Sultan II. Abdülhamid 31 Mart Vakası’nın bastırılmasından sonra, 27 Nisan 1909’da tahttan indirildiğini tebliğe gelen heyetle ilk diyalogundan itibaren can güvenliğinden endişe duydu. “Devlet, Millet, Mebusan ve Asker”e hitaben kaleme aldığı, Meclis-i Mebusan’da okunmasını istediği mektuba, Hareket Ordusu Kumandanı Mahmud Şevket Paşa çok şiddetli tepki gösterdi ve Abdülhamid’i ölümle tehdit etti. O sıralar kimselerin bilmediği, yıllar sonra ilk olarak İ. H. Uzunçarşılı’nın yayınladığı önemli mektup ve yaşananlar.
Osmanlı Hanedanı’nın hüküm sürdüğü 623 yılda, şehzadelerin babalarına karşı ayaklandığı, padişahların çocuklarıyla, kardeşlerin kendi aralarında kanlı çatışmalara girmekten kaçınmadığı zamanlar sıklıkla yaşanmıştır. Bazen valide sultanlar da çatışmalarda taraf olabilmişlerdir. Tahtı korumak veya ele geçirmek uğruna hanedan üyelerinin birbirlerine karşı giriştikleri bu mücadeleler, klasik tabiriyle taht kavgasından başka bir şey değildir.
Devletin müessisi Osman Bey’in, amcası Dündar Bey’i vurup öldürmesinden itibaren bu kavga sürer. Fetret Devri’ni ihmal ederek, Fatih’in devleti yeniden teşkilatlandırmasından itibaren bir sıralama yapılırsa, aile içinde isyanlar ve ihtilaller sonucu 12 kez taht değişikliği gerçekleşmiştir. Bunların tamamında tahttan indirilen de Osmanoğlu, tahta oturan da Osmanoğlu’dur.
Taht değişikliklerinde gelişen olaylarda Sultan II. Osman, İbrahim, III. Selim, IV. Mustafa öldürülmüş, Bayezid kuvvetle muhtemeldir ki oğlu Yavuz Sultan Selim tarafından zehirletilmiştir. Abdülaziz’in öldürüldüğü veya intihar ettiğine yönelik tartışmalar henüz kesinliğe kavuşturulamadıysa da tahtından indirildikten beş gün sonra öldüğü gerçeği ortadadır. Tahttan indirilenlerden sadece altı padişah ecelleriyle vefat edeceklerdir. Bunlar da insanlardan tecrit edilerek hapis hayatı yaşarlarken ölmüşlerdir. I. Mustafa 15 yıl 4 ay, IV. Mehmed 5 yıl 3 ay, II. Mustafa 4 ay, III. Ahmed 5 yıl 9 ay, V. Murad 28 yıl ve II. Abdülhamid 8 yıl 9 ay amansız bir tecride maruz kaldıkları ortamda hayatlarının sona ermesini bekleyen müebbed mahkûmları olmuşlardır.
Öldürülen padişahlardan III. Selim bir yıl tecrit hayatı yaşadıktan sonra yeğeni IV. Mustafa’nın emriyle, IV. Mustafa da 3 ay 19 gün hapis hayatı yaşadıktan sonra kardeşi II. Mahmud’un emriyle öldürülmüştür. Sultan İbrahim 7 yaşındaki oğlu IV. Mehmed’e tahtını terk ettikten sonra bizzat kendi anası Kösem Sultan’ın rızasıyla katledildi.
Bütün bu kanlı ve dehşetli maziye rağmen, katledilen, tahtından indirilen padişahlardan hiçbirinin günümüz kamuoyu vicdanında gördüğü karşılık, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesindeki kadar yankı bulmamıştır. II. Abdülhamid karşıtı ile taraftarı kamuoyu, tarihçiler ve yazarlar arasında uzun yıllardır sürdürülen polemiklerin, tartışmaların vardığı noktada, tarih bilimi bir anlamda politikaya zemin açma enstrümanı olarak kullanılmaktadır. Her politik cephe, onun dönemi ve tasarrufları üzerinden belirli angajmanlarda bulunuyor.
