Kasım
sayımız çıktı

Dünyanın ilk prefabrik hastanesi

Mimari açıdan dünyanın ilk büyük prefabrik yapı topluluğu ve ilk prefabrik hastanesiydi. 1855’te Kırım Savaşı dolayısıyla ve o sıralar İstanbul’daki Florence Nightingale’in yönlendirmesiyle İngilizler tarafından Erenköy’de yapılan “Renkioi Hospital”, usta mimar ve hekimlerin gayretiyle beş ayda tamamlandı; yüzlerce yaralıya ve sivil halka şifa dağıttı. Bugün ise geride sadece bir çeşme kitabesi var. 

Erenköy’deki Renkioi Hospital Çanakkale-Erenköy’de Kırım Savaşı sırasında (1855) yapılan prefabrik Renkioi Hastanesi ve aynı bölgenin 162 sene sonra bugünkü hali (üstte). Hastaneden günümüze kalan tek iz, üzerinde “RENKIOI BRITISH CIVIL HOSPITAL -1856- JOHN BRUNTON – ENGINEER” yazan dönem çeşmesinin kitabesi (altta).

Coğrafyaların mabedi tarih, dini ise arkeolojidir. Çanakkale Savaşı sırasında yedek subay olarak görev yapan Tevfik Rıza Bey’in, 5 Şubat 1915’te günlüğüne tek satır olarak yazdığı üç kelimelik cümle, adeta insan varoluşunu özetler: “Hatıra kalbin dinidir”. 

Yaşadığımız coğrafyayı sorgularken, Çanakkale/İzmir karayolunun 15. kilometresinde yer alan bucağın, 100 yıl önceye kadar Renkioi (Erenköy) adlı ve 6000 nüfuslu bir Rum yerleşkesi olduğunu öğrenmiştim. Şimdi oralarda üzüm bağları, Boğaz’a nazır restoranlar, plajlar, otel işletmeleri bulunmaktaydı. Peki ya daha öncesinde? Mesela bundan 150-160 yıl öncesinde? 

İngiltere, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’nun 1854-1856 arasında Rusya’ya karşı tutuştuğu Kırım Savaşı’nda, diğer ülkelerin savaşa uzaklığı sebebiyle, İstanbul cephe gerisinin merkezi olmuştu. 

Savaş Kırım Yarımadası’nda devam ederken, müttefiklerin cephede sadece Balaklava hastanesi bulunuyordu. Diğer tüm yaralılar İstanbul’a naklediliyordu; Selimiye Kışlası hastaneye çevrilmiş ve yakınındaki Haydarpaşa Hastanesi de en önemli sağlık merkezi olmuştu. 

İngiltere’ye İstanbul’dan haber servisleri vasıtasıyla gönderilen mektuplar; bilinen ilk savaş muhabirlerinden The Times gazetesinden İngiliz Thomas Chenery’nin İstanbul’dan, aynı gazeteden meslektaşları John Delane ile William Howard Russell’ın Kırım’dan bildirdikleri ve nihayet Roger Fenton’ın cepheden gönderdiği fotoğraflar-izlenim yazıları, tüm dünya kamuoyunda yankı bulmaktaydı. 

Thomas Chenery, The Times’ta 12 Ekim 1854’te yayınlanan makalesinde, İngiliz askerlerinin cephe gerisindeki sağlık koşullarını açıkça dile getirmiş ve durumu eleştirmişti: “… Öfke ve şaşkınlık içindeyiz. Çünkü halk, yaralıları korumak için hiçbir etkili sağlık hazırlığının bulunmadığını öğrenecek. Sadece cerrah değil, ne hemşire ne de pansumancı var. Tek söylenecek şey, yaralılara sargı yapmak için tek bir bezin bile olmadığıdır. Gerçi bu büyük acıyı paylaşmaktan kaynaklanan toplumsal dayanışma, Üsküdar’da kışlada veya akıl hastanesinde bulunan mutsuz insanlar için üstün geliyor ve bütün aileler, gerekli araçları, çarşafları ve eski giysilerini veriyor. Fakat bu durum niçin önceden açık bir şekilde görülemedi?” 

