Bundan tam 62 yıl önce, 19 Şubat 1956’da İstanbul’da oynanan maçta, dünyanın tartışmasız en güçlü takımı Macaristan’ı 3-1 mağlup etmiştik. Evet, hava çok soğuktu ve Macarları iki hafta boyunca diğer maçlarla yormuştuk ama, zafer çok büyüktü.”Yenilmez Armada” Macar milli takımının unutulmaz serüveni ve Türk millilerine kaybedişlerinin inanılmaz hikayesi…
Bazı takımlar vardır, hiç taçlandırılmasalar da, gönüllerde yerini almıştır. 30’larda Avusturya’nın harika takımı, 70’lerde Cruyff ve şürekâsının Hollanda ile çimlere kazıdıkları total futbol manifestosu… Fakat bir ekip var ki, onlar adını tarihe altın harflerle yazdırmıştı. Gyula Grosics- Jeno Buzanzsky- Gyula Lorant- Mihaly Lantos- Jozsef Bozsik- Jozsef Zakarias- Laszlo Budai- Sandor Kocsis- Nandor Hidegkuti- Ferenc Puskas- Zoltan Czibor’dan oluşan 11, bu oyuna meftun olanların aklından hiçbir zaman çıkmamıştı.
Yeşil sahaların yenilmez armadası Macaristan, aslında bir rejimin yarattığı mucizeydi. 1940’ların sonunda ülkede yaşanan siyasi gelişmeler tarihin en güçlü takımlarından birisini doğururken, yine siyaset 60 küsur yıl önce kendi altın çocuklarını yemişti.
Hikâyeyi biraz geriye sarmalı, tarih kitaplarına dalmalı…
Futbolun ilk harika takımının babalarından Jimmy Hogan, 1. Dünya Savaşı’nda Avusturya’da düşman bir ülkenin vatandaşı olarak hapishanede çile doldurmaktaydı. Hemen devreye giren Macarlar, İngiliz futbol adamını bir anlamda transfer ediyordu.
MTK Budapeşte ile iki şampiyonluk kazanan hoca, bu süre zarfında sadece bir mağlubiyet tatmıştı. Savaşın sonunda Macaristan’ı terketse de onun pasa dayanan oyun anlayışı, futbol sahalarında iz bırakmıştı.
1930’da Uruguay’da başlayan Dünya Kupası serüvenine ilk seferinde katılmayan Macarlar, bir sonraki turnuvada çeyrek finalde elenirken, 1938’de ise finalde İtalya’ya boyun eğmişti.
2. Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği himayesine giren Macaristan’da, iklim kısa sürede değişmişti. Kendisini “Stalin’in iyi öğrencisi” olarak tanımlayan diktatör Mátyás Rákosi, topraklardaki bütün muhalifleri silindir gibi ezerken, diğer taraftan verdiği bir kararla sadece ülke değil, dünya futbolunun da kaderini tayin edecekti.
Yurt savunması
Macaristan gizli servisi AVH, MTK Budapeşte’yi alınca, ordu da boş durmadı. Onlar da bir takım istiyordu. Ferencvaros “sağcı” bulunduğundan, ihale Puskas ve Bozsik’in formasını giydiği Kispest’e kalmıştı. Böylece Kispest bir günde Honved olmuştu.
“Macar futbolunun yıldızları Kocsis, Czibor, Budai, Lorant, Grosics de sefer görev emriyle kulüplerinden Honved’e nakledilirler. Maksat, eksenini bir kulübe oturtarak millî takımın istikrarını sağlamaktır” diye yazmıştı Tanıl Bora Radikal’de yıllar önce. Gerçekten de ordunun rüyaları kabul olmuş, istihbaratçılara karşı üstünlük sağlamışlardı; arada iki defa kaptırılan şampiyonluk nazar boncuğu sayılırdı…
Adı yurt savunması anlamına gelen kulüp, Ferencvaros’tan Kocsis, Czibor ile Budai’yi, Vasas’tan Lorant’ı almıştı. Honved başarıdan başarıya koşarken, millî takımın da önlemez yükselişi başlamıştı. Ne de olsa Puskas ve arkadaşları, birkaç istisna dışında tek bir takımda toplanmış, günde çift idmana başlamıştı. Statüleri amatör olduğundan, kulüp dışında millî takımda da yan yana oynamaya başlamışlardı.
