Kasım
sayımız çıktı

Eğitim ve tarih olmadan devamlılık da olmaz…

RONA YIRCALI

20. yüzyıl başlarında Balıkesir civarına gelen göçmen ataları, İstiklal Harbi’nin direnişçileri, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin girişimcileri oldular. Rona Yırcalı ise tüm dünyaya açılan sanayi yatırımlarının yanısıra, özellikle eğitim projelerini bir gelenek hâline getirdi. Türk Eğitim Vakfı’nın (TEV) yönetim kurulu başkanı, doğal ve kültürel mirasın korunması ve geleceğe taşınmasının ancak eğitimin kalitesiyle mümkün olabileceğini anlattı. 

Beş kuşaktır Balıkesirli bir ailelerinden üyesisiniz. Türkiye tarihinin erken cumhuriyet döneminden ailenizin tarihine yansıyan dönüm noktaları neler olmuştu? 

 Balıkesir ile her bakımdan, siyasi-sosyal-ekonomik bakımdan haşır-neşir olmuş bir aileyiz. Annem ve babam göçmen ailelerden geliyor. Anne tarafı Arnavutluk, baba tarafı Bosna-Hersek’ten. Baba tarafı önce, bugün Soma’ya bağlı Yırca Köyü’ne yerleştirilmiş. Sonra Balıkesir’e göçetmişler ve onlara Yırcalızade denmiş. Yırcalı soyadı oradan geliyor. 

Dedem Şükrü Efendi, İstiklal Harbi’nde işgale karşı silahlı mücadele kararı alan 41 kişiden biri. 

Babamın ve annemin babaları o bölgenin ilk sanayicilerinden. İlk un fabrikasını kurmuşlar. Amcam Sıtkı Yırcalı ile babam Sırrı Yırcalı, 46 seçimlerinden bu yana Demokrat Parti’nin kurucuları arasında yer almış. Sıtkı Bey çeşitli bakanlık görevlerinde bulunmuş; Sırrı Yırcalı da aynı zamanda Balıkesir milletvekili olarak 1960’a kadar görev yapmış. Bunu niçin söylüyorum? 27 Mayıs 1960’ta ihtilal oldu. Her ikisi de 27 Mayıs 1960’tan sonra af çıkana kadar Yassıada ve Kayseri’de 4 sene civarı hapis yattı. Sıtkı Bey çıktıktan sonra senatörlük de yaptı. Onun görevi de “1980 İhtilali” ile kesildi. 

Eğitim ve tarih olmadan devamlılık da olmaz...
5 kuşak Balıkesirli Yırcalı ailesi.. (Soldan sağa, ayaktakiler) Rona Yırcalı’nın babası Sırrı Bey, halası Melahat Akman, amcası Sıtkı Bey, (oturanlar) babaannesi Kadriye Hanım ve dedesi Şükrü Bey. 

Babam bütün hayatı boyunca bölgenin Gelir Vergisi rekortmeniydi. Gelir Vergisi’nin getirilmesinden vefatına kadar hep böyle oldu. Köklerimizi Balıkesir’den ayırmadık. Şirketimiz, fabrikalarımız hep Balıkesir’deydi. Bizim aile aynı zamanda eski madenci. 1979’da -o sırada Bülent Ecevit Başbakan, Deniz Baykal Enerji Bakanı’ydı- bu madenler devletleştirildi ve kuruluşlarımıza elkonuldu. Bor madeni başta olmak üzere bunlar devlet tarafından işletilmeye başlandı. Biz de madencilikten çekildik. Bu büyük bir haksızlıktı tabii. Bizim için büyük bir yıkım oldu ama sonra toparladık. 

İş hayatınız boyunca, meslek örgütlerinin yanısıra çok sayıda sivil toplum örgütünde de kurucu ve üye olarak görev aldınız. Halen hem bunları hem de Türkiye Eğitim Vakfı’nın (TEV) yönetim kurulu başkanlığını yürütüyorsunuz. Eğitime yapılan yatırımın tarihini özetler misiniz? 

