İstanbul, çok yakın tarihte adını bile koruyamayıp Fatih oluverdi. Bugünkü semt isimleri ise fetihten hemen sonra Anadolu’dan göçertilen Türklerin buluşudur. Bugünde Bizans döneminden gelen üstü açık su depolarına Çukurbostan, kapalı olanlara ise sarnıç diyoruz.
İstanbul gibi ulu bir kentin semt ve mahalle adları üzerine kitaplar yazılabilir. Bu içerikte çalışmalardan yoksun bırakılmaması gereken taşra kent, kasaba ve köyleri ise yüzlerce hatta binlercedir. Küçüklü büyüklü bin dolayında tarihsel kent tabanı, adını vakfiyelere, tahrir defterlerine yazdırmış 40 bin dolayında köyü olan bir Anadolu’dan söz ediyoruz. Ören, viran, asar, kara, hisar, bolu, burgaz, hatta kâfir, gâvur -birleşikli-yerlerimiz saymakla bitmez.
Karacaviran, Karasar, Çavdarhisar, Bozüyük… Kâfirdamı, Gâvurtepe, Alacaören, Asartepe… adlı yerleşimlerin öyküleri, yerli halkın belleğinde masallaşmış birer menkıbeyle saklanabilmiştir. Bu öyküleri sözlü aktarabilenlerse giderek azalıyor.
Cibâli’nin sembolü
1884’de yapılan Cibâli Tütün Fabrikası, semtin geç dönem sembollerinden olmuştu. Fransız Reji İdaresi tarafından işletilen fabrika, Cumhuriyet döneminde Tekel idaresine geçti. 2002’den bu yana Kadir Has Üniversitesi Cibâli Kampüsü olarak hizmet veriyor.
2012 yılı yazında NTV Tarih dergisi ekibi olarak dolaştığımız Divriği kırsalında Tuğut ve Odur köylerinde, Burmahan’da, gördüğümüz kilise ve kalelerde, Yalnız Keşiş köyünde hep “farklı” şaşkınlıklar yaşamıştık. Acaba neden Yalnız Keşiş? Şimdilerde ne köy ne ev ne insan var. O gün orada, Hayri Fehmi Yılmaz’la bir saat kadar “iki kişi” idik! İki kişi gezdik, iki kişi konuştuk. Görmeyen, neden Yalnız Keşiş dendiğini kavrayamaz. Bir Gregoryen manastırının harabesinde olduğumuzu çözdük: Harap bir kilisecikle birbirine bağlı, iki sıra keşiş odacıkları… Bir zamanlar târik-i dünya keşişler buralarda çile doldurmuşlar demek! Müziğini derinden duyuran dereye doğru inen yamaçta üzüm bağları varmış. Ekim alanları otlaklar bomboş. Oradaki dünya yalnızlığı bir “yalnız keşiş”in kimliğinde kodlanarak Anadolu’nun tarihî coğrafyasına işlenmiş.
Tuğut gibi, Odur gibi Yalnızkeşiş gibi binlerce yer ve bir o kadar mahalle, çevre, ilgi duyacak araştırmacıları bekliyor.
İstanbul mahallelerinin adlarına ve öykülerine gelince… Bu, kuşkusuz yüklü bir kitap konusudur. Ama öncelikle değinilmesi gerekenler var. Klasik İstanbul, çok yakın tarihte adını bile koruyamayıp Fatih oluverdi. Neden? Salt, “surlarla çevrili ana kent”in, Bizantion’un ve Osmanlı Dersaadeti İstanbul’un özgül bir kaynağı yazılmadığından. Bu nedenle de İstanbul mahalleleri bugün topyekûn Fatih mahalleleri olmuştur. Gerçek İstanbul’un mahallelerini bugün Fatih’te aramak durumundayız.
Bu şehir, dünlerde üç kıtanın payitahtı konumundaydı. 289 mahallesi vardı. Bunların sınırları, mesken tarzları, mahallelerin aile yapıları, komşuluk ilişkileri, gelenekleri hem farklı hem renkliydi. Ahmed Rasim’in Şehir Mektupları, Hüseyin Rahmi’nin romanları bu mahallelerin edebi ürünleridir. Halide Edib’in Sinekli Bakkal Sokağı veya Sait Faik’in Alemdağı’nda var Bir Yılan’ndaki Kirazlı Mescit Sokağı keza bu eski İstanbul’daydı.
Süleymaniye – Cibâli
Süleymaniye’deki Kirazlı Mescit sokağına, on yıl önce İstanbul Belediyesinin “tarihî dokuyu kurtarma çalışmaları”nda öncelik verilmiş, mimarlar, sanat tarihçileri, İstanbul yazarları bu sokak üzerine toplantılar yapmışlar, “Kirazlı Mescit Sokağı mı, Kirazlı Mescidi Sokağı mı?” dahi tartışılmıştı. “Mescit”e (i) harfi eklemek veya eklememek anlamı altüst ediyor: Birincisinde avlusunda kiraz, ikincisinde yaptıranın veya maruf bir imamının kirazla bağlantısı akla geliyor. Bir araştırmacı düşünün: Ya mescit avlusunda kiraz kökü arayacak veya “bu Kirazlı kimmiş?” sorusuna takılacak! Bugün o sokakta Sait Faik’in evi veya izleri duruyor mudur?