Teknik direktör Gusztav Sebes’in önderliğinde çalınan maya tutmuştu. O zamanların “W formasyonu” Sebes tarafından bozulmuş ve daha çok “U”ya yakın bir sistem benimsenmişti. En ileride olması gereken Hidegkuti geriye çekilerek, yeni bir diziliş denenmişti. Bu sistem ve topa mutlak hakimiyet meyvesini çabucak vermişti. Millî takımın yenilmez serisi 1950 Mayısı’nda başlamış, arada terlemeden 1952 Helsinki Olimpiyat Oyunları’nda altın kazanılmıştı.
Finlandiya’nın başkentine gelen Sebes’in talebeleri elemelerde Romanya karşısında zorlandıysa da sonradan Barcelona’ya transfer olacak Czibor ile “Altın Kafa” Kocsis’in golleriyle yoluna devam etti. İlk turda, 1949’daki uçak kazasında ülke şampiyonu Torino’yu kaybettiğinden oldukça sıradanlaşmış İtalya’yı karşılarında bulmuşlardı. Palotas ile Kocsis’in golleri onları bir üst tura taşımıştı.
Çeyrek finalde rakip Türkiye idi. Macarlar daha ilk yarıda farkı üçe çıkarmış, Ercüment Güder’in frikiki hanemize gol olarak yazılmıştı. Savunma futbolu oynayan ay-yıldızlılar o dakikadan sonra rakibinin üstüne çullanmaya kalkışınca, 90 dakika sonunda tabelada 7-1’lik skor yazmıştı. Palotas, Kocsis, Puskas, Lantos, Bozsik kim ararsanız o gün fileleri havalandırmış, Milliyet gazetesi o günden onları şampiyon ilan etmişti.
Yarı finalde İsveç’e yarım düzine gol atan takım, altın için Yugoslavya ile buluşuyordu. Uzun süre golsüz giden mücadelenin son çeyreğinde önce Puskas, ardından Czibor zaferi getiriyordu. Tesadüf bu ya, o günkü rakiplerimizin yolu bu topraklara da düşecek, hattâ hem Fenerbahçe hem de Beşiktaş ile şampiyonluk yaşayacak Branko Stankovic misali sayısız teknik adam çıkacaktı.
Wembley’in fatihi
25 Kasım 1953’te Macarlar, Wembley’e ayak basmıştı. İngilizler, Puskas’a hafif müstehzi bakıyordu. Topluydu, kısaydı. Bu bodur şişko, efsane olmamalıydı.
İlk düdüğün çalmasıyla birlikte futbolun mabedinde bir fırtına kopuyordu. İki takım arasındaki sıklet farkı geceyle gündüz gibiydi. Kısa sürede komünistler gol olup yağıyor, 200 bin meraklı gözün önünde 52 yıldır sahasında ötekilere kaybetmeyen İngiltere 6-3’lük skorla paramparça oluyordu.
Futbolun beşiği kendi topraklarında fena sallanmış, madara edilmişti. Yenilir yutulur gibi değildi. Macarlar galibiyeti de bir İngiliz’e ithaf ederek, İngilizleri iyice ezmişlerdi: Teknik direktör Sebes maçtan sonra “bize bildiğimiz her şeyi Hogan öğretti” diyecekti.
Yenilen pehlivan güreşe doymayıp rövanş istedi. Ertesi yıl İngilizleri Budapeşte’de daha da hazin bir tabela bekliyordu: 7-1!
