Katalan dünyasının sanatçı-mimarı Gaudi, Barcelona’nın ana katedrali La Sagrada Familia’nın inşaatının başına getirildiğinde 31 yaşındaydı. 40 yıl uğraştı ama eseri bitiremeden öldü. Vasiyetinde yapının bitirilmesini istese de 88 yıldır aynı soru soruluyor: Yarım kalan bir yapıyı tamamlamak doğru mudur?
La Sagrada Familia, Katalan mimar Antoni Gaudi’nin Barcelona’daki şah-eseri, modern çağın açık ara en popüler yapısı; her yıl üç milyonu aşkın ziyaretçinin büyüsüne kapıldığı, sayısız makaleyi ve görsel çalışmayı arşivine katan bir katedral.
Hakkındaki görüşler yanyana getirildiğinde dörtdörtlük bir paradoks yumağı oluşturuyor: Garabet kapsamına sokanlar, kitsch geleneğinin köşetaşı sayanlar bir uçtaysa, öteki uçta mimarlık bağlamında düşgücünün en yüksek ölçülerine ulaştığı örnek olarak niteleyenler yeralıyor. Kesin olan, kimseyi kayıtsız bırakmadığı.
Gaudi, Art Nouveau akımının altın döneminde, oradan çekip çıkardığı estetik zihniyete bütünüyle kişisel ve özgün bir süsleme üslûbu eklemiş, katedrali ve parkı, konutları ve mobilyaları ile Katalan dünyasına mührünü vurmuş bir ‘sanatçı-mimar’. Geliştirdiği üslûpta bütün bütüne zıt kutupta bir yaşama biçimi okunuyor öyküsünde: Yapayalnız, yalınlığın doruğuna erkenden erişmiş, içine kapanık bir adam. Gün gelmiş evini kapatmış, La Sagrada Familia’nın karanlık çekirdeğinde iki odaya yerleşmiş: Büyük olanına işliğini kurmuş, yüksek tavanlarından alçı heykel modelleri sarkar, dev maketleri yerden tavana uzanırmış; küçüğünde tek kişilik bir yatak, pek az eşya, günlerini geçirmiş. 7 Haziran 1926 sabahı, Barselona sokaklarında çıktığı yürüyüş sırasında bir tramvay çarparak onu kaldırıma savurmuş; giyimine kuşamına bakarak yarı meczûp bir berduş sarhoş yatıyor sanmış yoldan geçenler, bir polis götürmüş neden sonra, yarı cansız gövdeyi hastaneye, kim olduğu anlaşıldığında çok geçmiş.
Gaudi’nin üstlendiği miras, farklı köklerden beslenmesini sağlamıştı: Onu, yetiştiği döne- min moda akımı Art Nouve- au’ya hapsetmek olanaksızdır. Herşeyden önce, Katalanya’nın doğal dokusunun birinci elden etkisinden sözetmek gerekir: Montserrat, yeryüzü şekli olarak, milyar yıl öncesinden bir Gaudi kütlesi, ovanın içinden yükselir. Dağın ortayerine neredeyse gizlenen manastırı çocukluğunda tanımıştır mimar. Rüzgârın oyduğu taşlar, Kapadokya peri bacalarının uzak akrabası, kuracağı yapılar birer heykelmişcesine algılamasına ve düzenlemesine erken yaşta karar vermesi sonucunu getirmişti. Bir adım sonrasında, bütün İber yarımadasını damgalayan Endülüs-Arap estetiğinin, süsleme sanatlarının ağırlığı hissedilir. Dahasını, gerçeküstücü sanatın dâhi kaçık temsilcisi Salvador Dali ileri sürmüştür: Gaudi’yi, akımın ortaya çıkışını hazırlayan atalar arasında ön sıraya yerleştirerek; yarıyarıya zorlama bulunsa bile, yarıyarıya pekâlâ onaylanabilecek görüş.
Gaudi, La Sagrada Familia’nın, Barselona şehrinin ana dinsel yapısının başına getirildiğinde 31 yaşındaydı. Ne yerini kendisi seçebilmişti, ne temelini atabilmişti katedralin. Nasıl olmuştu da, neogotik bir projeyi bütünüyle kişisel tercihleriyle kökünden dönüştürmeye ikna etmişti muhafazakâr bir çevreyi? Kırk iki yıl boyunca, son yirmi yılında kesintisiz biçimde hülyasını gerçekleştirmeye adadı yaşamını. İnşaat sürerken, alışılmadık büyüklükte yetkin maketler üreterek sonraki aşamalara hazırlanıyordu. Ekonomik açıdan, her dönemde sıkıntılı süreçlerden geçiliyor, çalışma ritmi aksıyordu: La Sagrada Familia’nın tek gelir kaynağı bağışlar, cemaatın katkılarıydı aslında.
Gaudi’nin ölümünde katedralin silûeti enikonu belirlenmişti belki, ama tasarının bütünlüğüne kavuşturulmasının vakit ve nakit gerektireceği ortadaydı. Mimarın arkasında bıraktığı plan, çizim ve maketler güzergâh açısından temel başvuru kaynağı olarak ardıllarını rahatlatacaktı. Gelgelelim, İspanya iç savaşı öngörülemeyen bir sonuç getirdi: Hem katedral büyük zarar görmüş, hem de, asıl canalıcı olanı, atölye içindekilerle birlikte kül olmuştu. La Sagrada Familia, ağır yaralı, bekleyişe koyuldu. II. Dünya Savaşı sonrasında, yeniden işe koyulunduğunda ciddî, altedilmesi güç sorunlar yığılmıştı.