Haliç’teki Cibâli’nin etimolojisi, İstanbul semtleri üzerine çalışanlarca “Cebeali/Cibali ne demektir?” başlıklı yazılarda tartışılmıştır. Kimileri, Fatih’in cebecilerinden Ali’nin burada yerleştiğini, kimileri de Haliç’in “en derin yeri”nin (cübb-i âlî) burada olduğunu, bu kesime açılan sur kapısına, dolayısıyla semte Cübb-i âlî dendiğini ileri sürmüşler. O ya da öteki, değişmeyen gerçek, kenti kül eden yangınlar çoğunca burada çıkmış. Nice kez İstanbul’un yanardağı veya ağzından alevler saçan ejderhası olmuş Cibâli. Büyük yangınlar buradan başlayarak ahşap İstanbul’u yalamış yutmuş. Geriye resmî tanımla harikzedegân (yangın-zedeler) kalabalıkları bırakmış. Külleri eşeleyerek öte berilerini bulmaya çalışanlarsa kendilerine kül fukarası demişler. Semt, zamanla İstanbul Türkçesinin ses-âhenk damıtımından geçerek kibar diline yakışır Cibâli olmuş. Bugünlerdeki aksan bozukluğunda -kısaca- Cibali olmak üzeredir!
Kırkçeşme
İstanbul üzerine ödeşilmez çalışmaları olan Mektupçu Osman Ergin Bey (öl. 1961), fetihten sonra Anadolu’dan göç ettirilen Türklerin, yerleştikleri semtlere -dilcilere dil çıkarttıracak- adlar verdiklerini yazar. Fatih İmareti Vakfiyesi’ndeki şu cümleler onun: “Arapça bir vakfiyede Kırkçeşme tâbirinin geçmesi, dikkati üzerine çekmek lâzımgelir. Çünkü Türkler İstanbul’u aldıktan sonra Bizanslıların semtlere, mahallelere verdikleri birçok adları hemen Türkçeye çevirmişler ve ondan dolayıdır ki bunların Türkçeleri Arapça vakfiyelere de öyle geçmiştir. Uzunçarşı, Bitpazarı gibi. İşte bu Kırkçeşme de onlardandır. Bizanslıların yaptığı üstü açık ve kapalı su depoları -ki bunlardan açık olanlara şimdi biz Çukurbostan, kapalı olanlara da sarnıç diyoruz”.
Ergin, Kırkçeşme, Kartaltepe, Üç Kardeşler, Cebeci, Hacı Küçük/Gökçek için de bilgiler verir.
Binbirdirek-Yerebatan
Ergin’in bu iki sarnıcın adlarına ilişkin açıklamaları da önemlidir:
“Binbirdirek: Türklerde bu sarnıca ilkin Bindirik denilmiş, sonra Binbirdirek’e çevrilmiştir. Bindirik, bindirmek mastarından gelir. Bu sarnıçta direklerin birbiri üstüne bindirilmiş ve ortalarına birer yuvarlak ve yassı taş kaide (yastık) daha konulmuş olması böyle bir adlandırmaya sebep olmuştur sanılır. Yapılırken bu tarzın seçilmiş olması, o uzunlukta direk bulunmamasından mı ileri gelmiş? Direkler böylece mi birbirine eklenmiş, burası anlaşılmıyor. Buradaki direklerin sayısına gelince ancak 224’tür. Yerebatan’da ise 336 direk vardır. Binbirdirek adı Yerebatan’a daha yakışırdı. Şu halde Bindirik denilmiş olmasından diyenlerin kanaatlerine katılmak gerekir”.
Binbirdirek aynı zamanda İstanbul’un bir mahallesidir. Kentte, adlarını eski Roma-Bizans sarnıçlarından, dikilitaşlardan, çukurlardan, kuyulardan… alan başka semtler ve mahalleler de var. Yerebatan bunlardandır. Daha ilginci, tarih bize bunun üstündeki vezirlere tahsis edilen ahşap mirî sarayı da Suyabatan Sarayı olarak tanıtıyor. Unkapanı sarnıcının üstünde de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Zeyrek Sarayı varmış.
Sultan Selim’deki açık sarnıç eski İstanbul’un “Salma Tomruk” adıyla yarı açık cezaeviymiş. Tomruk, Osmanlı hukukunda hapishane demek. Hafif suçlular yüksek duvarlarla çevrili bu açık sarnıca salıverilirlermiş.
Doku katli
Bugünkü adıyla Bozdoğan (Valens) sukemerinin hemen arkasındaki 6. yüzyıla ait tavuskuşu figürlü Bizans rölyefi, 1941’e kadar Kanunî döneminde yapılan çeşmenin alınlığını süslüyordu. O tarihte Atatürk Bulvarı açılırken, çeşme ve rölyef yokedildi; tarihin bir dönemi kapandı.