Namları sınırları aşıyor, herkes onları konuşuyordu…
Üç hafta sonrasında İsviçre’de başlayacak olan 1954 Dünya Kupası’nın mutlak favorisiydiler. Bern’e güle oynaya ayak basmışlardı. Grupta Batı Almanya, Güney Kore ve Türkiye ile eşleşmişlerdi. O zamanki statüye göre ülkeler iki maç yapıyordu. İlk karşılaşmalarında Güney Kore karşısında şov yapan Macarlar, tam dokuz atmıştı! Olağan şüpheliler Kocsis, Puskas ile Czibor gol sağanağında sahne almıştı.
İkinci sınavlarında Batı Almanya’yı 8-3’lük skorla paramparça ettiler. Yeşil sahaların önemli düşünürlerinden Sepp Herberger turnuvanın devamını düşünerek yedekleri çimlere sürmüştü. Dört gol atan Kocsis yıldızlaşırken, Hidegkuti de iki defa ağları sarsmıştı.
İlk mücadelesinde Batı Almanya’ya 4-1’lik skorla boyun eğen Türkiye, “Canavar Burhan”ın hat-trick yaptığı maçta Güney Kore’yi 7-0’lık skorla devirmişti. O karşılaşmada Lefter’in attığı gol adeta jenerikti. Statüye göre Batı Almanya ile bir kez daha karşılaşan Millilerimiz 7-2’lik skorla mağlup olmuştu.
Sakatlanan Puskas’ın yokluğunda, arkadaşları önlerine geleni ezip geçiyordu. Çeyrek finalde tekmelerin konuştuğu “Bern Meydan Savaşı”ndan sağ salim çıkmayı başarıp Brezilya’yı 4-2 yenmişlerdi. Perdeyi Hidegkuti açmış, Kocsis iki golle maça damgasını vurmuştu. “Solak şişko”nun yokluğunda kazanılan penaltıyı Lantos atmıştı.
Final yolunda son rakip, o tarihe kadar Dünya Kupası’nda hiç yenilmemiş, oynadığı iki turnuvayı da kazanmış Uruguay’dı. Czibor ve Hidegkuti ile iki farklı üstünlüğü yakalayan Macarlar, Juan Hohberg’e mani olamayınca uzatmalara gidilmişti. Tam ihtiyaç duyulduğu anda döktüren “Altın Kafa” işi bitirmiş, turnuvadaki gol sayısını 11’e çıkarmıştı.
Mucizenin ardı
Finalde rakip, grupta parçaladıkları Almanya idi. Macarlar ilk maçın özgüveniyle sahaya ayak basarken, yıldızları Puskas da kadrodaydı. Hafif sakat olsa da bu karşılaşma kaçmazdı.
Mutlak favori olan altın takım fırtına gibi başlamış, henüz 8. dakikada farkı ikiye çıkarmıştı. Önce Puskas, ardından Czibor ağları bulmuştu. Finali ülkesine radyodan aktaran spiker Herbert Zimmermann, kaleci Toni Turek’i “kova” ilan etmişti. Ancak dakikalar 18’i gösterdiğinde, tabelada eşitlik vardı. Max Morlock farkı bire indirmiş, Panzerlerin haşarı çocuğu Helmut Rahn beraberliği getirmişti.
Macarlar saldırıyor, kalesinde Turek dayanıyordu. Zimmermann mikrofon başında file bekçisine methiyeler düzmekten yorulmuyordu. Derken son dakikalarda sahne alan Rahn, ülkesini öne geçirmişti. Puskas’ın attığı gol ofsayt gerekçesiyle değer kazamayınca, zafer Panzerlerin olmuştu. Aradan yarım asır geçtikten sonra o maçta doping yapıldığına dair çıkan haberler Almanya’da pek ses getirmedi. O final bir mucizeydi; mucize olarak kalmalıydı!