162 yıl öncesinde modern bir anlayış  Önde hastanenin demir saclardan yapılmış mutfağı, arka tarafta hastanenin prefabrik yapıları (üstte). Hastanenin 5 no’lu koğuşu (altta), nerdeyse bugünkü anlamda modern bir havalandırma anlayışla tasarlanmıştı. 

Dönemin İngiliz Savunma Bakanı Sidney Herbert, oluşan bu kamuoyu baskısını azaltmak için yaralı ve hasta İngilizlerin bakımı amacıyla devreye girdi. Florence Nightingale’den “Doğu’daki İngiliz Umumi Asker Hastaneleri Kadın Hastabakıcılar Müdürü” unvanı ile İstanbul’a gitmesini ister ve destek sözü verir. Nightingale, aile dostları Bracebridge’ler ile Roma Katolik Kilisesi’nden 10 rahibe; Anglikan Kilisesi’ne bağlı “Merhametli Kız Kardeşler”den sekiz rahibe, Saint John’s Enstitüsü’nden altı hastabakıcı ve çeşitli hastanelerde profesyonel hasta bakımı yapan 14 kadından oluşan toplam 38 kişilik bir ekip ile birlikte yola çıkmış, çok zorlu geçen bir deniz yolculuğu sonunda 4 Kasım 1854’te Üsküdar’a gelmişti. 

Selimiye Kışlası’ndaki deneyimleri, Nightingale’in hastane işletmeciliği üzerine yeni fikirler geliştirmesine olanak sağlamıştır. “Florence Nightingale Koğuşu (Florence Nightingale-Ward)” adı ile bilinen pavyon sistemi, hastanelerde her iki tarafta her yatağa bir tane düşecek şekilde penceresi olan, 9 metre genişliğinde, 39 metre uzunluğunda ve 3,5 metre yüksekliğinde koğuşlar bulunmasını öngörüyordu. 

Nightingale’in hastane ve koğuş tasarımlarını yaparken, Selimiye Kışlası’nın devasa odalarından ve koridorlarından etkilendiği açıktır. Kışlanın geniş koridorları hastane koğuşu olarak kullanılmış, son derece aydınlık ve iyi havalanması olan bu mekânlar Nightingale’e yeni yapılacak hastaneler için fikir vermiştir (Bununla birlikte Nightingale anılarında Selimiye’den hayli olumsuz biçimde bahsetmiş, kışlayı bir harabe olarak nitelendirmiştir). 

Hem deneyimleri hem de geniş çevresi nedeniyle tıbbi ve sosyopolitik gelişmelerden süratle haberdar olması, Nightingale’in hasta bakımında bir dizi yeniliğe öncülük etmesinde etkili oldu. Bu bağlamda özellikle geliştirdiği pavyon sistemi hastane modeli, ona ayrı bir ün kattı. Hastalıkların kokuşmuş hava nedeniyle (miyasma teorisi) oluştuğuna inanması, Nightingale’in sanitasyona yönelik önlemler almaya yönelmesini getirdi. Nightingale, özellikle hastalıkların yayılmasını önlemek amacıyla koğuşların havalandırılması meselesi üzerinde durdu. 

Hastane ve civarının ayrıntılı haritası Renkioi Hastanesi’nin bulunduğu yeri ve vaziyet planını gösterir harita, oldukça detaylı hazırlanmış. Hastane içi ve civarındaki coğrafi yapılar titizlikle haritaya işlenmiş. 

Aslında temiz havanın hastanelerde ölüm oranını azalttığı görüşü, Kırım Savaşı sırasında İstanbul’da bulunan Fransız doktor Levy tarafından, Nightingale’den çok daha önce ortaya atılmıştır. Nightingale, hastaları hastalıklarına göre ayrı koğuşlarda yatırma fikrini de bir Fransız hekimden, Dr. Scrive’den almıştır. Fakat bunların uygulanması ve fikrin hayata geçirilmesini Nightingale sağladı. Ve bu sayede pek çok İngiliz askeri tifüsten ölmekten kurtuldu, ölü sayısı % 75 oranında azaldı ve bu gelişmeler de Nightingale’in ününe ün kattı. 

İngiliz Hükümeti ve savaş ofisi, hastanelerin yetersiz kalması sebebiyle bir hastane daha yapılması için girişimde bulundu. 1855 başı itibariyle yer arayışı başladı ve Çanakkale’de sahile yakın bir yerde karar kılındı. 

