 1985’te belirlediği ilk “Dünya Kültür Mirası” listesine Türkiye’den seçilen üç varlıktan biri Divriği Külliyesi, diğerleri, İstanbul Tarihî Yarımada ve Kapadokya olmuştu.
İspanya’daki Elhamra’dan (14. yüzyıl) Hindistan’daki Tac Mahal’e (17. yüzyıl) kadar İslam uygarlıkları eksenindeki en eski ve en az onlar kadar değerli olan Divriği Külliyesi, Türk mimarlığının ve İslâm dünyasının şaheserlerindendir. Külliye, Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad’ın çağdaşı, Mengücekoğullarının Divriği Meliki Ahmed Şah’ın Ulucamii ile kuzeni Behram Şah kızı Melike Turan Melek’in, camiye bitişik Darüşşifasını kapsamaktadır.
1228 tarihli Külliye, kentin o dönemdeki yerleşimine göre hakim bir noktada konumlandırılmıştır. Yüksek kabartma nitelikli, kozmik şemalı özgün dekorasyonlu dört tac kapısının ve iç mekanlarının hemen hiç bozulmadan zamanımıza kadar korunması İslâm dünyası için tektir. Selçuklu döneminin bu başeserini yücelten taş, ahşap, yazı sanatkârları, Ahlatlı Tiflisli üstatlar: Hurremşah, Hurşad, Ahmed, İbrahim ve Mehmed, eserdeki imzalarıyla tanınıyorlar. Ancak bunların adlarına, Anadolu ve Ortadoğu’da başka bir eserde rastlanmıyor.
Külliye çevresindeki hamam bedesten ve medrese kalıntıları, şah ve hacip kümbetleri, kuzeydoğudaki kayalığa Ahmed Şah yaptırdığı 1234-1237 tarihli Men-gücek kalesi oğlu Melik Salih’in 1251’de yaptırdığı Arslanburç Fars kemerli kapı cephesinde çiçekli kûfi ve nesih yazıtlar okunan, 1181 tarihli Süleyman Şah Camii topluca değerlendirildiğinde, aynı çağı yaşamış Anadolu kentlerinden hiçbirinin, tarih nirengilerini bu zenginlikte koruyamadığı fark edilir.
850 yıllık özgün eserin kâbus dolu son 50 yılı
Yüzyıllarca iyi korunmuş bir dünya şaheserine, bilim ve teknoloji çağında, onarmak ya da restore etmek gerekçesiyle zarar vermek Türkiye koşullarında doğal, çok örnekli, sıradanlaşmış bir pişkinliktir. Artık her restorasyon, kamu bütçesinden ayrılan ödenekle yepyeni bir yapıya dönüştürülüyor.
Bir dünya şaheseri olan külliye de yüzyıldan beri bir dizi onarıma ve takviye amaçlı müdahalelere tâbi tutulmuş, ancak, koruma ve çevresel düzenleme amaçlı bir projeden yoksun bırakılmıştır. Son 50 yıldaki müdahalelerse, yapıyı güçlendirmek şöyle dursun sekiz asırlık direncini tehlikeye sokmuş; iç dış bezemelerine zarar vermiş, örgü taşlarının, içeride ve kapılarda yoğunlaşan rutubet erimelere neden olmuştur. En özensiz, bilim-teknik ve vicdan dışı operasyonlar 1965-2008 evresindedir. Teras örtüsünün defalarca değiştirilmesi, külliyenin oturduğu zeminin çevresinde, temel ve ana duvarları etkileyen, drenaj sistemini bozan, üstelik çok çirkin istinat, imlâ duvarları örülmesi, etkilenme alanına kaçak yapılar inşası bu evrededir.
Külliyenin, bu tahribat sürecinden ivedilikle kurtarılması için ulusal ve evrensel düzeyde kabul görecek; anıt eserin doğal ve tarihsel çevresini oluşturan Kale çarşı arasındaki Mengücek başkenti sit alanını esas alan, arkeolojik çalışmalara dayalı bir restorasyon-koruma projesi henüz yapılmamıştır.
Divriği’deki mimarlık şaheserinin, sanatsal eşsizliği ve gizemleriyle dahası, kapılarında, kubbe ve tonoz örgelerinde, duvar yüzeylerinde “bir anda, beklenmedik bir nedenle iş bırakılmış” izlenimi veren dekoratif sorunlarıyla özgün varlığını sekiz asırdır koruyabilmiş olması bir mucizedir.
Şöyle ya da böyle korunagelmiş esere, bilim ve teknoloji çağı 21. yüzyılda, geçen asırdaki kaba ve sorumsuz müdahalelerin devamı uygulanmak istenirse, bu nasıl önlenecektir? Eserin en ağır tahribatı son 50 yılda yaşadığı da inkâr edilemiyor ama eski eserlere reva görülen restorasyon tahribatları da devam ediyor. Bunlar 2008’de Divriği’de yaşandı. Anadolu’daki Türk eserlerinin en eskisi kabul edilen 850 yıllık Kale Camii sözde restore edildi. Sıvalarına, terasına, taç kapısındaki eşsiz Fars kemerine kadar nesi varsa biçim değiştirdi. Zavallı mabede, çimentoyla, çinkoyla, Afyon mermeriyle, plastik boyalarla yeni bir üslup (!) giydirildi! Bu sorumsuzluğu ne merkezindeki ne yerel sorumlular, ne bir üniversite, ne sivil toplum kuruluşları, ne âlimlerimiz, uzmanlarımız önemsemediler.
Ola ki bu bir yoklama idi. Kale Camii’nin yokedilişine ses çıkarılmadığına göre sıra dünyaya bir harika armağan eden Ahmed Şah’ın, Turan Melek’in, Hurremşah’ın, Hurşad’ın, Tiflisli Ahmed’in, Kâtip Mehmed’in eserine gelmiş demektir. Üstüne kondurulan çatı, arkasına bindirilen suya rutubete boğma galerisi, çevresine örülen bayağı duvarlar, bezemelerine sıvanan çimentolar, hırsıza kaptırmayalım gerekçesiyle şuraya buraya götürülen donanımı; “Allah korusun!” dedirten bir kâbusun yaklaştığını gösteriyor.
Dünya İnsanlık Mirası listesine Türkiye’den dahil edilen yegane mimarlık anıtının başına gelenleri ve gelecekleri, sadece sergilemeler, sunumlar, toplantılar önleyebilir mi?
Yok olan kapılar
Yandaki abanoz kapı ve pencere kanatları, daha onlarcası Darüşşifa’da sergilenirdi. Yapı güvensiz bulunarak götürüldü! Ne zaman nereye kimlerce?.. Divriği’de camide bir tutanak bırakılmadan.