Kasım
sayımız çıktı

DÜNYADAN

Foote’un 1856 tarihli makalesi.

EUNICE FOOTE – 1856

2 silindir, 4 termometreyle küresel ısınmayı çözen kadın

Bundan tam 165 yıl önce, 1856’da, ABD’li amatör bir bilim insanı ve kadın hakları aktivisti olan Eunice Foote, se­ra gazları hakkında modern ik­lim biliminin temelini oluştur­maya yardımcı olacak dikkate değer bir keşif yaptı. Foote’un bir hava pompası, iki cam silin­dir ve dört termometreyle yap­tığı deney, cam silindirlerin her birine bir termometre yerleşti­rip birine karbondioksit, diğe­rine hava pompaladıktan sonra güneşin altına koymaktan iba­retti. Sonuçta içinde karbondi­oksit olan tüp daha fazla ısın­mıştı. Foote, “Eğer havaya daha fazla karbondioksit karışırsa bu hava sıcaklığını artıracak­tır” diyerek karbondioksit ile küresel ısınma arasındaki iliş­kiyi yazılı olarak ortaya koyan ilk bilim insanı olmuş, fakat hem kadın olması hem amatör bir bilim insanı olması hem de ABD’de Avrupa’daki bilim çev­relerine uzak olması nedeniyle çalışması uzun yıllar boyunca unutulmuştu.

SVANTE ARRHENIUS – 1896

Ne kadar ‘ısınacağımızı’ hesapladı ama bunu felaket değil lütuf saydı

1895’te İsveçli kimyager Svante Arrhenius, atmosfer­de azalan karbondioksit seviye­lerinin Dünya’yı nasıl soğutabi­leceğini merak ederek bir araş­tırmaya soyundu. Geçmiş buz çağlarını açıklamak için volka­nik aktivitelerdeki azalmanın küresel CO2 seviyelerini düşü­rüp düşürmeyeceğini inceledi. Hesaplamaları, CO2 seviyeleri yarıya indirilirse, küresel sıcak­lıkların yaklaşık 5 derece düşe­bileceğini gösteriyordu. Arrhe­nius daha sonra bunun tersinin de geçerli olup olmadığını me­rak etti. Bu sefer CO2 seviyeleri iki katına çıkarılırsa ne olaca­ğını araştırdı. Sonuçlar küresel sıcaklıkların aynı miktarda ar­tacağını gösteriyordu. Arrhenius’un kömürün ya­kıt olarak kullanımının yol açtı­ğı ısınmanın boyutları hakkın­daki tahminleri, bugün çok da­ha karmaşık tekniklerle yapılan araştırmaların sonuçlarıyla ör­tüşüyor. Tek fark, bugün bir fe­lakete yolaçacağı düşünülen ik­lim değişikliğinin, o zaman Arr­henius tarafından hem tarımsal bolluk, hem de Dünya’nın soğuk kesimleri açısından “daha ılı­man ve elverişli iklimler” sağ­layacak bir lütuf olarak görül­mesi.

Arrhenius bir deney sırasında.

GUY CALLENDAR – 1938

18.yüzyıldan 20. yüzyıla Dünya’da artan sıcaklık verileri

1930’larda yaşlıların torun­larına “Siz yine iyisiniz; bi­zim zamanımızda kar fırtına­larından, donmuş nehirlerden geçip okula giderdik” demeleri âdetten olmuştu. Bu anektod­ları, sayısal verilere dökmek ise ilk defa Guy Callendar isimli bir İngiliz biliminsanının aklı­na geldi. Callendar 1938 yılın­da, 1890-1935 arası sıcaklıkları derleyerek bu zaman zarfında Dünya’nın yaklaşık yarım dere­ce ısındığını gösteren verileri yayımladı. Ayrıca Sanayi Dev­rimi sonrası karbondioksit se­viyesinin yüzde 10 arttığına da dikkati çekti. Bu, iklim değişik­liğini insan eliyle artan karbon salımlarıyla ilişkilendiren ilk sağlam bilimsel gözlem oldu. Ancak kimse ona inanmadı. Bu zamana kadarki araştırmalar, okyanusların aşırı karbondi­oksiti emdiğini ve böylece sera etkisi üzerinde doğal bir fren işlevi gördüğünü ileri sürmüş­tü. Zaten Callendar bile, kü­resel ısınmanın büyük ölçüde faydalı olacağına inanıyordu. Bu düşünce, 1957’de Roger Re­velle’in meslektaşı Hans Seuss ile birlikte, okyanusun CO2’yi emmesiyle daha asidik hâle geldiğini göstermesine kadar değişmedi.

