31 Mart 1877’de Meclis-i Mebusan’ın açılmasıyla tamamlanacak olan Meşrutiyet’e geçiş sürecindeki en önemli dönüm noktası, Osmanlı tarihindeki ilk anayasanın kabulüydü. Avrupa’da hem siyaseten sıkışmış, hem askerî ve ekonomik açıdan en kötü zamanlarını yaşayan Osmanlı Devleti, Kanun-ı Esâsî’nin kabulüyle umutlanacaktı.
Yüz kırk yıl önce bu ay, ilk anayasamız olan Kanun-ı Esâsî ilân edildi (23 Aralık 1876). Böylece, 30 Mayıs 1876’daki darbeyle başlayıp 31 Mart 1877’de Meclis-i Mebusan’ın açılmasıyla tamamlanacak olan Meşrutiyet’e geçiş sürecindeki en önemli adım atılmış oldu. Gerçi Meclis henüz toplanmadığı için meşrutiyetten söz edilemezdi. Ama seçim süreci de çoktan başlamıştı, zira mebusların seçiminin uzunca bir zaman gerektireceği öngörüldüğünden, daha Kanun-ı Esâsî metni hazırlanmadan önce işe girişilmiş ve seçimlerin ne surette yapılacağına ilişkin bir nizamname 28 Ekim’de hazırlanarak 2 Kasım’da bütün vilâyetlere yollanmış, 5 Kasım’da da devletin resmî yayın organı Takvîm-i vekâyi gazetesinde yayımlanmıştı.
O günlerde Osmanlı Devleti, tarihinin en karanlık evrelerinden birini yaşıyordu. Çok boyutlu ve sonuçta “93 Harbi” dediğimiz 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar varacak olan bir kriz patlak vermişti. Bu krizi tetikleyen olay, 24 Temmuz 1875’te Hersek’te başlayan isyandır. Toprak mülkiyetine ve vergi politikasına ilişkin nedenlerden dolayı çıkan isyan, kısa bir sürede dinî cemaatler arasında boğuşmaya dönüşmüş, Osmanlı Devleti de isyanı bir türlü bastıramamıştı. Avrupa kamuoyunda Hıristiyanlara haksızlık edilmesi biçiminde algılanan olay sürerken, Osmanlı Devleti, Ekim ayında iflas anlamına gelen bir karar alarak, Avrupa borsalarından almış olduğu borçların faizlerini tümüyle ödeyemeyecek durumda olduğunu, ödenemeyen kısmın da yeni bir borç gibi işlem göreceğini bildiren bir kararname yayınladı. Bu da Avrupa kamuoyunun tümüyle Osmanlıların aleyhine dönmesine neden oldu.
Bu olumsuz ortamda ve Hersek isyanının uluslararası bir diplomatik hareketliliğe neden olduğu bir sırada, Bulgaristan’da da bir isyan patlak verdi. 1876’nın Nisan ayında başlayan isyanın ilk aşamasında Bulgarlar, çok sayıda Müslüman öldürdüler. Bunun üzerine, isyanı bastırmakla görevli Osmanlı güçleri de aşırı şiddet kullandı. Bulgar isyanı bastırılmasına bastırılmıştı ama hem Osmanlı Devleti aleyhine bir hava yaratılmış, hem de Osmanlı iç politikası karışmıştı.
1861’den beri tahtta olan Sultan Abdülaziz, Âlî Paşa’nın 1871’deki ölümünden sonra mutlakiyet yönetimine doğru kaymış, dört yılda yedi kez başbakan değiştirmiş ve Rusya’yla yakınlaşma siyaseti gütmüştü. Hersek ve Bulgaristan isyanları sırasında ikinci kez başbakan olan Mahmut Nedim Paşa da aynı siyasete taraftardı. Bu yüzden halk arasında kendisine “Nedimof” denir olmuştu.
1875 yılında Bulgaristan’da ortaya çıkarılan ve Rus konsoloslarının da dahli bulunduğu anlaşılan bir isyan hazırlığını Rus büyükelçisinin baskıları sonucunda örtbas etmiş, tutuklukları serbest bıraktırdığı gibi, hazırlığı ortaya çıkaran üst düzey memurları da başka yerlere sürmüştü. Ayrıca komplocuların Bulgarların yardımına gelmek üzere Osmanlı Devleti’ne savaş açmasını bekledikleri Sırbistan konusunda tedbirli davranılmasını isteyen Harbiye Bakanı Hüseyin Avni Paşa’yı da görevinden uzaklaştırmıştı.