Babamın bir Anadolu Lisesi var kendi adına kurulmuş olan: Sırrı Yırcalı Anadolu Lisesi. Anne tarafımdan dedemin kurduğu Koray Lisesi vardır. Annem Müşerref Yırcalı adına 1968’de kurulmuş olan, korunmaya muhtaç çocuklara yönelik hizmetlerin verildiği bir Çocuk Yuvası uzun zaman sonra Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na devredildi. 

En eski eğitim vakıflardan biri dedemler tarafından kurulan Ali Şuuri Vakfı ve Ali Şuuri İlkokulu. 

Türk Eğitim Vakfı 1967’de Vehbi Koç’un önderliğinde, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde yaşayan 205 kişi tarafından kuruldu. Babam da kuruculardan biridir. O zamanki Türkiye şartlarında bu insanlar, Türk gencinin eğitimine nasıl destek olabiliriz diye düşünüp harekete geçmişler. Ana fikri, başarılı ancak ekonomik olarak imkanı olmayan gençlere destek vermek. “Biz bunu gençlere burs vererek yapabiliriz” demişler. Bilhassa üniversite seviyesindeki gençlere burs vermeye başlamışlar. Bugün TEV 53. yılının içinde olan bir vakıftır. Böyle bir vakfın bu kadar sene hizmet verebilmesi Türkiye şartlarında kolay değil ama bunu başarıyla yürüttüğümüzü düşünüyorum. 

Eğitim ve tarih olmadan devamlılık da olmaz...
Koleksiyon merakı  Rona Yırcalı, uzun yıllardır ferman ve harita koleksiyonu yapıyor. Özel koleksiyonundan iki ferman çerçeveletilmiş halde duvarında asılı. 

Bugün 8 bin civarında gence her sene burs vermekteyiz. Kuruluşumuzdan bu yana 250 bin civarında burs verdik. Bunun yanında yurtdışında master ve doktora seviyesinde eğitim gören 2 bin gencimize burs verdik; halen 200 talebemiz yurtdışında öğretim görüyor. 31 eğitim kuruluşunu bağışçılarımızın bize verdiği bağışlarla yapıp Millî Eğitim Bakanlığı bünyesine kattık. Bağışçılarımız bize gayrimenkullerini devrediyorlar, para bağışında bulunuyorlar; biz de uygun bulduğumuz şekilde burs vererek değerlendiriyoruz. 

Bir de yaşanan toplumsal felaketler sonrası -mesela Soma maden kazası, Elazığ ve en son İzmir’deki deprem- ailesini kaybetmiş veya ailesi çalışamayacak duruma gelmiş çocukları desteklemek üzere burs veriyoruz. 

Bunların yanında bir özel bursumuzu daha uygulamaya koyduk şimdi. Bu da “Korona Kahramanları”na verdiğimiz burs. Bu nedir? Biliyorsunuz yalnız doktorlar değil, hemşireler, sağlık görevlileri hatta bunun yanında otobüs şoförleri, polisler, kargo taşıyan gençler de yüksek risk grubunda. Hayatını kaybetmiş olanların çocuklarına bütün eğitim hayatları boyunca burs veriyoruz. 

Yaşadığımız pandemi ve uzaktan eğitim, TEV’in katkılarını nasıl etkiledi? 

Biliyorsunuz, Mart ayından beri okullarımız, üniversitelerimizin kapalı. Bir müddet daha kapalı olacağını anlıyoruz. Uzaktan eğitim için bazı gençlerimizin evinde yeterli ekipman yok. Hatta bir kısmının interneti sağlıklı değil. Bazı evlerde de iki-üç çocuk var. Evde üç veya daha fazla eğitim gören çocuk varsa, en azından bir tane bilgisayarın olmasını sağlamak için harekete geçtik. Yaklaşık 1000 haneye ulaşmaya çalışıyoruz. Korona salgını bir müddet sonra bitse dahi, bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. 

