Batı ve Doğu edebiyatında, sanatında, “düş” temalı ürünler çok büyük bir kalem oluşturur. Rüya ve gerçek arasında-ortasında ortaya çıkan unutulmaz eserler hem uykunun hem uyanıklığın en seçkin tariflerini, tasvirlerini bugüne ulaştırır.
“Düş, düşün, düşünce. İmgelem ürününde düşün konu edinilmesi içiçe geçen halkalar oluşturur. Coleridge’in Kubilay Han’a ilişkin düşünde gördüğü mısraları uyanınca da anımsamış olması ürpertici bir örnektir. fiiir mi düşün içindeydi, düş mü şiirin içinde — Borges bile sorar ve durur. Yazı ve sanat tarihleri bir uçtan ötekine bu kılpayında çıkmış metinlerle, yapıtlarla doludur: Jean Paul ve Novalis, Dante ve Cervantes, Joyce ve Butor birkaç kilometre taşı. Düşünce, bu ilişkileri didiklerken kurallar ve kesinlikler değil, yorumlar ve belkiler getirmiştir. Freud, Jung, Groddeck, Bachelard, hattâ Lacan için bilinçaltı/ifade ikilisi arasındaki ilişki kadar, o ilişkinin içindeki boşluk da belirleyicidir. (…)
Borges, kendi yapıtının analizlerine de ışık tutacak ölçüde önem taşıyan, “Coleridge’in Düşü” başlıklı denemesinde, şairin ünlü “Kubilay Han” şiirinin dizelerini bir öğle uykusu sonrası nasıl kâğıda düştüğünü aktarırken, ilk elde öncü örneklere değinir: Giuseppe Tartini, “Trillo del Diavolo”yu düşünde duyduğu ezgiyi uyanır uyanmaz notalayarak bestelemiş, Stevenson “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”ın konusunu bir düşünden çıkarmıştır.
İki örneği de ben eklemek istiyorum burada: Berlioz, “Anılar”ında dile getirir: “İki yıl önce karımın hastalığı sırasında, bir gece yeni bir senfoninin sesleri rüyama girdi. Ertesi sabah uyandığım zaman senfoninin birinci bölümü aşağı yukarı aklımdaydı…” Rastladığım ikinci örnek, İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın “Hoş Sadâ”sında yeralıyor: “Boğaz’da, Vaniköy’ündeki Beşiktaş muhafızı Hasan Paşazade Said Paşa yalısında Lemi Bey ile bir gece ziyafetindeler. O gece Lemi Bey rüyasında Nâmık Kemal’i görür. Büyük şair kendisine iltifat eder ve ‘Zevkin ne ise söyle hicab eyleme benden’ mısraiyle başlayan güftesini Manyasîzade bestelemiş ise de hoşlanmadığından bu şiirin bir de Lemi Bey tarafından bestelenmesini arzu ettiğini söyler. Vatan şairinin bu isteğinden sevinç ve gurur duyan üstad o ânda güfteyi nihâvend makamından besteler. Heyecanla uyanan Lemi Bey bu bestenin rüyada yapıldığını, diğer bir yatakta uyumakta olan Leon Efendi’yi uyandırarak anlatır”.
Uyku beldesinden uyanıklık haline dönebilen başka ürünler de olsa gerektir. Borges, bir adım daha ötesine geçmeyi dener: Gazneli Mahmud’dan kaynaklanan bir bilgiye göre Kubilay Han, ünlü sarayının plânını düşünde görmüştür — “bir düş zinciri” der Borges, belki de “sonsuz bir konu”yu devreye sokmuştur: İki düşün de varlığını bilmeyen bir “Kubilay Han” okuru, yüzyıllar sonra, düşünden hareketle mermere ya da ezgiye ulaşacaktır: “Son düşte saklı duracak anahtar”a dek.
Butor, Baudelaire’in tek bir düşünü kurcalayarak iki ‘dünya’ arasındaki ilişkiyi gözledikten sonra, oturup kendi düşlerini yazmıştır: Belki de, düşlerinden birini çözümlemeye girişecek bir gelecek yazar için. Zincirin gerisinde, Baudelaire’in düşlerini çevirdiği Poe durur: Buluta dönüşen atlarıyla. Onun için mi, kimbilir, aynı denemenin bir yerinde “her iki düş öyküsünün tıpkı bazan gökyüzünde bulutlar oluşturan at ya da aslan figürü gibi raslantı sonucu ortaya çıktığı”na değinir Borges?