1855 Mart başında hükümete bağlı savaş ofisi, ünü kıtaları aşan Isambard Kingdom Brunel’e hastane için teklifte bulundu. Brunel, daha önce böyle bir şey tasarlamamıştı ama sekiz gün içinde sözleşmesini sunarak işe koyuldu. Mimari açıdan “ilk büyük prefabrik yapı” ve “ilk prefabrik hastane” olma özelliğini taşıyan, mimarlık tarihi açısından da çok büyük öneme sahip olan proje tasarlanmaya başlandı. Yapı, Erenköy Hastanesi (Renkioi Hospital) olarak tarihe geçecekti. 

Bu sırada Nightingale, Üsküdar’da edindiği deneyimleri derlemiş ve The Times’ta yayınlanan askerlerin sağlık durumlarıyla ilgili olumsuz haberlerden ötürü kamuoyunun aydınlatılması için bu deneyimlerini içeren cevabi yazıyı gazeteye göndermişti. Bu sırada Brunel tasarımını bitirdi, fakat Nightingale’in pavyon sistemi, sanitasyonla ilgili önerileri ve havalandırma sisteminin nasıl olması gerektiği ile ilgili önerilerini gazetede okuyunca etkilendi. Bunun üzerine yaptığı tasarımı savaş ofisinden geri çekti ve Nightingale’in önerileri doğrultusunda altı gün içinde tasarımı yeniden düzenledi. O zamana kadar hastanelerde ortamın sabit sıcaklıkta tutulması gerektiğine inanılıyordu. Fakat Nightingale, temiz hava ile ortamın havalandırılmasının ölüm oranlarını azaltacağını iddia etmişti. Brunel de yeni tasarımda, hastaneyi sürekli dışarıdaki temiz hava ile havalandıracak bir vantilasyon sistemi yarattı. 

Boğaz’da yaralı İngiliz askerleri 1 Aralık 1855 tarihli Illustrated Times dergisinde yayımlanan illüstrasyon, Erenköy Hastanesi ve civardaki dinlenen yaralı İngiliz askerlerini Boğaz manzarasıyla birlikte gösteriyor. 

Lojistik problemler ve uzaklık sebebiyle İngilizler, Kırım’dan Ege Denizi’nin en uç noktalarına kadar hastaneler kurmuştu; ancak Erenköy Hastanesi bunlar arasında en az bilinenidir. Ama ne acıdır ki hem mühendislik inovasyonu hem de model olarak ilkleri barındıran bu hastane, bugün tamamen kaybolmuş durumda. 

Brunel’in tasarladığı hastane yapıları İngiltere’de hızla üretildi ve gemilere yüklendi. Toplamda 11.500 ton olan hastanenin parçaları 23 gemi ile Çanakkale’ye taşındı. İlk gemiler Çanakkale sahillerine 8 Mayıs 1855’te vardılar. Projenin Çanakkale’deki uygulayıcı kontrolör mühendisi ise 1836’da arkeolojik kazılar için Çanakkale’ye gelmiş olan mühendis John Brunton olacaktı. 

Brunton, Çanakkale’deki İngiliz konsolosu Calvert ve ailesi ile zaten tanışıyordu. Calvert’lerin hem bölgedeki ilişkileri çok iyiydi hem de dil ve çevreyi tanıma gibi sorunları aşmışlardı. Brunton, Calvert ailesinin çitlik evinin olduğu Erenköy’ün 1,5 km kuzeydoğusunda (bugünkü Tusan Hotel ve Güzelyalı’ya doğru olan arazi) hastaneyi yapmaya karar verdi ve hemen çalışmalara başladı. Burası aynı zamanda 1835’teki kolera pandemisi sebebiyle, Osmanlı Devleti’nde ilk karantinanın da yapıldığı yerdi. Bu sebeple de bölge, haritalarda yıllarca “Karantina” bölgesi olarak tanımlanmıştır. 

Erenköy Hastanesi’nin yapımına 1855 Mayıs’ında işte tam bu bölgede başlandı ve Ekim 1855’te prefabrik hastane kullanıma açıldı. Hastane aslında çoğunlukla Kırım’dan gelen değil, Kırım’a giderken hastalanan askerlere hizmet vermek üzere kurulmuştur. Çünkü o dönemdeki buharlı gemilerle Üsküdar’dan Çanakkale’deki Erenköy Hastanesi’ne ancak 18 saatte varılabiliyordu. Üsküdar’dan gelen hasta ve yaralılar, hastane ile liman arasında kurulan raylar üzerinden atlı tramvayla taşınıyordu. 