Kupanın kaptan Fritz Walter’in ellerinde yükseldiği an ölümsüzleşti. Alman tarihçi Joachim Fest’e göre Federal Alman Cumhuriyeti’nin üç kurucusu var: Politik olarak Konrad Adenauer, ekonomik olarak Ludwig Erhard ve mental olarak Fritz Walter.
Müsaadenizle kısacık bir dipnot…
Her ne kadar millî takımın efsanevi hocası Herberger, 2. Dünya Savaşı sırasında oyuncularına imtiyazlar tanınmasını sağlasa da, kaderin Walter için yazdığı bambaşkaydı. Zira futbol adamı gücünü başkaları için kullanmayı tercih etmişti. Harp sırasında Fransa, Korsika gibi yerlerde askerlik yapan Walter’in yolu, sonradan üç gol atacağı Romanya’ya düşmüştü. Hem de savaş esiri olarak.
Esir kampında sıtmaya yakalanan forvet, Gulag Adaları’na aktarılmayı bekliyordu. Kardeşi Ludwig ile beraber olmaları belki de tek tesellisiydi. Bir gün Macar ve Slovak askerler top oynarken aralarına karışıyor; olaylar gelişiyordu. Ne sıtma ne esaret etkilemişti Fritz’i. O kadar iyiydi ki… Karşında çaresizce koşturan askerlerden biri anında onu tanıdı. 3 Mayıs 1942’de Budapeşte’de oynanan Macaristan-Almanya maçında hayranlıkla izlediği Walter’in ta kendisiydi! Onun iki gol attığı karşılaşmayı Almanlar 5-3 kazanmıştı. Hemen kampın Sovyet komutanına koşan bu subay, Almanların büyük yıldızının aralarında olduğunu söylemişti. Futbol aşığı komutan Shukov, Fritz ve Ludwig Walter’in o trenlere binmemelerini sağlamıştı. Hayatta kalan yıldız, 12 yıl sonra Dünya Kupası’nı kaldırmıştı. Kendisini tanıyıp hayatta kalmasını sağlayan subay Macar’dı!
Bir ulus yeniden şaha kalkarken, harika takım ilk kez kaybetmişti. Böylece 32 maçlık yenilmezlik serisi bozulmuştu. Komünist iktidar mağlubiyeti bir türlü kabullenemiyor, faturayı kaleci Gyula Grosics’e kesiyordu. Aylarca sorgulanan “Kara Panter” lakaplı file bekçisi, delil yetersizliğinden “yırtıyordu”.
Her şey 1956’nın sonunda değişti. Macaristan’ın değişik şehirlerine sıçrayan kıvılcım, 23 Ekim’de yangına dönmüştü. Kısa sürede hükümet düşmüş, Sovyet tankları Budapeşte’de cirit atmaya başlamıştı. 4 Kasım’da Macaristan’a adeta çıkarma yapan Sovyetler Birliği, bir haftada kontrolü ellerine almıştı. Binler ölmüş, onbinler ülkeden kaçmıştı.
Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Athletic Bilbao ile eşleşen Honved, 22 Kasım’da İspanya’nın yolunu tutmuştu. San Mames’te 3-2’lik skorla gülen evsahibi ufak bir avantaj sağlamıştı. Futbolcular ülkelerine dönmek istemiyordu. Macaristan’daki karışık durum nedeniyle rövanşın Brüksel’de oynanacak olması, kimbilir bazılarını umutlandırıyordu. Elenip dağılabilirlerdi.
Yaklaşık 30 yıl sonra 39 kişiye mezar olacak Heysel Stadı’nın skorbordunda yazan 3-3’ten sonra Grosics, Bozsik, Budai ve Lorant yurtlarına dönüyor, takımın yıldızları Puskas, Czibor ve Kocsis, Batı’ya açılıyordu.