Dikkatlerden ısrarla kaçırılan husus, bizzat II. Abdülhamid’in de bir şeyhülislamın fetvasıyla hal’ edilen, yani tahttan indirilen ağabeyi V. Murad’ın yerine tahta geçtiğidir. Üstelik akıl sağlığını kaybettiği gerekçesiyle tahttan indirilen ağabeyinin tekrar sağlığına kavuşması ihtimaliyle tahta geçirildiği, ağabeyi iyileşirse tahtı ona bırakacağına dair Midhat ve Rüşdü Paşalarla bir taahhütname imzaladığı, ancak bu belgenin daha sonra bulunamadığı güçlü bir rivayettir. Öte yandan ağabeyi, kısa süre oturduğu Dolmabahçe Sarayı’ndan sonra ailesiyle birlikte kapatıldığı Çırağan Sarayı’nda, tam 28 yıl dışarıya çıkamadan, Abdülhamid’in en güvendiği adamlarının gözetiminden bir an olsun kurtulamadan ölüp gidecektir. O kadar sıkı tecrit altında tutulmuştur ki, bu uzun müddet boyunca izin verilenler haricinde hiç kimseyle görüşememiştir.
Demek oluyor ki Sultan II. Abdülhamid’in başına gelen vahim olay ne bir ilktir ne de son. 1922’de Sultan Vahdeddin’in de tahtını ve ülkesini terk etmesiyle 623 yıllık bir hanedanın iktidarı sona erecektir. Avrupa monarşilerinde de aile içi çatışmalar sıklıkla görülür. Rus Çarı Korkunç İvan’ın oğlunu öldürmesi, I. Petro’nun oğlunu işkencelerle öldürtmesi de farklı bir düzlemde değildir.
27 Nisan 1909’da tahtından indirilip ailesiyle birlikte Selanik’te Alatini Köşkü’ne tecrit edilmek üzere gönderilen II. Abdülhamid, 20. yüzyıl dünyasının Osmanlılardaki yansıması olan insani ve idari anlayışların etkisinden yararlandı. Kendinden önce tahttan indirilip tecrite alınanlardan sadece IV. Mustafa ile Abdülaziz’in dışarıya gönderebildiği mektupları biliyoruz. IV. Mustafa kendini kapatıldığı yerden kurtarıp yeniden tahta çıkarırsa kaptan-ı derya yapmayı vaad ettiği adamına bir mektup gönderebilmiştir. Sultan Aziz çok saygılı ifadelerle V. Murad’ın padişahlığını, Abdülmecid hanedanının saltanatını tebrik edip validesi Pertevniyal Valide Sultan’la kaldıkları Topkapı Sarayı’ndan münasip bir yere nakledilmeleri ricasını yeğenine iletebilmiştir. Bunlardan başka yıllarca tecritte kalan hal’ edilmiş padişahların kendi el yazılarıyla hikâyelerini, halet-i ruhiyelerini aktarabildikleri metinler elimize geçmemiştir.
Sultan II. Abdülhamid, tecrit zamanlarından kalan belgelerinin elimizde olması yönüyle de müstesnadır. Selanik’e nakledilmesinden Beylerbeyi Sarayı’nda ölümüne kadar hususi doktoru olan Atıf Bey’e anlatabildikleri ile farklı özellikleri olan bir hatıratı elde edilebilmiştir. Yanında olmayan çocuklarına mektup yazabilmiştir. Tahttan indirilmesinden 69 gün sonra, 5 Temmuz 1909’da kendi eliyle yazdığı, çeşitli taleplerini dile getirdiği bir arzuhali, İstanbul’a, Hareket Ordusu Kumandanı Mahmud Şevket Paşa’ya gönderebilmiştir. Yazımızda bu önemli belgenin muhtevasına yer vereceğiz.