Guy Callendar’ın karbondioksit hakkında 1939-1940 arasında tuttuğu notlar.

ISAAC ASIMOV – 1971

Bu sefer bilimkurgu yazmamış sadece ‘yakıcı gerçeği’ anlatmıştı

1971’de dünyanın en ünlü bilimkurgu yazarlarından Isaac Asimov, “Dünya kaç in­sanı besleyebilir?” sorusuy­la başlayan “Yeryüzü Ölüyor” (The Good Earth is Dying) isimli bir makale yazdı. Ancak bu defa yazdıkları bir kurgu değil, bugün dahi geçerliliğini yitirmeyen gerçeklerdi. Şöyle diyordu Asimov:

“Acaba insanları Ay’a ya da Merih’e yerleştirerek zama­nı ve uzamı satın alabilmemiz düşünülebilir mi? Bundan ön­ce, bugünkü koşullar altında global tavan sayıya ne kadar sürede ulaşılacağını hesap­layalım. Hâlen dünya nüfusu 3.6 milyardır. Nüfusun artış hızına göre bu sayı, 35 yıl son­ra iki katına çıkmış olacaktır.

Bu ritim değişmediği takdirde nüfus tavan sayısına 465 yılda erişilecektir (…) Güneş’i aşa­rak, hidrojenin füzyon enerji­sini bitkisel yaşamın ışınlan­dırılması için kullanarak ya da laboratuvarda yapay gıda mad­deleri üretip, bitkisel dünyadan bağımsız kalarak zaman kaza­nabilir miyiz? Enerjinin gerek­liliğinden söz etmekle, olayın bir başka yönüne eğilmiş olu­yoruz. Güneş, yeryüzünün gün­düz bölümünü insanlığın halen kullanmakta olduğu enerjinin yaklaşık 15.000 katı bir ener­jiyle aydınlatmaktadır. Yeryü­zünün ortalama ısısının koru­nabilmesi için dünyanın gece yüzünün aynı sıcaklığı uzaya geri yansıtması gerekmektedir. İnsanlık kömür yakma yoluyla yeryüzündeki sıcaklığı arttırdı­ğında, bu ek enerjinin de uzaya yansıtılması gerekmekte, bu­nun olabilmesi için ise yeryü­zünün ortalama ısısının hafif­ten yükselmesi zorunlu bulun­maktadır.

Günümüzde insan eliy­le enerji üretimi, önemsiz bir ısı artışına neden olmaktadır. Ne var ki bu ek enerji 20 yılda bir-iki katına çıkmaktadır. Bu temponun sürmesi durumun­da yeryüzünün geri yansıtmak zorunda olduğu sıcaklık, 2436 yılında güneş enerjisinin % 1’ine varacak, böylece dayanı­lamaz ısı değişimleriyle kar­şılaşılacaktır. Bundan ötürü 2436’daki global tavan sayıya erişilmezden 300 yıl önce, in­san nüfusu tavan sayısının % 5’inden az bir miktara vardı­ğında, enerji harcamasında bir sınırlamaya gidilmesi zorunlu olacaktır. Gerçi enerjiyi daha rasyonel kullanarak bu duru­mu biraz düzeltebiliriz, ancak böyle bir kullanım % 100’ü aşamayacağından, sonuçta bü­yük bir değişiklik yaratmaya­caktır (…)

Krize karşı birlik Asimov, 1989’da The Humanist Institute için düzenlenen bir gecede Amerikan Hümanistler Derneği başkanı sıfatıyla yaptığı konuşmada da sera etkisinden bahsetmiş, insanlığın bu krizi çözmek için biraraya gelmesi gerektiğini vurgulamıştı.

Çok uzak olmayan bir gele­cekte nüfusun artışı da dura­caktır; çünkü ölümlerin sayısı yıkım denebilecek kadar yük­selecektir. Açlık başlayacak, in­sanlar vebanın ve iç karışıklık­ların kurbanı olacaklardır. Ve herhangi bir zaman, belki 2000 yılında bir hükümet başkanı, atomun düğmesine basacak kadar çaresiz kalabilecektir (…)

İnsanlığın, yük getirmeyi sürdüren bir başka kuşağın ar­dından artık hayatta kalamaya­cağı çok açık. Olaylar bugüne kadarki yörüngeyi izlediği ve değişimler 2000 yılından önce gerçekleştirilmediği takdirde, insan toplumunun teknolo­jik yapısının yıkılmış olacağı­na hemen hemen kesin gözüyle bakılabilir. Böyle bir durum­da barbarca koşullara geri dö­necek olan insanlık, rahatlıkla kendi silinip gidişini özleyebi­lir ve gezegenimiz de yaşamı ayakta tutabilme yetisini cid­di biçimde yitirebilir. Yeryüzü ölüyor. O nedenle insanlık adı­na bir şeylerin yapılması, sert, ama zorunlu kararların alın­ması gerekiyor. Hemen. Hiç za­man yitirilmeksizin”.