Ancak onların İspanya’ya ayak basmasından sonra düşüş başlıyor, efsane ekip sıradanlaşıyordu. Real Madrid ile Barcelona ise vites yükseltiyordu. Şampiyon Kulüpler Kupası’nı adeta tahakküm altına almışlardı. Puskas, ruh ikizi Alfredo Di Stefano ile başkentliler için döktürüyor, Katalan diyarında ise Macar rönesansı yaşanıyordu.
1958 Dünya Kupası’nda sonradan milletvekili olacak Puskas’ın çocukluk arkadaşı Bozsik kaptanlığa terfi etmişti. Hidegkuti artık 36’sındaydı. İspanya’da döktürenlerin yokluğunda bir zamanların yenilmez armadası gruptan çıkamamıştı. Kimbilir, tam kadro olsalar, İsveç’te samba yapan Brezilya ve Pele’yi hiç konuşmayacaktık. Yarattıkları ekol 1962 ve 1966’da üst üste iki Dünya Kupası daha görse de, çeyrek finalden öteye gidememişti. Rejimin doğurduğu mucize, aslında yine rejim yüzünden bitmişti.
Bir (anti) kahraman
Macaristan’ın kalecisi Grosics, sorgulandıktan sonra sürülmüştü. Aklandıktan sonra millî takımın eldivenleri yine ona teslim edildi. Ferencvaros’un ısrarla istediği Grosics’e bir türlü rejimden izin çıkmamıştı. Sürgünde mesleğini icra etmeye devam eden “Kara Panter”, Dünya Kupası heyecanını iki kez daha yaşamıştı.
Rejimle geçinemeyen Grosics, 1980’lerde bir anlamda barış çubuğu uzatmıştı yönetime. Komünist Parti’ye üye olmak isteyen emekli file bekçisinin kayıtları incelendiğinde bir anda ortalık karışmıştı. Gyula Grosics, delikanlılığında Macaristan’daki SS ordusuna gönüllü olarak katılmıştı. Genel sekreterlik koltuğunda 32 yıl oturarak ülkeyi en uzun süre yöneten politikacı olan János Kádár, durumu çok da önemsememişti. Gyula onların olmuştu artık. Kimbilir belki de hep onlarındı. SS geçmişi olan birinin yurtdışında oynaması çok da kolay değildi. İşte belki de bu yüzden, o hiç Batı’ya gitmeyi düşünmemişti. Derken Doğu Bloku dağıldı, o da saf değiştirdi. İktidara koşan muhafazakar sağ parti Fidesz saflarında görünen Kara Panter, Başbakan Viktor Orbán ile çok yakınlaştı ve 82 yaşında Ferencvaros formasıyla tanıştı!
2010’da iktidara yeniden gelen Fidesz ile birlikte Kara Panter, iyiden iyiye günışığına çıktı. Şaka gibiydi; oynarken olmasa da 85 yaşında ülkesinin en iyisi olmuştu. Hakkında çekilen belgeselin vizyona girdiğini bile görmüştü. Hattâ filmin galasına Macaristan Cumhurbaşkanı Pal Schmitt de katılmıştı. Harika takımın hayatta kalan son iki ferdinden biriydi. İlk o 2014’te göçtü, ardından Buzansky ertesi yıl son nefesini verdi.
Destanın gölgesinde
Yenilmez armada Macaristan, 3 Şubat 1956 akşamı Türkiye’ye gelmişti. Gelecekler- gelmeyecekler diye bakılan papatya falları böylece son buluyordu. Fakat küçük bir sorun vardı. 70 santimi bulan kar, cansıkıcıydı. Mücadele için 5 Şubat tarihi belirlenmiş, biletler karaborsada 100 liraya peynir ekmek gibi satılmıştı. Federasyonun belirlediği programa göre Taksim Anıtı’na çelenk koyarak başlayacaklar, İzmir ve Ankara’da karma takımlarla maçlar yaptıktan sonra 14 Şubat’ta Beyrut’a uçacaklardı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Hava muhalefeti nedeniyle planlar altüst olmuştu. Karda sahne almak istemeyen yıldızlar topluluğu rahatlamıştı. Hattâ büyük usta Halit Kıvanç, kararı memnuniyetle karşılayan Czibor’un tellendirdiği sigarayı yazıyordu. Yeni açılan Divan Oteli’ne yerleştirilen Macar kafilesinin keyfi yerindeydi.
