Eğer aklımda yanlış kalmadıysa tarih yazımı açısından deliliğin en profesyonel örneklerinden biri de Anatoli Fomenko diye bir meczup… Dandanakan’ı, Malazgirt’i falan unutun, zira tee 1600’lere kadar tüm dünyayı dev bir Rus-Türk imparatorluğu yönetmiş; Hz. İsa, Golgota’da değil de bizim Beykoz’da Yuşâ Tepesi’nde çarmıha gerilmiş!
İşin esası, her ne kadar bir yere kadar haklı olsalar da, bana kalırsa bizim çanımıza ot tıkayan post-modernistler oldu. Yani evet, bir yerde haklıydılar: Her tarih anlatısı, anlatanın perspektifine, bakışaçısına ve en çok da tarihle değil, bizzat tarihçinin gündemiyle yakından ilgilidir.
Yüzlerce yıl önce gerçekleşen önemli vakaları inceleyen iki ayrı tarihçinin -aynı arşiv çalışmasını, aynı ikincil kaynak taramasını yapsalar da- tamamen aynı sonuçlara varması, birebir aynı şeyi anlatması mümkün olmuyor. Yani evet, tarih bölümlerinde 1. sınıfta salık verilen “Rashomon” filmi öğrencilerin bu konuda zihnini açması açısından faydalı ama Allah aşkına neticede Samuray ölüyor, bu kısmını da kimse tartışmıyor artık. Yani evet, Samuray’ın nasıl öldüğünü karısı farklı anlatıyor, tecavüzcü farklı anlatıyor, oduncu farklı anlatıyor, hatta Samuray’ın ruhu bile farklı anlatıyor ama, Samuray öldü mü? Öldü. Neticede adamın ruhu anlatıyor, bence burada bir uzlaşmazlık yok. Ha intihar mı, aşk cinayeti mi, düello sonucu ölüm mü? Neticede Samuray öldü; hem aşk cinayetine kurban gitmiş hem de intihar etmiş olamaz.
Tabii tarihî olaylar sadece “Samuray öldü” gerçeğiyle özetlenebilecek kadar sade olmadığından işler daha da karışıyor ki normaldir. Televizyonu/YouTube’u açtığımızda, eğer kibarsak “Allah Allah”, o kadar kibar değilsek “nereden çıktı bu d……” diyebileceğimiz, iki lafından üçü yalan olan figürler karşımıza çıkıveriyor. Su artık bir kere bulandı ya, kimisi düz deliliğinden kimisi de ince hesaplarla geçmiş hakkında türlü yalanı hiç çekinmeden sıralayabiliyor.
Ekran karşısına geçip, bilgisayara oturup şahsi çıkar sağlamak amacıyla yalan söyleyenlere çok tahammülüm yok. Bu işi sırf deliliklerinden yapanlar ise genellikle eğlenceli oluyor ki zaten günümüzde eğlenceli olmayan bilginin ve eserin hiçbir kıymeti olmadığından, bir “içerik” ne kadar eğlenceli, ne kadar çarpıcı olursa o kadar çok ilgi görüyor; kimse bunun ne kadar delice olduğuna kulak asmıyor. Misal, muhtemelen 20. yüzyılda da dünyanın düz olduğuna inananlar vardı ama bugünkü gibi tezahürat toplamazlardı; kahvenin delisi muamelesi görülür, çok da uzatırlarsa çaycıya bir oralet söylenip önlerine konurdu ki sussunlar.
Eğer aklımda yanlış kalmadıysa tarihyazımı açısından bu deliliğin en profesyonel örneklerinden biri de Anatoli Fomenko diye bir meczup. Kendisi Rus olduğu için fesli değil ama aklımda kaldığı kadarıyla kalpak da takmıyor. Zaten aslında tarihçi de değil, matematikçi; ama bildiğiniz gibi en iyi matematikçiler bile bazen gözlerinin önündeki gerçeği görmekte bir hayli kör olabiliyor.
