Erken Cumhuriyet döneminin ekonomik ve sosyal sembollerinden biri olarak üretime geçen ve giderek gelişen şeker fabrikaları, bugünlerde hızla satılıyor, özelleştiriliyor. 1930’lu yıllarda Türkiye’ye gelen ve Yüksek Ziraat Enstitüsü’nde bölüm başkanı olarak yıllarca öğrenci yetiştiren Prof. Dr. Otto Gerngross, şekerin Türk ekonomisi ve insanı için neden önemli olduğu anlamış, anlatmıştı.
Eski tarihli kimi kayıtları karıştırırken, eğitim alanında ülkemize hizmette bulunan bir Alman profesörün çalıştığı yıllara ait bir fotoğraf albümünün, torunu tarafından Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi müzesine armağan ettiğine dair bir haber gözüme ilişmişti. Sütunlarımız “Fotoğrafik Hafıza” ile ilgili olduğuna göre, böyle bir habere konu olan albümün ardına düşmemek olmazdı. Hemen adı geçen müzeye koştum. Orada müzeler kurması ile ünlenmiş olan eski dost Servet Sarıaslan hanımefendi aradığım albümü önüme sermekle yetinmedi, aşağı yukarı aynı fotoğrafları içeren bir dosyaya daha dikkatimi çekmiş oldu.
Ankara’da henüz bir üniversite yokken, Atatürk bazı okulların açılmasına önayak olmuştu. 1924 yılında Hukuk Mektebi ve Musiki Muallim Mektebi, 1929’da Gazi Terbiye Muallim Mektebi gibi okullardan sonra Ekim 1933’te Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün temelleri atıldı. O sıralarda Almanya’da Hitler rejimine ters düşen çok değerli kimi biliminsanları ya yurtdışına sürülüyorlar ya da kendileri kaçıyorlardı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti bu insanlara sahip çıktı. Vatansız kalan bu değerli kadro Türkiye’yi yeni vatanları bildiler. Görev aldıkları eğitim kurumlarında yurdumuza yeni elemanlar kazandırmak üzere içtenlikle ve canla başla çalıştılar.
Gerçi Ankara’da Abdülhamit zamanında yapılmış bir Ziraat Mektebi vardı. Hatta 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Mustafa Kemal Paşa burada kalmış ve bu taş bina Kurtuluş Savaşı’nın ilk genel karargâhı olmuştu. Ziraat Mektebi tarım alanında gelişme sağlayacak iyi bir girişimdi, ancak lokal etkisi ile yetersizdi. Türkiye’nin tüm ülkeyi çağdaş uygarlıklar düzeyine taşıyacak, tarım ve endüstri kalınmasına hizmet verecek elemanlar yetiştirmek için bilimsel düzeyi yüksek bir eğitim kurumuna gereksinimi vardı. İşte Atatürk zamanında, 1933 yılında hizmete konulan Yüksek Ziraat Enstitüsü bu amaçla kurulmuştu.
Rektör atanan bu ilk yüksek öğretim kurumunda Ziraat, Baytarlık, Tabii İlimler, Orman ve Ziraat Sanatları fakülteleri bulunuyordu. Leibzig Üniversitesi’nden Prof. Dr. Friedrich Falke’nin rektör olarak atanmasıyla, çoğunluğu Alman profesörler olmak üzere, Türk asistanlarla 1933 yılında eğitim vermeye başlamıştı.
Otto Gengross yönetimindeki Yüksek Ziraat Enstitüsü, eğitim kalitesi bakımından dönemin oldukça ileri bir noktadaydı. Amfi tipi dershaneleri vardı ve öğrenci başına mikroskop düşebilirdi
Prof. Dr. Otto Gerngross, kadrodaki ilk bölüm başkanlarından biriydi. 1882 Viyana doğumluydu, ancak daha sonra Berlin Teknik Üniversitesi’nde profesör olunca Alman vatandaşı olmuştu. Kimyagerdi; 1932’de kendi üniversitesi onu Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü’ne görevli olarak göndermişti. Ankara’ya gelişinde Gazi kendisini kabul etmiş ve ona işe başlamadan önce birkaç ay Türkiye’yi dolaşmasını, ülkenin coğrafyasını, iklimini, insan yapısını ve üretim olanaklarını iyice görüp anlamasını salık vermişti. Nitekim profesörümüz rehber eşliğinde dört-beş ay kadar dolaşmış. Dolaştığı yerlerden bazı ilkel endüstri ürünleri ve hammaddeler toplamış. Halen onun Gaziantep’ten devşirdiği maroken benzeri işlenmiş bazı deri örnekleri, arkasında kendi el yazısıyla tasnif edildiği şekilde Ziraat Fakültesi Müzesinde yer almaktadır.
