2017 anayasa değişiklikleriyle yürütme yetkisi cumhurbaşkanına verilince, devlet yönetiminde 150 yılda oluşan kavramlar, kurallar ve kurumlarla birlikte siyasal denge ve denetim mekanizmaları da sarsılmıştı. Günümüzde Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini kısıtlayan öneriler de, esas olarak yargı denetimini sınırlandırmaya yönelik.
Anayasa tarihimizin başlangıcı olarak kabul edilen Kânûn-ı Esâsî’nin (1876) yolunu, Gülhane Hatt-ı Hümâyunu (3 Kasım 1839) ile başlayan Tanzimat döneminin kanunlaştırma hareketleri açtı. Kânûn-ı Esâsî ile de parlamento ve hükümet kuruldu; Meclis önünde sorumlu hükümet ile parlamenter rejim doğdu.
1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’nin ilk işi, kendi içinden Bakanları seçmek oldu. İlk Anayasa ile yürütmenin adı “Büyük Millet Meclisi Hükümeti”ydi.
Cumhuriyetin ilanıyla, cumhuriyet ve hükümet özdeşleşti. 1924’te Bakanlar Kurulu’nun Meclis tarafından seçimi yerine, Meclis’e karşı sorumluluk ilkesi benimsendi. 1924 Anayasası döneminde, cumhuriyet tarihinde ilk siyasal münavebe (siyasal iktidarın el değiştirmesi) Mayıs 1950’de gerçekleşti.
1961 Anayasası’yla ve başbakanın “eşitlerarası birinci” konumuyla, klasik parlamenter rejim kuruldu. 1982’de ise yetkili cumhurbaşkanı ve güçlü başbakan statüsü ile parlamenter rejim çerçevesi sürdürüldü.
Cumhuriyet’in 3 anayasası da, yönetim biçimi olarak şu üçlü ortak paydada buluşur:
• Hükümetin genel siyaseti Bakanlar Kurulu tarafından belirlenir.
• Bakanlar, bireysel ve toplu olarak TBMM’ye karşı sorumludur.
• Devleti temsil eden cumhurbaşkanı ve hükümet birbirinden ayrıdır.
2017 değişikliğine göre ise “Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir” (Madde 104).
2017’deki değişiklikle, hükümet ve kurul halinde siyasal karar düzeneği kaldırılarak devlet yönetiminde radikal bir değişikliğe gidildi. 2017’de kurulan yönetim, kısaca şu dört özelliği ile ortaya çıktı:
• Devlet başkanlığı ve yürütme yetkilerinin tümü tek kişide (cumhurbaşkanı) toplandı.
• Cumhurbaşkanı için çok sayıda unvan ve yetkiye karşın, siyasal sorumluluk öngörülmedi.
• Yasama ve yürütme arasında denge ve denetim düzeneklerinin yokluğu nedeniyle, hesap verebilir bir yönetim ortadan kalktı.
• Cumhurbaşkanı, aynı zamanda parti genel başkanı oldu.
Anayasal gelişmeler sürecinde, 1961 Anayasası, hukuk devletini ilk kez anayasal norm olarak düzenlemiş ve Anayasa Mahkemesi’ni kurmuştu. 1961 Anayasası, yasaların Anayasa’ya uygunluğunu denetiminde merkezileşmiş, tekelci ve belirleyici yetkiye sahip olmakla birlikte, Anayasa Mahkemesi ve derece mahkemeleri arasında göreceli de olsa bir paylaşım öngörmüştü. İtirazda bulunan mahkemenin kendi kanısına göre anayasaya aykırılık iddiasını çözümlemesi, bunun tipik örneği idi.
Demokrat Parti mirasçısı olarak Adalet Parti çevreleri, Anayasa Mahkemesi’nin meşruluğunu sürekli sorguladı. Süleyman Demirel’in “Hükümetin üstünde Danıştay, TBMM üstünde Anayasa Mahkemesi ile bu memleket idare edilemez” sözü 1960’lı yılların ikinci yarısına damgasını vurdu. 12 Mart 1971 askerî muhtırası sonrası silahların gölgesinde gerçekleştirilen anayasa değişikliği sırasında yeni düzenlemeler yapıldı. 1982 Anayasası ise, üyelerin belirlenmesinde TBMM’yi tümüyle dışladı. Buna karşılık anayasaya uygunluk denetim yetkisini Anayasa Mahkemesi ile sınırlı tutup, merkezî denetim ağırlıklı bir düzenleme öngördü. Böylece, normların anayasaya uygunluk denetiminde Anayasa Mahkemesi, genel yargı düzeni karşısında daha farklı ve bir üst konuma taşınmış oldu. Adli ve idari yargı düzeninde yer alan mahkemeler için de, Anayasa’ya uygun karar verme yükümlülüğü sürmekle birlikte, Anayasa’ya uygunluk denetiminde işlevleri, Anayasa’ya aykırılık itirazı ve 5 ay içinde Anayasa Mahkemesi’nden yanıt gelmez ise, yasayı uygulamakla sınırlı kılınmış oldu.