İ. H. Uzunçarşılı, Mithat Sertoğlu, Celal Bayar ayrı ayrı zamanlarda bu arz-ı hâle değinmiş ve hakkında yazmışlardır. Osmanlı Arşivi’nde aynı ibarelerle başlanıp bitirilmeyen, esas metinle ufak tefek farklılıkları görülen iki mektup daha vardır ki esas nüshanın müsveddesi oldukları kesindir. Özensiz bir yazıyla yazılan ve imla hataları ile dolu metnin sonunda “Abdülhamid” imzasının bulunması, belgenin suret veya müsvedde olmayıp asıl olduğunun delilidir. Zaten Abdülhamid, Atıf Bey’in naklettiğine göre, Selanik’e ilk geldiğinde bankalardaki parasını 2. ve 3. Ordu’ya bağışlamasıyla ilgili belgelerden başka hiçbir belgeye, mektuba imza koymadığından bahseder ki, doğrudur.
Arzuhalinde dengeli bir dil kullanmaya özen göstermiştir. Yerine göre gayet üst perdeden sözler sarf eder. “Devlet, Millet, Mebusan ve Askere” hitap ile başladığı arzuhalinde Meclis-i Ayan ve Mebusan’ın belirlediği “Hal’ Heyeti”nin 27 Nisan 1909 Salı akşamı hayatının emniyet altında olduğunu, her türlü taarruzdan azade bulunduğunu küçük oğlu Şehzade Abdürrahim’in ve bir kısım hizmetkârlarının duyacağı şekilde bildirdiğinden bahseder, ama heyetin asıl gayesi olan hal’in tebliğ edilme safhasını tek kelimeyle bile anlatmaz.
Geceleyin Ferik Hüsnü Paşa, emrindeki subaylarla geldiği Yıldız Sarayı’nda, tahttan indirme heyetinin taahhütlerini onaylayarak, canının emniyette, 2. ve 3. Ordu’nun hayatına kefil olduğunu, Selanik’te hazırlanan yerde üst düzeyde bir saygı gösterilerek ikametinin sağlanacağını, şüphelendiği hususlar varsa birlikte arabaya binerek ve eline vereceği revolver tabancası ile bir saldırı olduğunda ilk önce kendisini öldürmesini Allah adına yeminler vererek, Kuran’ı da getirtip yemin ederek Abdülhamid’in güvenini kazanmak ister. “Haşa, Allah esirgesin, ben katil olamam” diyen Abdülhamid silahı almaz, yeminlere kanaat ederek trene biner ve Selanik’te inerler. Müsvedde metinde yazdığı halde üzerini çizdiği, Hüsnü Paşa’nın “ellerimi bağlayayım” cümlesini, asıl arzuhale almamıştır. Yolda gördüğü nazik muameleden dolayı teşekkür ettikten sonra otuz dört yıl boyunca geceli gündüzlü millete hizmet ettiğini, 31 Mart Vakası’ndan bilgisi olmadığını, Meşrutiyet’in ilanından sonra aleyhine girişimlerde bulunmadığını ve Meşrutiyet’i koruyacağına dair Şeyhülislam aracılığıyla ettiği yemine sadık kaldığını ifade eder.
Ağabeyi V. Murad’ın durumunu anlattığı satırlarda tahttan indirildikten sonra 26 yıl ömür sürdüğünü söylerken hafızası onu yanıltır. Aslında 28 yıl yaşayıp tecrit altında ölen ağabeyine, eşleri ve çocuklarına yapılması gerekenleri esirgemeden yaptığını övünerek anlatır. Saray mutfağından yiyecek ve içeceklerinin verildiğini, gerekli hizmetkârların tahsis edildiğini söyler. Burada klasik dönemin kafesteki şehzadelerine veya tahttan indirilip dairesine kapatılan padişahlara tatbik edilen geleneği anlattığının farkındadır ama, kendisine aynısı yapılmadığı, çok daha serbest bırakıldığı halde buna da itiraz ettiğinin farkında değildir. Abdülhamid’e kadar padişahların tahtta bulundukları sırada ölmeleri veya tahttan ayrılmaları halinde tasarruf ettiği mal, mülk, saray, kasır, hazine cinsinden ne varsa yeni padişaha geçer, şer’i miras ve terekeleri de düzenlenmezdi. Geride bıraktıkları eşleri, çocukları sadece yeni padişahın uygun gördüğü miktarlarda et, ekmek, kahve, şeker, yakacak odun, ikametgâh ve benzeri tahsisatlarla ve belirlenen cüz’i maaşlarla kalakalırlardı. Abdülhamid de ağabeyine ve geride bıraktıklarına geleneğin mirası bu kuralı aynen uygulamıştı. Gururla bahsettiği ve bakımlarını, maaşlarını ihmal etmediğini söylediği hadise budur. İspat için delil getirdiği saraydaki evrakı, o devirde Mahmud Şevket Paşa görüp inceleyemezdi ama, bugün Osmanlı Arşivi’nde bulunan o evrak içinde Sultan Murad’ın ailesinden bazılarının maaşlarını alamadıklarından, azlığından şikâyetlerini, hatta alamadıkları maaşlarının tahsili için Abdülhamid’in hal’inden sonra Hazine-i Hassa’yı mahkemeye verdiklerini görüyoruz.