Gerngross, görev süresi bitiminde, yani 1938’de (bir anlamda tezkere bırakarak) Türkiye’de kalmaya kadar verir ve görevine devam eder. Ancak 1943’te, 2. Dünya Savaşı’nın sonunun görünmeye başladığı günlerde politika gereği Almanya’ya savaş ilan etme sürecinde Alman uyrukluların enterne edilme ihtimali belirince sözleşmesi uzatılmaz, dolayısıyla oturma izni geçersiz sayılır. Mesleğini Filistin’de sürdürmek zorunda kalır.
Ankara Üniversitesi kurulunca enstitü, Ziraat Fakültesi adıyla üniversiteye bağlandı.
Artık savaş bitmiştir. Dünya yeni bir huzurlu döneme girme yolundadır. 1946’da Ankara Üniversitesi kurulmuş, Yüksek Ziraat Enstitüsü ‘Ziraat Fakültesi’ ve ‘Veterinerlik Fakültesi’ şeklinde A.Ü. bünyesine geçmiştir. Üniversitenin yeni fakültelerinden biri Fen Fakültesi olacaktır. Ülkenin kalkınma hamlesinde önemli bir yer tutacak olan Kimya mühendislerinin yetiştirilmesi amacı ile Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü Kuruluş kararnamesi 17.09.1943 tarihinde kabul edildi. 1948-1949 öğretim yılında “Sınai ve Tatbiki Kimya Enstitüsü” kurulmuş, başına Otto Gerngross atanmıştı. Kendisi 1966’daki vefatına dek kimya profesörü olarak burada hizmete devam etti. Bugün Cebeci Asri Mezarlığı’nda yatıyor.
Gerngross’un bir kızı vardı. Ziraat fakültesi profesörlerinden Dr. Haydar Bağda ile evlenmişti. Yazımızın başında sözünü ettiğimiz fotoğraf albümünü fakülte müzesine bu çiftin halen Almanya’da yaşayan oğulları Engin Bağda armağan etmişti. Armağan edilen sadece bu albüm değildi. Yanında Gerngross’un şahsına ait mikroskopu da vardı. Bu mikroskop profesöre kayınpederi tarafından evlenirken armağan edilmişti.
Bahsi geçen albümün sahibi Prof. Dr. Otto Gerngross adına aşinaydım. Fen Fakültesi’nde okumuş bir arkadaşımız bu hocanın ilginç kişiliğini, ders anlatışını ve en önemlisi Türkiye’nin çağdaşlaşması ve kalkınması konusunda samimi bir inançla verdiği dersleri anlatmıştı. Hani bizde tümceleri birbirine bağlarken “yani” sözcüğünü diline pelesenk etmiş kişiler vardır ya; Almanca’da da aşağı yukarı o anlama gelen, “öyleyse” gibi bir anlam taşıyan “also” sözcüğü var. İşte bu profesör, dersini Türkçe de verse her tümceye bu sözcükle başlarmış ve onun dilinde bu Almanca sözcük “alzo bu gibi” şeklinde yankılanırmış!
Evrensel teknik terimlerin Türkçe karşılığını sözlüklerden bulup ezberler, o şekilde kullanmaya özen gösterirmiş. Koridorda karşılaştığı öğrencilerine Almanca, Fransızca bir terimin Türkçesini sorar, eğer öğrenci doğru ama sözlüktekinden farklı bir yanıt verirse “Alzo bu gibi, sen hiçbir şey bilmiyor” dermiş.