Eğitim ve tarih olmadan devamlılık da olmaz...
Genişleyen Yırcalı ailesi  İşinsanı Rona Yırcalı, eşi Nur Yırcalı, oğulları Sinan ve Sırrı Yırcalı, gelinleri Nazlı ve Ayşe Yırcalı’yla birlikte… 

Siz Robert Kolej’de, daha sonra Türkiye tarihinde kilit roller üstlenecek öğrencilerin bulunduğu bir dönemde eğitim gördünüz. Ardından ABD ve tekrar Türkiye… 

İlkokulu üç sene İstanbul’da Şişli Terakki’de, dördüncü sınıfı Balıkesir’de okudum. Beşinci sınıfta Ankara’ya gittik ve ilkokulu orada bitirdim. Sonra Robert Kolej’e girdim; mezun olduktan sonra 1965’te ABD’ye gittim. University of Miami’de, İş İdaresi ve Ekonomi eğitimi aldım. 1970’te döndüm. Oradaki değişik yaşam şartlarını görmenin, bugünkü hayatıma ve çalışmalarıma önemli katkı sağladığını düşünüyorum. Döndüğüm zaman, bıraktığım Türkiye ile bulduğum Türkiye arasında önemli farklar vardı. 

Rahmetli Turgut Özal’dan sonra, özel sektörün istediği yere gelebildiği düşüncesindeyim. Bugün özel sektörün momentum’u varsa Türkiye’de, ki var, o günkü şartlardan buralara geldiğini ifade etmek isterim. 

O yıllarda STK’lar ağırlıklı ve etkin değildi. Devlet bürokrasisinin ağır işliyordu ve bir nevi girişimciye kötü bir gözle bakılmasından ötürü özel teşebbüs zayıf kalıyordu. 

Robert Kolej’de -dediğiniz gibi- o dönemde de önemli isimler vardı. İbrahim Betil, Hüsnü Özyeğin, Vural Akışık, Mehmet Emin Karamehmet, Osman Berkman, Servet Hanlıoğlu, Tansu Çiller, Ahmet Leventoğlu… Ve tabii Allah rahmet eylesin Cem Karaca ve Zeki Alasya. 

Beyin göçünü tersine çevirmek yolunda iş dünyasının sorumluluğunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Asya-Pasifik ülkelerinden tutun da, Hindistan, bilhassa Afrika ve Asya ülkelerinin de meselesi bu. Ülkemizde de son zamanlarda hızlanmış gibi görünüyor. Bunu yavaşlatmanın çaresi, bu insanların buradaki hayatının daha serbest, sosyal hayatının daha tatmin edici, maddi imkanlarının daha iyi hale getirilmesi. Tıp alanında olsun, diğer konularda olsun araştırma yapmak isteyen gençlerimize, üniversite görevlilerine sağlanan imkanların geliştirilmesi. Buradan giden insanlarımız, yurtdışındaki imkanlarla kendi meziyetlerini biraraya getirdikleri zaman Nobel Ödülü bile kazanabiliyor. Bunu edebiyat ve tıp alanlarında gördük. Son gelişmelerde, örneğin aşı konusunda, gençlerimizin ne kadar ileri olduklarını görüyoruz. 

Bunlar, devletin ve üniversitelerin sağlayacağı imkanlarla olur. Bunun ekonomik kısmı var; insan hakları ve sosyal kısmı var. STK’lara da bu konuda önemli vazifeler düşüyor. Biz de TEV kapsamında bu girişimlere vesile olmak için ilk yurtdışı şubemizi Londra’da açıyoruz. Gençlerimizi yurtdışında destekliyoruz ama dönmelerini de istiyoruz. Burada da onlara imkanlar yaratarak, iş çevreleriyle, üniversitelerle irtibat kurmalarını sağlayarak, Türk işadamları ile temaslarına yardım ederek… 

Gençlik ve çocukluk yıllarınıza dönersek… O dönemin Balıkesir’iyle bugünkü şehir arasında nasıl benzerlikler-farklılıklar var? 

1956’dan beri Balıkesir’de aynı evde oturuyoruz. İki katlı ve bahçeli bir ev. Evimizin etrafına yüksek binalar yapıldı ama bizim evimiz aynı duruyor. Annem hâlâ o evde yaşıyor. Balıkesir’e gittiğimde orada kalıyorum. Haftanın yarısını Balıkesir’de geçiriyorum. Annem Müşerref Yırcalı 98 yaşında. 