Abdülhamid’in hal’inden dört yıl sonra 1913’te İttihat ve Terakki yönetimi o güne kadar hiç düşünülmeyen padişahların mirası, hanedan mensuplarının maaşları meselesini gündeme getirmiş, “Hanedan-ı Saltanat Nizamnamesi”ni çıkartarak, taht değişikliklerinde geride kalan aile fertlerinin perişanlıktan kurtulmaları için çaba göstermiştir.
Klasik dönemde türlü şekillere bürünen hanedan ve saltanat veraset sisteminde hayatta kalabilen şehzadeler de kafes ardında tutulduklarından ticari faaliyetlerde bulunup şahsi servete sahip olamazlardı. Tanzimat devri şehzadesi Abdülhamid öyle değildi. Diğer kardeşleri borç içinde yüzerken o ticari faaliyetleri ile hatırı sayılır bir servete sahip olmuştu. Padişah olduğunda da şahsi servetini işletmiş, ayrıca Hazine-i Hassa’yı da çok genişletmişti. Şahsi serveti noktasında da diğer padişahlardan ayrılır. Abdülhamid’in halefi Sultan Reşad’ın, gelenek ve tatbikat müsait olduğu halde ağabeyi Abdülhamid’in tüm servetine el koyamamasında bu durumun da etkili olduğunu düşünebiliriz.
Arzuhalin devamında Abdülhamid kendi ailesinin eş ve çocuklar yönünden kalabalık olduğunu yazar. Selanik’e getirilmeyip İstanbul’da kalanlar sıkıntı içindedir. Selanik’tekileri idare edebilir ama İstanbul’dakilere maaşı yetmez. Bütün servet ve eşyası müsadere edildiğinden zaruret çektiğini, perişan ve acınacak seviyeye geldiğini, bu sıkıntısının giderileceğine emin olduğunu söyledikten sonra Avrupa bankalarındaki paralarını devlete teslime hazır olduğunu söylemesi de göze batan bir çelişkidir. Selanik’e nakledilirken yolda kaybolduğu rivayet edilen bir bavul dolusu mücevher ve tahvil yanında, içi elmas ve pırlantalarla dolu su çantasının da kaybolduğuna anlatılarda sık sık rastlanır Müsadere edildiği, çalındığı söylendiği halde Abdülhamid’in ölümünden sonra Beylerbeyi Sarayı’ndaki odasında, binlerce elmas ve pırlantayla dolu su çantası ortaya çıkacaktır. (bkz. #tarih dergi, sayı 18).
İttihad ve Terakki yönetimi, Selanik’e gönderdikleri Abdülhamid’in Avrupa bankalarındaki paralarını, hisse senetlerini, tahvillerini orduya bağışlaması yönünde baskı yapıyordu. O sıralarda pazarlık fırsatının ortaya çıktığını düşünmüş olmalıdır ki Abdülhamid’in arzuhali taleplerle doludur. Aslında ayrıntılı bir şekilde yakınmasının sebebi üç maddede talep edeceği şeylerin tahakkukunu kolaylaştırmak içindir. Tabii ki taleplerinin gerçekleşmesinin zor olduğunu biliyordu.
İlk olarak kendisi ve ailesi için en önemli sıkıntısı olan can güvenliği meselesini Ayan ve Mebusan Meclisleri ile Devlet ve Asker’in ortak yazılı taahhütleri ile teminat altına almak istiyordu. Bu teminat karşılığında servetini feda etmeye hazır olduğunu açıkça belirtmektedir. Ancak bu dörtlü garanti talebi Mahmud Şevket Paşa’nın sert itirazı ile karşılanmış, ordunun koruma için yeterli olduğunu, başka mercilere müracaat edilirse kontrolün elden kaçabileceği uyarısıyla üstü kapalı bir şekilde Abdülhamid’i ölüm tehdidine maruz bırakmıştır.