Bu Anatoli kardeş, 70’lerden itibaren -artık Fermat’ın son teoremini ispatlamaya çalışırken mi bilmiyorum- kafayı sıyırmaya başlıyor. Önce tarihe matematiksel olarak yaklaşmayı öneren makaleler yazıyor, ama şimdi Allah’ı var (daha doğrusu yok; Sovyet Rusya orası), herifi madara ediyorlar. Sovyetler yıkıldıktan sonra bizim Anatoli bir ferahlıyor mu nedir, yaldır yaldır yayımlamaya başlıyor çalışmalarını.
Peki ne diyor bu Fomenko özetle? İddiası şu ki, bildiğimizi düşündüğümüz her şey bir yalan. Dünya tarihi hiç de öyle binlerce yıllık bir geçmişe sahip falan değil. Bizim Antik Yunan ve Roma medeniyeti diye bildiğimiz medeniyetler iki-üç bin değil sadece birkaç yüzyıl önce varolmuşlar. Bizim antikite falan diye bildiğimiz bu yalan tarih de aslında 17. yüzyılda Vatikan ve Rusya’daki Romanof Hanedanı tarafından uydurulmuş!
Tabii önce bir “hele hele” diyorsunuz, sonra da canalıcı soruyu soruyorsunuz: “E, peki niye öyle bir yalan uydurmuşlar?” Meğer 17. yüzyıldan evvel dünyaya Rus-Türk topluluğu hâkimmiş, her yere onlar hükmediyormuş da, Vatikan’la Romanoflar bunu gizlemek için dünya tarihi dediğimiz şeyleri uydurmuşlar!
Yani demem o ki, Dandanakan’ı, Malazgirt’i falan unutun, zira tee 1600’lere kadar tüm dünyayı dev bir Rus-Türk İmparatorluğu yönetmiş; İskitler, Hunlar, Gorlar, Bulgarlar, Şunlar, Bunlar hepsi aslında bu büyük Rus-Türk İmparatorluğu’nun unsurlarıymış (İskitler de nedense her milletin illa ki kendisine maletmek istediği bir halk; resmen joker gibiler; kime sorsan İskitler’in kendi milletlerinden olduğunu ileri sürüyor). Hz. İsa, Golgota’da değil de bizim Beykoz’da Yuşâ Tepesi’nde çarmıha gerilmiş; Tevrat’taki Kral Süleyman’la bizim Kanunî Sultan Süleyman aynı insanlarmış; Ayasofya, Kanunî zamanında Süleyman’ın tapınağı olarak inşa edilmiş. Roma ve Truva zaten aynı iki şehir… Haçlı Seferleri diye bildiğimiz savaşlarla Truva savaşları aynı savaşlar… Osmanlı ve Rusya aynı ve tek bir imparatorluk… Piramitleri falan zaten çok yakın tarihlerde bu Ruslar ve Türkler beraber yapmış… Meryem Ana ve İngiltere Kraliçesi Elizabeth aslında aynı kişiler… Ay aman aman. Daha fazlasını merak ediyorsanız ve yanlış hatırlamıyorsam 8 cilt olan bu şeyi okuyacak vaktiniz varsa kolay gelsin.
Hayır, bu saçmalıklara dair kanıtlar da iyiden iyiye saçma sapan. Yok efendim İsa’nın çarmıha gerilişini resmeden Rönesans ressamları bu sahneyi genellikle arkada akan bir nehirle tasvir etmiş de, o arkada gözüken nehir İstanbul Boğazı değil de neresi olacakmış allasen de… Anatoli kardeş hızını alamayarak Eski Ahit’in Yeni Ahit’ten sonra yazıldığını falan da ileri sürmüş mesela.
Bildiğiniz deli değil mi? Ancak takipçileri muazzam. Rusya’da hayli popüler; bütün bu deli saçmalarını cilt cilt biraraya getirdiği kitapları yüzbinlerce satıyor; devletin bazı ileri gelenleri ve Rusya halkının bir kısmı bu komplo teorisine inanıyor. Aklımda yanlış kalmadıysa bu komplo teorisine inananlar arasında ünlü satranççı Gari Kasparov bile var. Zaten iş tarihi tahrif etmeye geldiği zaman, dünyanın her ülkesinde her eğitim grubundan, her zeka düzeyinden bir grup insan kimi zaman boş bulundukları için kimi zaman da şartlar öyle gerektirdiği için apaçık tahrifatlara bile ellerinde tuzlukla koşuyor.