1960’ların Türkiyesi ile bugünün Türkiyesi arasında çok farklılıklar olduğu gibi, Balıkesir’de de var. Bugün artık en son yapılan yol bağlantısı ile beraber, bütün büyük merkezlere bağlanmış; Ege ve Marmara denizlerine limanı olan; turizm bakımından, haberleşme ve lojistik bakımından çok gelişmiş bir şehir. Dolayısıyla sanayi, ulaşım, hayvancılık ve tarım bakımından son derece ilerlemiş bir il. Bütün bunların yanında Balıkesir Üniversitesi de şehrimize bambaşka bir hava verdi. 

Eskiyi özlüyoruz ama, bugünkü Balıkesir diğer illerle boy ölçüşecek hale gelmiştir. 

Eğitim ve tarih olmadan devamlılık da olmaz...
Haritaların peşinde  Rona Yırcalı, koleksiyonundaki haritaları genellikle seyahatleri sırasında yurtdışından topluyor. Koleksiyonunda hem Osmanlı İmparatorluğu’ndan hem de dünyadan haritalar var. 

Peki ya İstanbul? Tarihî mirasın korunması noktasında öne çıkan görevler neler? 

Bu şehrin bütün güzelliğine ve özelliklerine rağmen, onu yeterince koruyabildiğimizi düşünmüyorum. Bunu yalnız ben değil, bizi idare edenlerden de çeşitli vesilelerle söylüyor zaten. Bir kere tabiatı korumakta başarılı değiliz. Şehirdeki yapı çılgınlığı tamamen kontrolden çıkmış vaziyette. Deprem meselesini bir tarafa koysak dahi –ki koyamayız ve maalesef tedbirlerimiz yeterli değil- problemler çok büyük. 

Tabii son derece güzel ve fakat çok hızlı tahribata uğrayan sahil şehirlerimiz de var. Orada kurulan siteler, programsız yapılan oteller, deniz kenarına kondurulan tesisler… Bunların geriye gelmeyecek şekilde tabiatı, şehri ve orada yaşayan insanları tahrip ettiğini biliyoruz. 

Esas olarak bu şehirlerin temeli olan, tarihî kısımlarını muhafaza etmek zorundayız. Avrupa’da birçok tarihî şehrin ulaşım problemleri var, nüfus problemleri var; onlar da göç alıyorlar. Ancak örneğin Roma’ya, Londra’ya, Paris’e gidildiğinde, özellikle merkezlerde, “eski şehir” alanlarında tarihî dokunun son derece iyi korunduğunu bizzat görüyorum. Mesela İstanbul’da metro çalışmalarından dolayı yapılan kazılarda bulunan kalıntılar, şehrimizin kuruluş tarihini daha da eskiye götürüyor. Bunları değerlendirmemiz lazım. 

Bir de son zamanlarda yapılan restorasyonların son derece problemli olduğunu belirtmek isterim. Bugünkü idarelerin bu konuda hassas olduğunu biliyorum ama, birçok restorasyonun uygunsuzluğunu gördükçe tabiatıyla hepimiz üzülüyoruz. 

Bilhassa tatil yörelerinde, Ayvalık, Kaz Dağı ve Cunda Adası gibi yerlerdeki yerleşim ve bozulmalar maalesef çok acı. 

Harita ve ferman koleksiyonu yapmaya nasıl başladınız? 

19. yüzyıl başta olmak üzere, harita ve ferman koleksiyonu yapmaya başlamıştım. Şimdilik sergi açmak gibi bir düşüncem yok. Çok seyahat ediyorum ve o seyahatlerde mümkün olduğu kadar eski haritaları ve fermanları alıyorum. Bunların önemli bir kısmını Avrupa’dan, özellikle İngiltere’den aldım. Koleksiyonumda daha çok Osmanlı İmparatorluğu haritaları ve dünya haritaları var. Tabii Osmanlı deyince Afrika, Avrupa’nın büyük bir kısmı da işin içine giriyor. Çeşitli konularda verilmiş Osmanlı fermanları da koleksiyonumda bulunuyor.