6 Şubat’ta İzmir’e varan yenilmez armada, ilk maçını iki gün sonra yapmıştı. Federasyonun programında buraya 9 Şubat’ta varılacak, ertesi günde de karşılaşma oynanacaktı. Şehrin hava koşulları takvimi öne çekmişti.
Sebes’in öğrencileri 8-1’lik skorla gülmüştü. İki ülke federasyonu asıl millî müsabakanın hangi gün oynanacağına dair görüşmeleri sürdürüyordu. Daha önce 19 Şubat’ta karar kılınsa da dört gün önceye çekme çabaları da vardı. 10’undaki tablo daha da hazindi. Tabelada yazan 11-0’dan sonra gazetelerde kullanılan Macaristan’ın “düzineyi tamamlayamadığı” ifadesi, iki ülke arasındaki farkı ortaya koymuştu. İki gün sonrasında Ankaralı futbolseverler efsane ekibe doymuştu. Başkent karmasının aldığı 4-2’lik mağlubiyete neredeyse sevinenler olmuştu.
Millî takım tek seçicisi Eşfak Aykaç, “İnşallah Ankara’da olduğu gibi bir oyun çıkarırız” diyedursun, Macarlar İstanbul’da ilk 15 Şubat’ta sahne almıştı. Karşılarındaki takım yine bir şehir karmasıydı. Tarife daha da düşmüştü: 3-1.
Tüm Türkiye 19 Şubat’ı iple çekiyordu. Acaba bir futbol mucizesi yaşanacak mıydı? O günün gazetelerinde Macaristan’ın en güçlü kadrosuyla oynayacağı vurgulanıyor, olası kötü bir neticeye insanlar sanki hazırlanıyordu. İşte bu ahval ve şerait içinde santra yapıldı. Yenilmez armadanın altın kafası Kocsis yoktu. Sebes’in üstüne sistem inşa ettiği Hidegkuti ise yedekler arasında başlıyordu.
Dakikalar henüz 6’yı gösterirken, İsfendiyar’ın ortasına voleyi yapıştıran Lefter destanı başlatmıştı. Turgay Şeren’in muhteşem kurtarışı tabelanın eşitlenmesine mani oluyordu. Yarım saatin sonunda Sebes oyuna müdahele ediyor, Hidegkuti’yi sahaya sürüyordu.
İlk yarının sonlarında kendisine yapılan penaltıyı kullanan Türk futbolunun biricik ordinaryüsü, kendisinin ve takımının ikinci golüne imza atmıştı.
İkinci devrenin hemen başında fark üçe çıktı. İsfendiyar’ın ortasında bu sefer Metin Oktay sahne almıştı. Müsabakanın sonlarında Puskas büyülü sol ayağıyla ağları bulsa da kalan dakikalar geçmek bilmiyordu. Stattaki binlerin sayısı zamanla katlanıyor, neredeyse İstanbul nüfusunu geçiyordu. Yugoslav hakem Stefanovic’in son düdüğü mücadeleye nokta koymuş, rüyalar gerçek olmuştu: Türkiye 3- Macaristan 1.
Millî Takımın uzun yıllar en büyük zaferi buydu. Ne olursa olsun, Puskas ve arkadaşları sahadan boynu bükük ayrılmıştı. 18 maçlık ikinci yenilmezlik serisi Dolmabahçe’de sonlanmıştı.
O yılın sonunda Macaristan’daki iklim değişecek; efsane takım da dağılıp gidecekti.