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, ne yazık ki hâlâ gölgede duran ilginç yapıtı “A’mâk-ı Hayâl”in kahramanı Racî’yi, Aynalı Baba’nın iki ney üflemesi arasından uyku-ya gönderir her hikâyesinde: “Birşey görmüyor, işitmiyordum. Bir müddet uykuya yakın bir halde kaldım. Bu durum çok sürmedi. Zihnî faaliyetim başladı. Zahiren birşey hisset-mezken kendimi acayip bir âlemde görmeye başladım. Hayâl derinliklerine dalmıştım. Gözlerim kapalı olduğu halde görüyordum…” Ne görür Filibeli’nin kahramanı? Coleridge’den bir yüzyıl sonra, herhalde onun varlığından bütün bütüne habersiz: “Rüyasız, hayâlsiz derin bir uykuya dalmıştım. Ertesi günü sabah erkenden yolumuza devam ettik. Öğle vakti karşımızda bir saray göründü. Bu saray ancak hayâl safhasında görülebilen binalardan biri, yani hayâl kurmanın en son örneğiydi.”
Uyku edebiyatının önde gelen yapıtlarından biri, Gustav Meyrink’in ünlü Der Golem’idir. Anlatıcının ‘bir tür uyku’ durumuna geçişiyle başlayan bu fantastik roman, uyku içinde uyku, uyku içinde düş temposuyla halka halka olağandışının uçlarına yolculuk halinde gelişir ve kitap, anlatıcısının uyandığında kendisini topu topu yarım saattır uyuduğunu gördüğü otel odasında biter. Bir başka çizgidışı örnek, ressam Alfred Kubin’in neredeyse bir çırpıda yazdığı tek romanı Öteki Yaka’dı (Burada, De Chirico’nun tek kitabı olan Hebdomederos’u da anmak, yaşamöyküsel kesitlerin düşsel dönüşümden geçişinin bu biricik uygulamasını selamlamak istiyorum). Kubin’in romanı tekinsiz bir düşülkeyi getirir önümüze: Düşler İmparatorluğu’nun Asya’daki başkenti Perle’de oturan Patera’nın çetrefil dünyasında geçerli kurallara bakarken kendi dünyamıza sorular yağdırırız. Fantastik edebiyat, özellikle Hoffmann ve Poe’nun açtığı damarlarda, son dönemde sinemanın ve çizgi romanın görsel efektleriyle de zenginleşerek ‘uyku beldesi’ne her zaman sokulmuştur.
Plâstik açıdan değeri üzerine ne düşünülürse düşünülsün, Füssli’nin “Karabasan”ının anlam katları, karmaşık yapılarıyla resme bağlar bakıp yorumlayan kişiyi. Bir tek karabasan yakasına girdiği için mi, değil: Aynı ânda uykuyu da içinde taşıdığı için.
Özellikle modern resimde, düşler ve düş evreni geniş pay tutar olmuşsa, bunda gerçeküstücülerin ve Papa Breton’un manifestolarında gerçekçiliği sorgulayışının katkısı herşeyden önce gelmiştir. Max Ernst’in resmini bir dönem neredeyse bütününde kaplamıştır düşler ve düşsellik. İlk kuşak gerçeküstücü ressamlarından başlayarak, son döneme dek: Brauner, Labisse, Magritte, Dali, Balthus, Delvaux… fırtınalı, dingin, hafif, koyu bir düşselliğin haritası oluşur. Ustalardan Matisse ve Gümrükçü Rousseau’da da keşif alanına girer Düş. Türk resminde, öncelikle Bilge Alkor’da egemen bir izlektir; zihinsel uçarılığın aşınmamış bölgelerine yolalır Alkor.
Bir kez daha söylemeliyim, burada: Uyku başka bir “yerdir, Düş bambaşka bir “yer”. Gerçeküstücüler, farklı gerçeklik bölgeleriyle bire bir ilişki arayışı içindeydiler bir yandan, bir yandan da Freud’un öğretisinden sıcağı sıcağına etkilenmişlerdi. Uyku’yu, Düş’e varmak adına önemsediler — bu da, uyuma edimine içeriden bakmaya sürükledi onları. Serüvenin görsel karşılığı önümüzdedir: Düş, düşlem gücünün ağır basmasına yol açmıştır. (…)
(Enis Batur’un, Bi-Linç : Edebiyat ve Sanatta Uyku adlı kitabından derlenmiştir, 1991, YKY).