(Ahmet Cemal’in tercüme ettiği bu metnin tamamı, Cogito’nun 1994 Güz’ünde basılan “Kirlenen Çağ” sayısında yayımlanmıştı)

‘BÜYÜMENİN SINIRLARI’ – 1972

Roma Kulübü’nün raporu isabetsiz bulundu

Bundan 50 yıl önce dünya ekolojisinin bütünlüğü­nün bozulduğuna ilişkin kay­gılar artarken, artık birşey­ler yapılması gerektiğine dair çağrılara seçkinler de katıl­maya başlamıştı. 22 Nisan 1970’te ilk “Dünya Günü” ilan edildi. Ardından “Roma Ku­lübü” adı altında örgütlenen bir grup, 1972’de “Büyümenin Sınırları” başlıklı bir manifes­toyla hiçbir iktidar sahibinin dillendirmediği bir konuyu gündeme getirmeye cüret etti.

Roma Kulübü’nün “Büyümenin Sınırları” başlıklı raporunun İngilizce ilk baskısı (üstte).

Rapor, bir grup sanayi­ci ve entellektüel tarafından 1968’te MIT (Massachusetts Institute of Technology) araş­tırmacılarına ısmarlanmıştı. Donella H. Meadows, Dennis L. Meadows, Jorgen Randers ve Williams W. Behrens III ta­rafından birkaç yılda tamam­lanan çalışma, 1972’de yayım­landı. Ve ortalık karıştı. Ra­por çok sert eleştiriler almış; saygın ekonomist Dr. Thomas Sowell, yazılanları “yakın ta­rihin belki de en isabetsiz ön­görüsü” olarak damgalamıştı. Oysa burada iddia edilenlerin doğruluğu bugün büyük oran­da ıspatlanmış durumda. Üs­telik o dönemde henüz küresel ısınmanın etkileri net olarak bilinmiyordu.

Roma Kulübü’nün sordu­ğu soru bugün basit gibi gö­rünse de, o yıllar için alışıl­mış değildi: Bugün hâkim hale gelen 5 değişken; hızlı nüfus artışı, gıda üretimi düzeni, sa­nayileşme hızı, çevre kirlen­mesi düzeyi ve yenilenemez doğal kaynakların tükenme hızı bugünkü seyrinde ilerler­se, önümüzdeki yüzyıl içinde ekonomimizi nasıl bir gelecek bekliyor?

Araştırmacıların verdi­ği cevap özetle şunları söylü­yordu:

1972 tarihli kitap 1978’de Türkçede de yayımlanmış; o yıllarda ikinci baskı yapmamıştı (sağda).

1. Bugünkü büyüme eğilimi sürdürülürse, gezegenimiz­de ekonomik büyüme gelecek yüzyıl içinde sınırına dayana­caktır. Bunun olası sonucu, ge­rek nüfusta gerekse sınai ka­pasitede ani ve kontrol altına alınamayan bir düşüşün orta­ya çıkmasıdır.

2. Bu büyüme eğilimini değiş­tirme ve gelecekte uzun süre devam edebilecek ekolojik ve ekonomik bir denge kurma olanağı vardır. Dünya çapın­da bir denge, dünya yüzeyin­deki her bireyin temel maddi ihtiyaçlarına doyumunu sağ­layacak ve her bireyin beşeri potansiyelinin geliştirilmesi için eşit fırsata sahip olması­na olanak verecek biçimde ta­sarlanabilir. 3. İnsanlar, birinci sonuç ye­rine ikinci sonucu elde etmek için çaba harcamaya karar vermeleri hâlinde, ne kadar çabuk harekete geçerlerse, ba­şarı olasılıkları o ölçüde arta­caktır.