Şimdi sözü Prof. Dr. Otto Gerngross’un A.Ü. Fen fakültesinde verdiği derslerinden söz edelim. Araştırmaları genellikle gıda kimyası üzerinedir. Örneğin Türkiye Üzümlerinin Kıymetlendirilmesi adında kapsamlı bir kitabı mevcut. Bizzat kendisi Buzbağ şarabını inanılmaz güzellikte bulur, her gün ondan bir iki kadeh tüketirmiş. Naklen duyduğumuza göre hocanın özellikle şeker sanayii konusunda ısrarcı bir duyarlılığı varmış. “Pancar üretiminin bu ülke için çok çok kritik yaşamsal bir önemi vardır” dermiş. “Also dostlarım, şeker sanayiini destekleyen politikaların kesintisiz sürdürülmesi gerekir” der; pancar şekerinin Türkiye iklimi ve coğrafyası bakımından bulunmaz bir nimet olduğunu söyler; gerek tarımsal, gerek endüstri alanında entegre bir kalkınma, zenginleşme aracı olması yanında sosyal yönden de kaliteli insan yetiştirme potansiyeli olduğundan söz edermiş.
Evrensel teknik terimlerin Türkçe karşılığını sözlüklerden bulup ezberler, o şekilde kullanmaya özen gösterirmiş. Koridorda karşılaştığı öğrencilerine Almanca, Fransızca bir terimin Türkçesini sorar, eğer öğrenci doğru ama sözlüktekinden farklı bir yanıt verirse “Alzo bu gibi, sen hiçbir şey bilmiyor” dermiş.
Prof. Dr. Otto Gerngross Yüksek Ziraat Enstitüsü’ndeki çalışma odasında. Almanya’dan göç edip Türkiye’ye gelen bilim adamından olan kimyager Gerngross’un, Türk tarım ve üretiminde ciddi katkıları oldu.1935’te Türkiye Üzümlerinin Kıymetlendirilmesi adlı bir de kitap yayınlamıştı.
Şimdi sözü Prof. Dr. Otto Gerngross’un A.Ü. Fen fakültesinde verdiği derslerine getirelim. Araştırmaları genellikle gıda kimyası üzerinedir. Örneğin Türkiye Üzümlerinin Kıymetlendirilmesi adında kapsamlı bir kitabı mevcut. Bizzat kendisi Buzbağ şarabını inanılmaz güzellikte bulur, her gün ondan bir iki kadeh tüketirmiş. Naklen duyduğumuza göre hocanın özellikle şeker sanayii konusunda ısrarcı bir duyarlılığı varmış. “Pancar üretiminin bu ülke için çok çok kritik yaşamsal bir önemi vardır” dermiş. “Also dostlarım, şeker sanayiini destekleyen politikaların kesintisiz sürdürülmesi gerekir” der; pancar şekerinin Türkiye iklimi ve coğrafyası bakımından bulunmaz bir nimet olduğunu söyler; gerek tarımsal, gerek endüstri alanında entegre bir kalkınma, zenginleşme aracı olması yanında sosyal yönden de kaliteli insan yetiştirme potansiyeli olduğundan söz edermiş.
Türkiye’de şeker daha önce hiç üretilmedi denilemez. Şekerhane denilen basit imalathanelerde Akdeniz ikliminin sıcak bölgelerinden kamış getirilerek az miktarda şeker üretilmişti. Ama şekerin Avrupa’da pancardan üretiminin yaygınlaşmasına karşın, bizde bu tarz endüstriyel üretim bir türlü mümkün olamamıştı. 17 Şubat 1923 tarihinde toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde açılış konuşmasını yapan Mustafa Kemal Paşa “Yeni Türkiye’mizi lâyık olduğumuz düzeye eriştirebilmemiz için mutlaka ekonomimize birinci derecede önem vermek zorundayız. Tarımımızı ve sanayimizi güçlendirmek zorundayız” dedi mi, demedi mi?