Her biri 50 hasta yatağı kapasitesine sahip 30 prefabrik yapıdan oluşan ve toplamda 1.500 yatak kapasiteli olan hastane, Kırım’a uzaklığı nedeniyle istenilen kapasitede çalıştırılamadı. Hastaneye her hafta ortalama 50 yeni hasta katılıyordu. Her pavyonuna iki sıra hasta yatağı yerleştirilebilen havalandırması, su tesisatı, kanalizasyon çukurları iyi planlanmıştı ve sanitasyon açısından ilkleri barındırıyordu. 

Mühendis Brunel Renkioi Hastanesi’nin ünlü mühendisi Isambard Kingdom Brunel, Florence Nightingale’in önerileri üzerine hastane planını değiştirip yenilemişti. 

Askerî personel yanında sivillere de hizmet eden hastanede sivil hekimler görev yapıyordu. Hastalararası bulaşma en aza indirilmişti. Hastaların giysilerinin modern sayılabilecek çamaşırhanede, 400 F (205ºC) derecede yıkanıp kurutulması, hastalık yayılımını engellemiştir. Oldukça temiz taze suyu bulunduğu bilinen hastane, sanitasyon başarısının dışında, cerrahiye sağladığı katkıyla da tarihe geçmiştir. Spencer Wells (1818-1897) tarafından geliştirilen, günümüzde de kullanılmakta olan “Spencer Wells forsepsi”, kanamaların durdurulmasında ilk kez bu hastanede kullanıldı. 

Savaş sonrası İngiltere’de yapılan hastaneler için örnek oluşturan bu hastanenin çalışanları da bulaşıcı hastalıklardan büyük ölçüde korunmuştu. Savaş dönemi boyunca sadece bir doktor, bir hemşire ve bir hastabakıcı tifüse yakalanmış; sadece bir hastabakıcı bu nedenle ölmüştür. Oysa aynı dönemde Selimiye’de aralarında sağlık çalışanlarının da olduğu 138 kişi koleradan ölmüştü. Hatta hastane sorumlu doktorlarından Edmund Parkes’ın, hastane ile ilgili 1857 Nisan’ında İngiliz Savaş Bakanlığı’na hazırladığı raporda verdiği istatistiğe göre, hastanede çeşitli hastalık ve yaralanma tanılarıyla yatan hastaların ölüm oranı % 3,8’di. Oysa bu oran Üsküdar’daki hastanelerde %11,9’a çıkıyordu. Tifüse yakalanan hastaların izole edilmesini sağlayarak salgını önleyen Dr. Parkes, bu başarısı ve sanitasyondaki deneyimleriyle savaş sonrası “hijyen profesörü” oldu. 

Hastane neredeyse bugünkü manada modern tuvalet-banyolar içeriyordu ve bunlar hasta koğuşlarının içindeydi. Mühendis Brunel mobilyadan tuvalet kâğıdına kadar her ayrıntıya dikkat etmişti. Hastaların ünitelerarası gezme ihtimali olması sebebiyle prefabrik yapılar arasındaki geçişler kapalı koridorlar olarak tasarlanmıştı. Daha da ilginci, Brunel tuvaletlerin tasarımını çizdiği plan üzerine “Tuvalet kâğıtlarını unutmayın!” diye not ettiği gibi, kiler olarak tasarladığı küçük bir kısmı “tuvalet kâğıdı deposu” olarak işaretlemişti. 

Hastanenin Kırım Savaşı’nın sonlarına doğru yapılmış olması nedeniyle, Şubat 1856’dan itibaren Üsküdar’dan ve Kırım’dan buraya yaralı gönderilmesi durduruldu. Hastane artık bölgedeki sivillere hizmet eder olmuştu. 