Buna karşılık Anayasa Mahkemesi, 1993’te denetimini etkili kılmak amacıyla yürürlüğün durdurulması kararının da yetkisi içinde olduğuna karar vererek içtihadi yolla yeni bir yetki alanı yarattı. 2001 anayasa değişikliği, Anayasa Mahkemesi hükümlerine dokunmamakla birlikte, özgürlükler anayasa hukukuna katkısı sonucu, Anayasa Mahkemesi’ne çok önemli denetim ölçütleri sundu. 2004 değişikliği ise, insan hakları alanında uluslararası hukuka açılım sürecini pekiştirdi.
Anayasa Mahkemesi 2008’de iki önemli karar verdi: Başörtüsüne ilişkin anayasa değişikliğini iptal etti ve AKParti’ye hazine yardımından yoksun bırakma yaptırımı uyguladı. 2010 anayasa değişikliği, Anayasa Mahkemesi’nin üyelik yapısını yeniden düzenledi. Aynı değişiklikle tanınan bireysel başvuru yolu, Anayasa Mahkemesi’nin konumunu öteki yargı düzenlerine göre ileri derecede farklılaştırdı. Ulusal düzeyde başvurulabilecek son merci hâline getirilen Anayasa Mahkemesi, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne başvuru öncesi ulusal “süzgeç işlevi” ile donatıldı.
2017 anayasa değişikliği, Anayasa Mahkemesi’nin yetki alanına dokunmadı ama Anayasa Mahkemesi üyelerinin belirlenmesinde cumhurbaşkanını belirleyici konuma getirdi. Bununla birlikte hükümetin kaldırılması sonucu gensoru da kalktığı ve Meclis soruşturması işlevsiz kılındığı için Anayasa Mahkemesi’nin önemi daha da arttı. Hâliyle, anayasanın üstünlüğünü sağlama bakımından Anayasa Mahkemesi, merkezî bir konuma yerleşti.
Anayasa Mahkemesi’nin işlevi, 9 Temmuz 2018’den itibaren daha da öne çıktı. Anayasa Mahkemesi, yasalar ve Cumhurbaşkanlığı kararnameleri üzerinde denetimi sırasında, cumhuriyetin temel organlarına ilişkin hükümlere aykırılığın yanısıra, hak ve özgürlüklere aykırılıklara da işaret etti.
Anayasa Mahkemesi, denetimi sırasında hak ve özgürlük özneleri arasındaki eşitsizliği dengeleyici ölçütler kullanmalıdır. Konuya hak ve özgürlükler açısından bakıldığında, 1987- 2004 ekseninde yapılan değişiklik maddelerinin içerik ve sistematik olarak nihaî yorum yetkisi de Anayasa Mahkemesi’nindir. Madde 13 (hak ve özgürlüklerin güvenceleri) ve Madde 14 (hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılamaması) tipik örneklerdir. 2010’da tanınan bireysel başvuru yolu da, Anayasa Mahkemesi’ni baş aktör durumuna getirmiştir.
Özetle, Anayasa Mahkemesi’nin, yargı düzenleri üzerinde hiyerarşik konuma sahip olup olmadığı tartışması yersiz olup, konuya anayasal görev, yetki ve işlevler açısından yaklaşmak gerekir. Ne var ki kimi siyasal söylemler tam tersi yöndedir.
14 Mayıs 2023 yasama seçimlerinde, henüz hakkındaki yargı kararı onanmayan (yani bir “hükümlü” olmayan) “tutuklu sanık” Can Atalay, Türkiye İşçi Partisi’nden Hatay milletvekili seçildi; avukatları, Atalay’ın mazbatasını Hatay Adliyesi’nden aldıktan sonra tahliyesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdular. 13 Temmuz’da Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Atalay’ın tahliyesi ve hakkındaki yargılamanın durması istemini reddetti. Atalay’ın avukatları 1 hafta sonra bireysel başvuru hakkından yararlanarak “seçilme ve siyasî faaliyette bulunma” hakkının, tahliye talebinin reddedilmesi nedeniyle de “kişi hürriyeti ve güvenliği” hakkının ihlal edildiğini öne sürerek Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulundu. 28 Eylül 2023’te Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Atalay’ın da aralarında bulunduğu sanıkların mahkumiyetlerini onadı. 25 Ekim’de ise Anayasa Mahkemesi, Atalay’ın seçilme hakkı” ve “kişi hürriyeti ve güvenliği” haklarının ihlal edildiğine karar vererek, tahliye kararını uygulamaya koyması için kararını İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ise, 30 Ekim’de karar verme yetkisinin Yargıtay’da olduğunu belirterek dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne gönderdi.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise, 8 Kasım 2023 günlü kararı ile Anayasa Mahkemesi kararına uymama ve Anayasa Mahkemesi’nin karara katılan üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunma kararı verdi.
Böylelikle cumhuriyetin 2. yüzyılının ilk 2 haftasında, “siyasal denge ve denetim düzeneklerinden arındırılmış bulunan anayasal düzeni yargısal denetimden de arındırma tasarımı” denilebilecek bir durum karşısında kalınmıştır.