İkinci olarak oturduğu Alatini Köşkü’nün kendi adına satın alınıp ömrü boyunca orada oturmak üzere tahsis edilmesini istemiştir. Hem adına satın alınmasını istemek, hem de tahsisini talep etmek nasıl olabilir? İstediği satın alınma ve tapu gerçekleşmediği için nasıl olabileceğini bugün için çözmek imkânından mahrumuz.
Üçüncü talebi de yanındaki hizmetkârların kişisel özgürlükleri üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasıdır. Gayet masum ve insani bir talep olmasına rağmen kendisi tecrit altında bulunduğundan hizmetlileri de aynı kaderin kurbanı oluyorlardı. Taleplerini dile getirdiği paragrafın altına can güvenliğinin insan hayatı ve ruhiyatı üzerindeki etkisine dair iki üç felsefî cümle kaydetme ihtiyacı hissetmiştir. Müsvedde metinde o cümlelerin sonradan ilave edildiği görülüyor.
Bu isteklerinin hiçbiri gerçekleşmemesine rağmen son paragrafta taahhüt ettiği şekilde 2. ve 3. Ordu’nun, Donanmanın masrafları için Avrupa bankalarındaki servetini bağışlamayı kabul etmiştir. Bağış süreci iki yıla yayılmış, sonunda herkes istediğini almıştır. Arz-ı hâlinin Meclis-i Mebusan ve Ayan’da okunması söz konusu olmasa da Ordu ve askerin verdiği teminat gereği, Muhafızı Rasim Bey’in özverili çabalarıyla Abdülhamid ve ailesinin kılına zarar gelmemiştir. Balkan Savaşı’nda Selanik’in tehlikeye düşmesi üzerine 1912’de Almanların Lorelei vapuru ile getirileceği Beylerbeyi Sarayı’nda da aynı şartlarda ömrünü tamamlayıp 10 Şubat 1918’de “Osmanlılar’ın Son Hakanı” olarak son nefesini verecektir.
SULTAN ABDÜLHAMİD’İN İSTEKLERİ
‘Devlete ve millete arz-ı hâlimdir’
‘325 senesi Nisanının on dördüncü Salı günü akşamı Âyân ve Mebusân tarafından müretteb heyet-i mübelliğa, hayatımın taht-ı te’minde ve her türlü taarruzdan âzâde bulunduğunu, oğlum Abdürrahim Efendi ve bendegândan bir kısmı huzuruyla nezdimdeki ailemin işitecekleri bir surette beyan ve tebligâtta bulundu.
Gecesi de Ferik Hüsnü Paşa refâkatindeki ümerâ ve zabitânla gelerek heyet-i mezkûrenin taahhüdât ve ifadâtını bi’t-tasdîk hayatımın kat’iyyen bir gûna tecavüzât ve taarruzâta hedef olmayacağı ve İkinci ve Üçüncü Ordu ve asker muhâfaza-i hayatıma mütekeffil bulunduğunu ve bütün millet o yolda teminâtta bulunduklarını ve Selanik’te tehyi’e edilen mahalde ikmâl-i ihtirâmla ikâmet edileceğini beyânla şâyet bu bâbda tereddüt ediliyor ise birlikte arabaya binerek ve elime lorver [revolver] vererek maazallah bir tecavüz vuku’unda ibtidâ kendisini lorver ile itlaf etmekliğimi vallahi, billahi, tallahi elfâzıyla kasem ve Kuran-ı Şerif’i dahi getirip ona da yemin edeceğini ifade etmiş ise de “Hâşa Allah esirgesin, ben kâtil olamam” diyerek teminât ve yeminlerine kana’at edip tren-i mahsusla Selanik’e gelindi. Burada gördüğüm muamele-i nâzikâne ve zâbitânın emr-i muhafazadaki gayret ve hamiyetleri mûcib-i takdîrdir. İyi ve kötü fakat hüsn-i niyetle otuz dört sene vallahi ve billahi geceli gündüzlü devlet ve millete hizmet eyledim. Şeyhülislam Efendi vasıtasıyla ettiğim yemîne muhalif hal ve harekette bulunmadım. Meşrutiyet aleyhinde imâl-i nüfûz etmedim. İstanbul’daki asker hadisesinde vallahi malumâtım yoktur. İşte buralarını kasemen temin eylerim.