İlk adım, sonradan ‘Şeker’ soyadını alacak olan Molla Nuri Efendi adında Uşaklı bir köylü tarafından atıldı. 1923’te arkadaşlarıyla birlikte 600 bin lira sermayeli “Uşak Terakki Ziraat AŞ”yi kurdular. İlk fabrikanın temeli ancak 1925’te bu ortaklık tarafından atılabildi ve üretime 17.12.1926 tarihinde başlandı. Uşak’ta bu işin yoluna sokulduğu sıralarda bir de 500 bin lira sermayeli “İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları T.A.Ş.” adında bir şirket daha kurulmuştu. Şirketin ortakları Türkiye İş Bankası AŞ, Ziraat Bankası ve Trakya illeri özel idare müdürlükleri ile bazı özel şahıslar idi. 1925’te Alpullu Şeker Fabrikası’nın temeli atıldı ve Uşak Şeker Fabrikası’ndan da önce ilk şekerini üretti. Bu bakımdan 1926 yılı, ülkemizde şeker sanayinin başlangıç yılı kabul edilir. Bu iki girişimi diğerleri izledi. 1933’te Eskişehir ve 1934’de de Turhal Şeker Fabrikalarının işletmeye açılmasıyla şeker fabrikası sayımız dörde yükseldi. 1935’te mevcut dört fabrikayı bünyesine alan Türkiye Şeker Fabrikaları AŞ (Türkşeker) kuruldu. Halkımız yıllarca bu dört fabrika ile iftihar etmişti.
Otto Gengross, verdiği derslerde pancarın ideal bir hayvan yemi olmanın yanında şekere, sanayi alkolü ve türevlerine dönüşen bir ürün olduğunu vurgulamıştı
Profesör Gerngross derslerinde aynen şunları söylüyordu: “Pancardan şeker üretiminin amacının sadece şeker elde etmek şeklinde düşünülmesi yanlıştır. Türkiye geniş topraklara sahip. Halkın çoğu kırsal alanlarda, köylerde yaşıyor. Kalkınma gayreti içinde bir ülke. Görüyorum ki İstanbul çevresi ve Trakya, Anadolu insanları için bir cazibe merkezi. Önlenemez bir iç göç başlarsa önce bu bölgedeki yoğunluk ülke için bir felaket olur”.
Geleceği görmüş bu biliminsanı şöyle devam etmişti:
“Anadolu insanına bulunduğu yerlerde istihdam sağlanmalıdır. İlk çare köylünün tarım yoluyla toprağa bağlanmasıdır. Pancar üretimi en akıllı seçimdir. Bu topraklar buna uygun. Pancar diğer ürünlerin aksine toprağı azotla besler. Bir sonraki dönemde tahıl ekimi yapılırsa ürün daha bereketli olur. Sulu tarım olduğu için yeraltı sularının çıkarılması için bir yan sanayi gelişecektir. Gerek pancarın fabrikaya nakli, gerek şekerin dağıtımı için ulaşım sektörü gelişecek, yeni bir istihdam alanı yaratılacak. Pancarın küpesi ideal bir hayvan yemidir. Bu sayede hayvancılık gelişecek. Buna bağlı olarak süt sanayii kurulacak, süt ürünleri işlenecek. Pancarın şurubundan sadece şeker üretilmez, sanayi alkolü ve onun türevleri de üretilir, o da ayrı bir kazanç. Sonunda bol bol şekeriniz olur. Halkınız beslenir, fazlasını da satarsınız. Şekeri diyelim ki fabrika fiyatına, hatta maliyetinin altında satmanız bile entegre sanayinin sağladığı istihdam olanakları ve diğer kazançlar gözönüne alınacak olursa, zarar sayılmaz. İhracat da önemlidir. Dünya piyasasına ucuz mal sürmek o ülkenin itibarını artırır. Diğer ürünlerinize de yol açılır”.
Görülüyor ki Prof. Dr. Gerngross pancardan şeker üretimini kalkınmanın en temel öğelerinin en başında görmekte idi. Vatanımızı vatanı bilen ve ebediyen bu topraklarda yatacak olan değerli hocamızın vasiyet gibi sözlerine biraz kulak versek mi, ne dersiniz?