Hilafet kurumunun geleceğine ilişkin tartışmalar cumhuriyetin ilanının ardından alevlenirken, Hint Müslümanlar Ağa Han ve Emir Ali tarafından Başbakan İsmet Paşa’ya gönderilen mektup ortalığı iyice karıştırmıştı. İsmet Paşa, halifeliğin dünyevi nüfuzunun sürmesi gerektiğini savunan mektubu bir İngiliz komplosu olarak nitelendiriyordu.
Aslı İngilizce olan bir mektubun Türkçe çevirisi 5 Aralık 1923’te İkdâm ve Tanîn gazetelerinde yayımlandı. Mektup, Hint Müslümanları Ağa Han ve Emir Ali tarafından, İkdâm’a göre Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e, Tanîn’e göre ise Başbakan İsmet Paşa’ya gönderilmişti. Aynı çeviri, ertesi günü Tevhîd-i efkâr gazetesinde de yayımlandı. Bu gazeteye göre de mektup Başbakan İsmet Paşa’ya yazılmıştı. Doğrusu da budur. Geçen sayımızda değindiğimiz, hilafet kurumunun geleceğine ilişkin olarak yerli basında ortaya çıkan polemik üzerine 24 Kasım’da kaleme alınmış olan mektup, Britanya Cemiyet-i İslâmiyyesi adına yazılmış ve Başbakan İsmet Paşa’ya gönderilmişti.
Ağa Han ve Emir Ali’nin mektubu, İslâm dünyasının Türkiye’de yaşanan gelişmelerin halifelik kurumunu zaafa uğratacağından, bunun sonucunda da dünyada önemli bir manevi güç olan İslâmi dayanışmanın dağılacağından endişe ettiğini öne sürüyordu. Böyle bir olumsuzluğun önüne geçebilmek için halifeliğin dünyevi nüfuzunun sürmesi gerekiyordu. Sözkonusu nüfuzun sağlanabilmesi için de imzacılar, Türkiye Büyük Millet Meclisi’den (TBMM) halifeliği bütün Müslüman milletlerin güven ve saygısına layık olan bir konuma getirmesini istiyorlardı.
Öte yandan sözkonusu mektup, Kasım ayında başlayan polemiğin daha da alevlenme eğilimi gösterdiği bir sırada yazılmıştı. Nitekim Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey, Tanîn gazetesinde 2 Aralık’ta, yani mektubun yayımlanmasından yalnızca 3 gün önce çıkan başyazısında hükümetin halifelik konusuna ilişkin tutumunu sert biçimde eleştirmişti. Tanınmış gazeteci, “Hilafetin Vaziyeti” başlıklı yazısında hükümeti ya halifeliği kaldırmaya ya da Halife’nin konumuna açıklık getiren bir dizi düzenleme yaparak yoluna devam etmeye davet ediyor; bu politikaların hiçbirini benimsemeyen hükümeti de Kasım’dan beri sürmekte olan polemiğin temelindeki dedikoduları çıkarmakla suçluyordu. Daha da önemlisi, Cahit Bey’in hükümeti çelişkili davranması nedeniyle eleştirmesiydi. Zira resmî çevreler, hem Halife’ye saygı ziyaretine gidenleri hem de Cuma selamlığı merasimlerini, saltanatı andırması nedeniyle şiddetle eleştiriyordu. Ancak bu merasimlerde asker ve sivil birçok devlet memurunun bulunması ortaya garip bir durum çıkarıyordu ve bunun sorumlusu da Başbakan İsmet Paşa’ydı.
Başbakan İsmet Paşa, bu gelişmeler karşısında gayet sert bir tutum benimsedi. TBMM’nin 8 Aralık günkü gizli oturumunda yaptığı konuşmada kendisine gönderilen mektubun bir istek ya da öneri mektubu olmadığını, tam tersine, ortalığı karıştırmak için düşünülmüş bir İngiliz komplosu olduğunu söyledi. Başbakan kendi savını, sözkonusu mektubun İstanbul basınına da gönderilmesine ve imzacı kişilerin Britanya yönetimine sadık, dolayısıyla o yönetimden bağımsız böyle bir girişimde bulunamayacak kişiler olmalarına dayandırıyordu. Komplo, saltanatın kaldırılmasına ilişkin 1 Kasım 1922 tarihli karar aleyhinde bir girişimdi. Bu nedenle de Hıyanet-i Vataniyye Kanunu’nun hükümleri çerçevesinde ele alınması ve TBMM’nin bu konuyla meşgul olacak bir İstiklal Mahkemesi oluşturması gerekiyordu.
Aynı gün kurulan İstanbul İstiklal Mahkemesi 11 Aralık’ta görevine başladı; bir bildiri yayımlayarak kuruluşunu TBMM’nin cumhuriyeti koruma ve yaşatma amacının sonucu olarak duyurdu. Zanlılar, Hüseyin Cahit Bey’in yanısıra İkdam gazetesiyle Tevhîd-i efkâr gazetesinin sahip ve sorumlu müdürleri olan Ahmet Cevdet (Oran) ve Velid Ebüzziyâ Beyler, 9 Aralık’ta tutuklandılar ve 15 Aralık’ta yargılanmaya başladılar. Bu süre zarfında İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey de, Halife Abdülmecid Efendi’ye hitaben kaleme almış olduğu açık mektup nedeniyle tutuklanmış ve mahkemeye sevkedilmişti. İlginç olan şu ki, İstanbul İstiklal Mahkemesi önce Lütfi Fikri Bey hakkında karar verecek ve kendisini 27 Aralık 1923’te 5 yıl kürek cezasına mahkum edecekti. Gazeteciler ise suçsuz görüldüler ve 2 Ocak 1924’te serbest bırakıldılar.
Gazetecilerin beraat etmesi, Lütfi Fikri Bey’in de 1.5 ay sonra 13 Şubat’ta affedilmesi, Ankara’daki yönetimin soruna o kadar da önem vermediğini gösteriyor. Daha doğrusu, aslında gayet önemli olan bir sorunun, yani halifeliğin saltanatı geri getirmek üzere kullanılabilmesi tehlikesinin Ankara’da ilkesel olarak halledilmiş ve halifeliğin kaldırılmasına karar verilmiş olduğunu gösteriyor. Tabii bu durumda neden İstiklal Mahkemesi kurmak gibi cidden korkutucu bir yola gidildiğini açıklamamız gerekir. Ankara’nın meramı, korkutma yoluyla “halifelik kalacak mı, kalkacak mı” ya da “kalsın mı, gitsin mi” gibi soruların artık sorulmamasını; kamuoyunda bu konunun önemli bir tartışma malzemesi olmaktan çıkmasını sağlamaktı. Gereği düşünülmüş, işin vakti geldiğinde TBMM tarafından halledilmesine karar verilmişti. Şimdilik yapılması gereken, uygun zamanı beklemekten ibaretti.