Osmanlı toplumunda uzun yıllar el üstünde tutulan sokak hayvanlarına merhamet gösterilirken Batı’da durum tam tersiydi. Hâl böyle olunca İstanbul’a gelen Batılı gezginlerin ahalinin hayvanlara gösterdiği hürmeti görüp hayret etmemesi imkansızdı.
Evcil hayvanlarla insanlar Osmanlı toplumunda neredeyse bir arada yaşardı. Kediler zaten baş tacıydı. İstedikleri eve girip çıkarlar, yemeklerini yiyip uyurlar, eğer keyifleri yerindeyse kendilerini sevdirirlerdi. Evlerde köpek beslenmez, ama sokaktaki köpeklere elbirliğiyle bakılırdı. Her mahallerin kendi köpekleri vardı. Kuşlara da çok kıymet verilirdi. Camilerin dış duvarında kuşların sığınıp yuva yapabilmeleri için yapılmış kuş evleri bulunurdu.
Haliyle bu durum İstanbul’a gelen Batılı gezginleri çok şaşırtıyordu.
Alman gezgin Hans Dernschwam’ın 1542’de tanık olduğu olay çok ilginçtir. Dönemin yöneticilerinden Koca Mehmed Paşa, bir lokantanın önüne bağlamış sırtı odun yüklü bir at görür. Atın sahibinin nerede olduğunu sorar, lokantada yemek yediğini söylerler. Paşa duruma o kadar sinirlenir ki odunları atın sırtından indirtip sahibinin sırtına bağlatır. Atın önüne ot konulmasını emreden Paşa, at yemeğini bitirene kadar sahibine sırtındaki odunlarla bekleme cezası vermiştir.
Gözlem yapan yabancı gezginlerin hepsi hayvanlara yönelik davranışlara sempatiyle yaklaşmamış, hatta bazıları düpedüz küçümsemiştir. 1755’te Türkiye’ye gelen ve birçok bakımdan Osmanlı devletini ve halkını ağır bir şekilde eleştiren Baron de Tott bunlardan biridir. “İnsanlara gayet az değer verilen bir ülkede topluma pek az yararı dokunan hayvanlara karşı nasıl bu kadar iyi davranıldığı hayret uyandırıyor” diyen Baron de Tott notlarında şunları yazar:
“Buğday üzerine korkunç bir tekel uygulayan, fırıncılara buğdayı halktan daha ucuza veren hükümet, buğdayın belli bir miktarını kumruların beslenmesi için ayırır. Bu kuşlardan oluşmuş sürüler, Boğaz’ın iki yakasında üstü açık teknelerde taşınan buğdaya hücum ederler, gemicilerin hiçbiri bu hayvanların açgözlülüğünü önlemeye kalkışmaz.
Kendilerini kedilere adamış dindar kimseler temin ettikleri ciğerleri kedilere dağıtırlar. (…) Uzun bir sopa üzerine astıkları ciğerlerini omuzlarında taşıyarak dolaşan ciğercilerin devamlı müşterilerinden biri de kedilerine ciğer vermeye düşkün kadınlardır.”
Kolera araştırması için 1831-1832 yıllarında ziyaret ettiği İstanbul ve İzmir gezilerini anlattığı kitabı 1831-1832 Türkiyesi’nden Görünümler’de “Türklerin genel olarak vahşi hayata karşı sergiledikleri şefkati birçok kez gözlemleme fırsatı buldum” diyen Amerikalı doğa bilimci James Ellsworth De Kay, Boğaz gezisinde insanlara karşı hiç korku belirtisi göstermeyen su kuşlarını görünce çok şaşırmıştır: “Öyle korkusuzdular ki küreklerin etrafından suyun üstüne bile yükselmeden çok hafif bir hareketle çekiliyorlardı. (…) Kuşlar böyle büyük bir şehrin kurtulması gereken günlük hayvan ve bitki artıklarını ortadan kaldırarak çöpçü görevini görürler”.
Güvercinler dışında, köpeklerin çöpçülük görevi yaptığını yazan yabancılar da vardır. Bu gezginlere göre sokaktaki çöplerin çoğunu köpekler yiyerek bir çeşit belediyecilik hizmeti vermektedir. Ancak bu yüzeysel bir gözlemdir. Tarihçi Ekrem Işın, İstanbul’da Gündelik Hayat kitabında bu konuyla ilgili şunları yazar: “Avrupa şehir kültürüyle beslenmiş pozitivizmin İstanbul köpeklerine bakış açısı daha çok belediyecilik noktasında yoğunlaşır. Batılı gözlemci, modern belediye örgütünün henüz kurulmadığı İstanbul’da sokak temizliğinin köpeklere yaptırıldığını sanmaktadır. Örneğin Prusyalı asker Helmuth von Moltke için bu köpekler İstanbul’un belediye memurlarıydı. Dolayısıyla halkın sokağa döktüğü yemek artıklarını öğüterek şehir temizliğini sağlamakla yükümlüydüler. Moltke’nin ileri sürdüğü ve daha önce de pek çok Avrupalı’nın görüş birliğine vardıkları bu pratik çözüm düşüncesi, 1835’in koşullarında kısmen doğruluk payı taşıyabilirdi; fakat bu düşünce niçin yemek artıklarının papara yapılarak köpeklere bir ziyafet gibi sunulduğu sorusuna cevap bulmaktan acizdi. Nitekim köpeklerin beslenmesini pratik açıdan işlevselleştirmeye çalışan bu yorum, bir canlı türüne verilen önemin ardındaki kültür birikimini hesaba katmamış, en azından görünenle yetinerek eski bir klişeyi tekrarlamıştı. Gerçekte ise İstanbul’un sokak çöplüğü bu kadar kalabalık bir hayvan kolonisini besleyebilecek kapasitede değildi; çünkü sokağa yemek fazlası dökmenin dini açıdan günah olduğu herkesçe biliniyordu. Köpeklerin besin kaynağı yalnızca artıklardı ve bunlar da çoğunlukla papara ve çorba şekline dönüştürülerek çöp kavramının dışına çıkartılıyordu. Besin artıklarından meydana gelen çöplük daha çok pazar yerleri ya da rıhtımlar gibi ticari alanlara özgüydü. Bu kamusal alanların temizliği ise devlete aitti.”