İngiliz hükümetinin 30 Mart 1856’da Rusya ile barış imzalamasının ardından hastanenin işlevi tamamen ortadan kalkınca, Londra Brunton’dan bütün çalışmaları durdurmasını istedi. Bunun üzerine Brunton, emrindeki eğitimli 150 askerle Troia ovasında, bölgedeki arkeolojik alanlarda kazı yapmak için kamp kurdu. Brunton bir arkeolog değildi ve esas amacı hazine bulmaktı. Bu nedenle oldukça hızlı ve tahrip edici bir şekilde kazılar yaptı; tuttuğu kısa günlükte başka kazı yaptığı yerler ve buluntuları ile ilgili pek fazla bilgi vermedi. Ancak günlüğünden, askerlerin eski eserleri buldukça daha fazla motive olduklarını ve daha hızlı kazdıklarını öğrenmekteyiz. 

Yapı planları ve havalandırma  Prefabrik hastane yapılarının, döneminde yapılan planları. Tasarımda özellikle havalandırma meselesinin üzerinde titizlikle durulmuştu. 

Bu define peşindeki kazıları sonucu, çok sayıda mozaikli yapı da açığa çıktı. Fakat Brunton, Londra Savaş Ofisi’nin geri çağırması nedeniyle çalışmalarını durdurmak zorunda kaldı ve böylece kesmeyi planladığı mozaikli yapılar da bu sayede tahrip olmaktan kurtuldu. Brunton yine de İngiltere’ye dönene dek Troia Ovası ve çevresinde yedi farklı yerde kazılar yapmış ve çıkardığı eserleri yanında götürerek British Museum’a vermiştir. 

Hastanenin bulunduğu bölgede, bugün Tusan Otel İşletmesi, Gençlik ve Spor Bakanlığı’na bağlı İzci Kampı bulunmaktadır. Hastaneden geriye Brunton’un taze ve güzel suyu ile de meşhur olan hastanenin liman kısmına yaptırdığı ve üzerinde “RENKIOI BRITISH CIVIL HOSPITAL-1856-JOHN BRUNTON-ENGINEER” yazan çeşme kitabesi dışında hemen hiçbir şey kalmamıştır. 

Bugün Tusan Otel’in plaj bölümünde bulunan bu çeşme kitabesi, üzerinde bir istinat duvarı örülmüşken, dibinden de bir incir ağacı yükselmiş. Otel işletmecisi Enver Sadık Yılmaz, aynı zamanda Troia kazılarının yürütülmesine destek veren Troia Vakfı Yönetim Kurulu 2. Başkanı. Böyle olunca çeşme taşını görür görmez araştırmaya koyulmuş, Tabiat ve Kültür Varlıklarını Koruma Kuruluna başvurmuş ve eserin tescillenerek koruma altına alınmasını sağlamış. 

Florence Nightingale, Brunel’in bu hastane planlamasında yakaladığı medikal ayrıntılardan, Hastaneler Üzerine Notlar adlı kitabında bahsetmiştir. Her ne kadar Florence Nightingale’in hastanenin kurulmasında doğrudan katkısı olmasa da, fikirlerinin ve ruhunun bu hastaneye tesir ettiği açıktır. Hem Florence Nightingale’in Times’a mektubunun ardından Brunel’in önceki tasarımını geri çekerek hastaneyi yeniden tasarlaması hem de Sir Edward Tyas Cook’un The Life of Florence Nightingale adlı kitabında hastane sorumlusu Dr. Parkes’ın Erenköy Hastanesi’ndeki uygulamalarından söz etmesi hem de “Parkes ile olan dostluklarının ömür boyu sürdüğünü ve bazı uygulamaların Nightingale’in önerileri ile yapıldığını” belirtmesi bizi biraz daha aydınlatabilir. 

Hastane; mühendis Brunel’in yaratıcılığı ve ihtiyaçlara yönelik analizleri doğru anlaması ve Florence Nightingale’in hastanelerin durumunu hastalardan daha çok önemsemesi yanında, mimari tarih ve sağlık tarihi açısından modernleşme ve hijyenin sağlanması konularında ilkleri üzerinde taşıyor. 

Geriye bir incir ağacı ve bir istinat duvarı arasına sıkışan çeşme kitabesi kalmış olsa da, ardında büyük bir tarih var. Belki de tarih ve arkeoloji hep yanıbaşımızda, bir incir ağacının dibinde, yüzdüğümüz bir plajda, hatta bir duvarda gizlidir. Siz ne olur ne olmaz, sağınıza soluna tarihsel bakın!