Biraderim merhum Sultan Murad hazretleri yirmi altı sene muammer olup maiyetlerinde müteaddid harem ağaları ve merhum Hayreddin Paşa’ya hizmet etmiş olan Server Ağa ve lüzûmu kadar bendegân vesaire bulunduruldu. Hazine-i Hassa ve matbahtan her türlü meşrubât ve mekûlât ve levâzım-ı saire kendileri için tertip ve esbâb-ı istirahatleri her vechile istihsâl edildi. Rusya askeri henüz Ayastefanos’ta bulunduğu bir hengâmda Ali Suavi Vak’ası zuhur etmesiyle müşarünileyh hazretlerini hemen yanıma alıp ortalığın kesb-i sükûnetiyle ikâmetgâhına iade ve vefatlarına kadar emr-i muhafaza ve siyânetlerinde ne derece izhâr-ı dikkat ve gayret ve ailelerinin maaşâtı ailemle müsâvî bir surette istifa edildiği ve hasta ve alilü’l-vücud oldukları halde bunca müddet her türlü arzusuna mazhariyet suretiyle yaşadıkları bedihî ve ahîren irtihalleri ne yolda vuku bulduğu dahi tabib-i hususisi Rıza Paşa’nın raporuyla nümâyândır. Vefatlarından sonra aileleri efrâdına kendi evladım gibi bakarak husûl-i refah ve huzurları hakkında zerretünma tesamüh vuku bulmadı. Hatta müşarünileyh hazretlerinin harem-i muhteremeleri başkadın efendi müdîre ve dindar olup mumaileyh Server Ağa vasıtasıyla ailemle beraber maaş aldıkça beyân-ı memnuniyeti hâvi yazdığı teşekkürnâmeler el’an saraydaki evrakım meyanında mevcuttur. Mahdumları Selahaddin Efendi’nin aleyhimde bulunacağına inanmam, mücerred isnattan ibaretti. Bulunduğum hâl-i felaket-iştimâl şu suretle telhis olunur. Kesirü’l-ıyâl ve kesirü’l-evlâd olduğumdan İstanbul’da bulunan evlâdımdan Nureddin Efendi, kendi validesiyle diğer ihtiyâre kadınlardan müteşekkil bir aile efradı el-yevm nânpâreye muhtaç bir haldedirler. Maaşım şimdilik burada idareye kifâyet etmekte ise de İstanbul’dakilere muâvenet ve infâk edecek bir derecede değildir. Mamafih esbâb-ı zarûretin indifâ’ını devlet ve millet nazar-ı dikkate alacağına eminim. Çünkü bilumum servet ve eşyam müsâdere edildi, perişan ve merhamete şâyân bir halde kaldım.
Tafsîlât-ı mebsûtadan maksad-ı yegâne şunlardır:
Evvelâ, kendimin ve ehl u ıyâl ve evlâdımın hayatı her türlü taarruz ve tecâvüzâttan masûn ve mahfuz idüği hakkında mevâ’id ve taahhüdât-ı sâlife Âyân ve Mebusân ve devlet ve asker tarafından taht-ı temin ve karara alınsın. Bu karar da açık ibare ile sûret-i resmiyede tahrîren tarafıma tebliğ edilsin.
Sâniyen, ikamet etmekte olduğum Alatini Köşkü nâmıma mübâya’a ile mâdâme’l-hayat ikamet etmek üzere tahsis olunsun.
Sâlisen, hizmetimde bulunanların hürriyet-i şahsiyyeleri esbâbı istihsâl kılınsın.