CIA’İN İKLİM RAPORU – 1974

Değişen iklim ve politik sonuçları: Kitlesel göçler ve siyasi gerilimler

Ağustos 1974’te CIA (Ame­rikan Merkezî Haberalma Örgütü) “istihbarat sorunlarıy­la iklim değişikliği ilişkisi” üze­rine gizli bir çalışma yürüttü. Sonuçlar dramatikti. Rapor, si­yasi huzursuzluklara ve kitle­sel göçlere (ki bu da daha fazla siyasi huzursuzluğa yolaçacak­tı) neden olacak yeni bir “tuhaf havalar” çağının başladığına işaret ediyordu. O dönem CIA, biliminsanlarının hem “küresel ısınma” hem de “küresel soğu­ma” uyarılarına aşinaydı, ama termometrenin yükselip alçal­masıyla değil, bunun siyasi etki­leriyle ilgileniyorlardı. 1350’ler­de ve 1850’lerde yaşanan bir di­zi soğuk hava dalgasının yalnız kuraklık ve açlık değil, savaşı da beraberinde getirdiğini biliyor­lardı. Dünya yeniden aynı kade­re mahkum olabilirdi.

Raporun ilk sayfasında “İk­lim değişikliği 1960’ta başladı, ama iklimbilimciler de dahil ol­mak üzere kimse bunu farket­medi” deniyordu. O zaman Sov­yetler ve Hindistan’daki mahsul kayıpları “talihsiz” hava koşul­larına bağlanmıştı; CIA’e gö­re en büyük rakipleri SSCB’de Nikita Kruşçev’i koltuğundan eden faktörler arasında bu da vardı. Bunları Moritanya, Sene­gal, Mali, Burkina Faso, Nijerya gibi Sahraaltı ülkelerden gelen “tuhaf hava” haberleri izledi. Ar­dından Burma, Pakistan, Kuzey Kore, Kosta Rika, Honduras, Ja­ponya, Manila, Ekvador, SSCB, Hindistan, ABD ve Çin’den ku­raklık, kıtlık ve sel haberleri gel­meye başladı. Ancak raporun da dediği gibi “Manşetlerin anlattı­ğı hikayeyi anlamak ya da belki de yüzleşmek istemedik”.

Aslında kimsenin bu haber­lerle ilgilenmediği iddiası tam olarak doğru değildi. Kimi bili­minsanları bir süredir bu konu hakkında konuşuyorlardı. Hatta 1965’te ABD Başkanı Lyndon Johnson, raporun yayımlanma­sından birkaç ay önce ise Dı­şişleri Bakanı Henry Kissinger, “iklim değişikliği tehdidi”nden bahsetmişti. Yine de raporun yazarları haklıydı; iklim deği­şikliği, gereken telaşı ve kamuo­yu tepkisini yaratmıyordu. Baş­langıçta gizli bir belge olarak hazırlanan rapor, Şubat 1977’de New York Times’ta yayımlandı. Bu noktada konu “uzak ülke­ler”deki açlık üzerinden değil, Amerikalıların kendilerine da­ha yakın bulabileceği petrol kri­zi üzerinden tartışılıyordu.

Sahra Çölü’nün güneyindeki Sahel’de yerel halk, 1974’te yaşanan bir kuraklık sırasında Fransız hava kuvvetleri tarafından atılan kepek çubuklarını topluyor.

THE GENESIS STRATEGY / S. SCHNEIDER – 1976

‘Kıyamet peygamberi’ dediler ‘geçici bir moda’ ilan ettiler…

CIA raporuyla aynı dönem­de, Colombia Üniversi­tesi’nde yüksek lisansını ya­pan Stephen Schneider adlı bir biliminsanın aklına ilginç bir fikir geldi: “Dünya gibi çıl­gın bir yerin modelini çıkarıp, ardından o modeli kirletsek ve sonuçlara göre politikala­ra olumlu bir katkı sağlasak ne kadar heyecan verici olur­du” diye düşünmüştü. İklim değişikliğinin tehlikeleriyle ilgili popüler bir bilim kitabı yazmanın zamanının geldiği­ne kanaat getirdi. 1976 tarihli The Genesis Strategy, meşhur fizikçi Carl Sagan’ın onayıy­la basıldıktan sonra Washin­gton Post ve New York Times incelemeleriyle, ardından da Schneider’ın Tonight Show’a davet edilmesiyle hem dikkat­leri hem de şimşekleri üzerine çekti.