1996 yazında La Sagrada Familia’nın içinde ve çevresinde dolaşadurayım, defterime kişisel görüşümü dökmüştüm:
“Mimarî tarihinin kavurucu etik sorunlarından biri: Yarım kalmış, eksik bir yapıyı, mimarının çizimlerine dayanarak tamamlamak doğru mudur?
Ben ölçü saymıyorum kendimi: Ezelden beri bitmemiş, tamamlanamamış ‘iş’ler mıknatıs, beni çekerler: Ev ya da şiir, film ya da fresko, ayrım gözetmem.
La Sagrada Familia’yı tamamlama kararı alınmış, on yıllardır sürüyor çalışmalar. Yineliyorum: Ben, 1926’da ne noktada durmuşsa o noktada kalmalıydı, derim. Düşünün ki restorasyona bile karşıyım — hepten. Oysa anlıyorum: Gaudi, Proje’yi hem makroda sonul biçimine getirmiş, hem de mikro çılgınlıklar için sayısız desen, çizim, maket bırakmış ardında. Neden bütünlenmesin ki tasarlanan iş,
Gaudi mühendis miydi?Ne olursa olsun: Öylece bırakırdım.
Hem kendini oraya gömmemiş mi?”
O dönemde, açıkçası, benzeri bir tepkinin, kolektif bir kalkışım halinde, başta Le Corbusier ve kimi çağdaş mimarlar, sanatçılar, entelektüeller tarafından dillendirildiğini bilmiyordum: Gaudi’nin projesinin, yeni “katkı”larla, çizgisinden uzaklaşmaya yüz tuttuğuna ilişkin bu toplu kaygı dilekçesinde haklılık payı azımsanamazdı.
Buna karşılık, öteki cephenin de meşrû ve haklılığı gözardı edilemeyecek bir temel dayanağı olduğu ayan beyân ortadaydı: Gaudi, son yıllarında, ölümünün ardından, hazır ettiği plan, çizim ve maketler üzerinden katedralin inşasının sürdürülerek, ne pahasına olursa olsun “tamam”lanmasını vasiyet etmiş, çalışma ekibindekilere ve yakın çevresindekilere defalarca bu dileğini iletmişti.
Karşı çıkanların ana savı yabana atılamazdı: İsyanlarının kaynağında, farklı estetik anlayışların, ‘çağa ayak uydurma’ endişesiyle işine başvurulan kimi sanatçıların, giderek abartılı boyutlara varan bir eklektik maya oluşturmaları yatıyordu. Ünlü mimarlardan birinin, gelinen noktanın ortaya bir tür Disneyland çıkması sonucunu yarattığını ifade etmesi, belki zalim bir yargıydı ama, büsbütün hafife de alınamazdı.
Avrupa’nın şanlı katedrallerinin herbirinin yapımı onyıllar, bazen da biriki yüzyıl gerektirmiştir; bu durumu hesaba katmak gerekir. Notre Dame de Paris’nin inşaatı, kayıtlara göre 1163 yılında başlamış, 1345’de bitmiştir örneğin. Payandalar, çan kulesi sonradan eklenmiştir. Bugün katedralin cephesini süsleyen bütün heykeller Fransız Devrimi sırasında parçalanmış, yenileri Viollet-le-Duc’ün öncülüğünde 19. yüzyıl başında yapıya eklenmiştir. (Heykellerin orijinallerinden bazılarının başları 1977’de bir kazı sırasında bulundu, şimdi Cluny Ortaçağ Müzesinde sergileniyorlar).
Neden, öyleyse, La Sagrada Familia’nın inşaatının sürmesine, sürdürülmesine dikleniyor, diklenenler? Sanıyorum, onun işlevini, bir âyin ve yakarı merkezi olduğu gerçeğini, içerdiği ya da yüklendiği simgesel değerleri (ki bu özellik Gaudi’de doruğa çıkar), ikinci plana iten, katedrali bir mimarlık başyapıtı, giderek düpedüz bir sanat yapıtı kimliğiyle okuyan anlayışın ağır basmasından doğuyor tepkiler: “Usta”ya uymayan eklentiler, yapıyı (yapıtı) stilistik tutarlığından uzaklaştıran hamleler hoş görülmüyor.
Görmekten söz açmışken, La Sagrada Familia’yı üç çeyrek yüzyıldır, aslına bakılırsa baştan beri, kendi halinde hiç kimse görememiştir! Tükenmez katedral mi bilinmez, bu tükenmek bilmeyen inşa etkinliği nedeniyle her tarafını dev vinçlerin kuşattığı, içinin kimi bölmeleriyle dışının kimi cephelerine sürekli iskeleler kurulan, sessizliği özlemiş, çıplak ve kendi halinde varolmayı bekleyen bezgin bir anıt-eser La Sagrada Familia.