İşte temenniyâtım şu üç şeyden ibârettir. Zira hayattan adem-i emniyet insan için her an bir ölümdür. Hayat ise mukaddestir. Hayattan emin olmamak gibi felâket olamaz. Binaenaleyh şerâit-i selâse-i mezkûre infaz ve icra olunduğu halde her ne suretle arzu olunur ve kimin huzurunda icâb ederse pankadaki matlûbumun teslimine dair olan varakanın takrir ve imzasına hazırım. Servetimin asker için muhafaza edildiğini mahz-ı hakikat olmak üzere beyan edebilirim. Mevcudumun kaşki daha kesretli bir raddede bulunsaydı. Kâffesinin cihet-i askeriyeye terkine muvaffakiyyet şerefine nailiyet temennisinden kendimi alamamaktayım. Cenab-ı Hakk’a kasem ederim ki bu fâni dünyada yegâne maksadım yalnız devlet ve millete duahân olarak emniyetle enfâs-ı ma’dûdemin bulunduğum mevkide ikmalidir. Kat’iyyen başka fikrim yoktur. Arzu olunacak surette de teminat itâsına âmâdeyim. Binâberin işbu arzuhalimin Meclis-i Mebûsân’da kırâatiyle bu Millet-i Muazzama ve Devlet-i Meşrûta’nın derkâr olan haşmet ve âtıfetine nisbeten ehemmiyetten ârî olan müsted’iyât-ı mezkûrenin kabûlünü recâ eylerim.
17 Cemaziyelahir sene 327 ve 22 Haziran sene 325 [5 Temmuz 1909]
[İmza] Abdülhamid BOA, İ.DUİT, 2/5
ABDÜLHAMİD’İN ENVER PAŞA’YA TAVSİYESİ
‘Bugün alkışlayanlar, yarın paralamasını da bilir’
Enver Paşa’nın, tahttan indirilen Abdülhamid’i Beylerbeyi’nde ziyareti konusunu kızlarından Ayşe Osmanoğlu da doğrular. Ancak bu ziyaretin hangi nedenle gerçekleştiği ve içeriğinin ne olduğu hakkında çeşitli rivayetler vardır.
Enver Paşa’nın, tahttan indirilen Abdülhamid’i Beylerbeyi’nde ziyareti konusunu kızlarından Ayşe Osmanoğlu da doğrular. Ancak bu ziyaretin hangi nedenle gerçekleştiği ve içeriğinin ne olduğu hakkında çeşitli rivayetler vardır.
Ayşe Osmanoğlu’nun anlatımına göre Almanya İmparatoru II. Wilhelm, İstanbul’a üçüncü gelişinde eski padişaha selam ve saygılarının iletilmesini rica etmiş. Sultan Reşad da, Enver Paşa’dan ricacı olmuş. Bunun üzerine Enver Paşa ilk kez Beylerbeyi Sarayı’nda Abdülhamid’i ziyaret ederek imparatorun selamlarını bildirmiş. Ancak Abdülhamid, Enver Paşa’nın hemen ayrılmasını uygun görmeyerek bir süre alıkoymuş ve iltifat etmiş, ayrıca öğütlerde bulunmuş…
“Enver Paşa bundan sonra bir daha gelmiş. O zaman da harb durumunu anlatmış, babama fikrini sormuş. Babam şu cevabı vermiş, ‘Bir gemiyi kaptan yürütür. Fırtına ve tehlikenin ne taraftan geleceğini yine kaptan keşfeder. Gemisini de ona göre idare eder. Dışarıdakiler bunu nasıl anlayabilir? Bu vaziyette benim ne yürütecek bir fikrim, ne de teklif edilecek bir tedbirim olabilir. Ben tecerrüt etmiş bir adam olduğum için şimdiki hâl karşısında bir şey söylemezsem denizlere hâkim olan devletlere karşı Almanya ve Avusturya – Macaristan’ın ne yapabileceğini düşünmek kâfidir”.
(Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid 232-234)
Abdülhamid’in kendisine ait olduğu tartışmalı hatıra defterinde de aynı konu geçmektedir:
“Edepli saygılı bir askerdi. İçeri girerken kılıcını çıkarmış, ve bir hükümdârın huzuruna çıkar gibi davranmıştı. Konuşurken, önüne bakıyor ve hafifçe kızarıyordu. Yer gösterdim. Edeble oturdu ve konuşma boyu, bir defa bile başını kaldırmadı.”