Önce ABD’nin meteorolo­ji kurumunda klimatoloji ofi­sinin direktörü olan Helmut Landsberg, Schneider’i hedef aldı. Ardından İngiltere’nin meteoroloji kurumu Met Of­fice’in başkanı John Mason, iklim değişikliğiyle ilgili en­dişeleri “geçici bir moda” di­ye adlandırdı. Mason, 1977’de yaptığı konuşmada, iklimde her zaman dalgalanmalar ya­şandığını, son dönemin görü­len kuraklığın daha önce de emsali olduğunu vurguladı. Fosil yakıtları aynı hızda tü­ketmeye devam edersek, 50- 100 yıl içinde 1 derecelik bir ısınma olabileceği konusunda hemfikirdi; ama genel olarak atmosferin ne olursa olsun bunu absorbe edeceğini dü­şünüyordu. Zaten birçok çağ­daşı gibi sonunda tamamen nükleer enerjiye geçeceğimizi tahmin ediyordu. Konuşma­yı aktaran Nature dergisi de genel mesajını “Panik yapma­yın” olarak okurlarına verdi ve “kıyamet peygamberlerini dinlemeye gerek olmadığını” söyledi.

EXXON ARAŞTIRMASI – 1977

Petrolcüler endişelenmeye başlıyor

1970’lerin ortalarında dünya­nın en büyük petrol şirketi Exxon, iklim krizinin kendi işle­rini baltalamasından ufak ufak endişe etmeye başlamıştı. Artık Dünya’nın önünde bir de tarih vardı: 2000 yılı. 1977 yazında şirket, Nixon’ın eski danışmanı Edward David Jr.’ı deniz suyun­daki ve havadaki karbondioksit üzerine bir araştırma yapma­sı için işe aldı. Ancak sonuçlar ortaya çıkmaya başladıkça “Es­so Atlantic” operasyonu aniden durduruldu. Exxon, 2000’de New York Times’a verdiği ilan­da halen “harekete geçmek için çok erken” olduğunu söylüyor­du. Exxon’un haricinde Chev­ron, Shell, BP gibi petrol şirket­leri de uzun yıllar iklim krizini “sorgulayan” biliminsanlarının çalışmalarını destekleyerek, iklim değişikliğiyle ilgili uya­rıların üstünü örtme taktiğini uyguladı; koruyucu yasaları en­gellemek için lobi faaliyetlerine milyarlarca Dolar akıttı.

İklim aktivistleri, 2019’da New York Yüksek Mahkemesi önünde.

JAMES E. HANSEN – 1988

‘Sera etkisi saptanmıştır’ dedi: Kelimenin tam anlamıyla ‘yandık’

Pek çok uzman, küresel ısınma konusunda 1988’in kritik bir dönüm noktası oldu­ğunu söylüyor. Hükümetlera­rası İklim Değişikliği Pane­li, 1988 sonlarında kuruldu. 1988 yazı, kaydedilen en yük­sek ısılara sahne oldu. Ayrıca o yıl ABD’de ciddi bir kurak­lık ve sıcak dalgası yaşanmış; Amazon yağmur ormanlarında ve Yellowstone’da çok büyük yangınlar çıkmıştı.

Çözümün ana hatlarıysa bundan 1 yıl önce, yani dün­ya ülkeleri, atmosferin koru­yucu ozon tabakasını tehdit eden bazı sentetik bileşikle­ri ortadan kaldırmak için ge­rekli adımları ortaya koyan Montréal Protokolü üzerinde anlaşmaya vardığında belir­lenmişti. Her şeyin berrak­laştığı an, 23 Haziran’da ABD Senatosu’nda verilen korku­tucu bir ifade oldu. Venüs yü­zeyindeki kavurucu koşulları araştırırken dikkatini Dün­ya’nın insan eliyle değişi­me uğrayan atmosferi üzeri­ne yoğunlaştıran iklimbilim­ci James E. Hansen’ın, “Sera etkisi saptanmıştır ve iklimi­mizi değiştirmektedir” sözleri 1988’de manşetlere taşınmış­tı. Hansen, küresel ısınmanın başladığından yüzde 99 emin olduğunu söylemiş; atmosfer­deki sera gazlarının yoğunluğu en fazla 350 ppm’ye düşmez­se -kelimenin tam anlamıyla- “yandık” demişti. Bugün kü­resel CO2 ortalaması yaklaşık 418 ppm olarak ölçülüyor ve bu değer düzenli bir biçimde her sene 2-3 ppm artıyor.

Columbia Üniversitesi profesörü Hansen, iklim eylemlerinde pek çok kez gözaltına da alındı.