(Abdülhamid’in Hatıra Defteri, Haz. İsmet Bozdağ s. 232-234)
Bu görüşme hakkında en ayrıntılı ve konuyu bambaşka bir noktaya taşıyan anlatım ise Samih Nafiz Tansu’dan gelir:
“Birinci Cihan Harbinin başında sakıt hükümdar, Başkumandan Vekili Enver Paşa’yı Beylerbeyi Sarayı’na dâvet etmiş ve onunla şöyle konuşmuştu:
– Enver Paşa, sana oğlum diyorum, evet çünkü sen de bizim aileye karışmış bulunuyorsun, hanedanımızın sevgili damadısın. Kahraman bir asker, merd bir adamsın… Oğlum Enver, 33 sene saltanat sürdüm. Padişahlığım müddetince ferdin hürriyetine, şahsiyetine daima taraftar idim. Fakat keyfemayeşa bir hürriyeti, gelişigüzel bir serbestiyi de hiçbir zaman hoş görmedim. Hele matbuatta pek revaçta görülen müstehcen resim ve yazılara, sinsi fikirlerin hâkim olmasına asla müsaade etmedim. Millî an’anelerimizin bozulmasına da taraftar olmadım. Avrupalıların medeniyetini daima takdir ederim. Fakat Hıristiyanlığı hiçbir zaman Müslümanlığa tercih etmedim ve üstün tarafını da görmedim. Başkalarını gelişigüzel taklit etmekten hoşlanmam. Marifet bu medeniyeti kendi bünyemize uydurabilmektir. Ben de bu medeniyetin iyi taraflarını hattâ sarayıma getirdim. Yıldız’da Cuma ve Pazartesi geceleri, temsiller, konserler verilmesini emretmiştim. Garbın sanatkârlarını bizzat sarayda hem seyrettim, hem müziklerini dinledim. Bu toplantılara haremi, sultanları, damatları, hattâ haremağalarımla kalfalarımı dahi davet ettim. Ben de güldüm, onlar da güldüler; ben de dinledim, onlar da dinlediler, seyrettiler, neşelendiler veya mahzun oldular. Maksadım saray, halka örnek olsun, garbın terakkiyatı yukarıdan aşağıya memlekete kontrollu girsin diye idi. Arzum Rumeli ve Anadolu halkının içtimaî seviyesinin yükselmesini teşvik idi.
Padişah olarak bu memleketin tarihinde ilk Meclis-i Mebusan’ı ben açtırdım. Fakat mebusların kâfi derecede olgunlaşmamış olduğunu görünce, aynı meclisi ben kapattırdım. Bilir misin ki Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın verdiği ilânı harp kararı bize neye mal oldu?
Bu Rus harbi ile tekmil Balkanlar’ı, Rumeli’yi kaybettik. Bu kararı hiç beğenmedim. Fakat önleyemedim. Mithat Paşa bu hususta çok ısrar etmişti. Harbin korkunç netayicini çabuk gördüm. Plevnenin şanlı müdafaasına, Kars’ın kahramanca savaşına rağmen mağlûp olduk. Rus orduları Ayastafanos’a kadar imza ettirdiler. Bunu imzalarken Hariciye Nazırı Saffet Paşa’nın hüngür hüngür ağladığını işittiğim zaman son derece kederlenmiştim.
Şimdi sizler de bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. Bu da acele olmuş, hissiyata kapılarak memleket tehlikeye atılmıştır. İnşaallah devletimiz ve milletimiz için hayırlı ve şerefli biter. Fakat hafazanallah felâketli biterse ister misiniz ki bu da bize bir Anadolu’ya mal olsun, o zaman elimizde ne kalır damat?…
Şimdi iktidardasın, neşen yerinde ve huzur içindesin, istikbalin parlak görünmektedir. Fakat bütün bunlara güvenme oğlum, sana son bir nasihat vereyim:
Bugün insanları alkışlayanlar yarın onu paralamasını da bilirler!… Dikkat et!.. Allah yolunu açık etsin!.. Allah millete, devlete zeval vermesin!..”
(Samih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası 1957, s. 158-161)