Bulgaristan isyanının başlamasıyla Mahmut Nedim Paşa’nın tedbirsizliği iyice su yüzüne çıktı ve kendisine karşı olan devlet adamlarının eline önemli bir koz geçmiş oldu. 1 Mayıs 1876’da Bayezit, Fatih ve Süleymaniye Medreseleri’nin öğrencileri bu muhalif devlet adamlarının tahrikiyle ayaklandılar. Bâb-ı Âlî’ye doğru yürüyen medrese öğrencilerine halktan da birçok kişi katıldı. İsyancılar, Mahmut Nedim Paşa’nın görevinden uzaklaştırılmasını ve Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü kötü duruma haysiyetli bir çözüm bulunmasını istiyorlardı.
Sultan Abdülaziz, önce direndiyse de, sonunda Mahmut Nedim Paşa’nın yerine Mehmet Rüştü Paşa’yı sadrazam olarak atadı. Ancak, yeni kabineyi hiç beğenmediğini ve kendilerini istemeye istemeye, mecburiyetten iş başına getirdiğini söyledi. Medrese öğrencilerini kışkırttıkları için ulemaya yönelik de bir tehditte bulundu ve icap ederse kendilerine karşı silah kullanılacağını söyleyen bir irade yayınladı. Yeni hükümet sayesinde isyan sona erdi gerçi. Ama tehditlerden iyice tedirgin olan Bâb-ı Âlî paşaları ve ulema, Mahmut Nedim Paşa’nın yeniden başbakanlığa getirilme olasılığı karşısında bir darbe yaparak Sultan Abdülaziz’i tahttan indirme planları yapmaya koyuldular.
Darbe, 29-30 Mayıs 1876 gecesi, yani yapılan ilk plandan bir gün önce gerçekleştirildi. Dolmabahçe Sarayı denizden ve karadan kuşatıldı. Kuşatmaya katılan Harbiye Mektebi öğrencilerine komuta eden Süleyman Paşa, daha sonra Şehzade Murat Efendi’yi alıp Bayezit’e, Harbiye Bakanlığı’na götürdü. Orada toplanmış olanlar Şehzade’ye biat edip kendisini Sultan 5. Murat olarak tahta geçirdiklerini söylediler. Sabahleyin cülus topları atılarak padişah değişikliği ilân edildi. Hal edilmiş olan Abdülaziz ise, Dolmabahçe’den alınarak Topkapı Sarayı’na götürüldü. Daha sonra ve Sultan 5. Murat’tan kendi isteği üzerine, Çırağan Sarayı’na nakledilecekti.
Ancak Osmanlı Devleti, şehzadeliğinde liberal fikirleri ve Yeni Osmanlılara yakınlığıyla tanınan V. Murat’ın saltanatından herhangi bir hayır görmedi. Amcası Sultan Abdülaziz döneminde ayağının kaydırılarak yerine kuzeni Yusuf İzzettin Efendi’nin tahta geçirileceği korkusuyla yaşamış olan 5. Murat’ın sinirleri pek sağlam değildi. Alkole olan düşkünlüğü ise sağlığını daha da zayıflatıyordu. Beklenenden bir gün önce, 29 Mayıs gecesi karşısında Süleyman Paşa’yı elinde tabancayla gördüğünde çok korkmuş ve ilk sinir bozukluğu işaretlerini göstermişti. Birkaç gün sonra (4 Haziran), Abdülaziz intihar edince durumu daha da kötüleşti.
16 Haziran’da Yusuf İzzettin Efendi’nin yaveri Kolağası Hasan Bey, öldürüldüğüne inandığı Abdülaziz’in intikamını almak üzere hükümet toplantısını basarak, hemen hemen herkesin darbenin önderi olduğunu kabul ettiği Harbiye Bakanı Hüseyin Avni Paşa’yı ve daha birkaç kişiyi öldürdü (16 Haziran). Bundan iki hafta sonra da, bütün bu gelişmelerin yarattığı karışıklığı fırsat bilen ve Osmanlıların diplomatik yalnızlığından yaralanabileceklerini sanan Sırbistan ve Karadağ, Osmanlı Devleti’ne savaş ilân ettiler (1-2 Temmuz). Sultan 5. Murat’ın ruh sağlığı artık iyice bozulmuş, Cuma namazına bile gidemez olmuştu.
Sadrazam Mehmet Rüştü Paşa ve Harbiye Bakanı Hüseyin Avni Paşa, mutlak monarşiye karşı olmakla birlikte, 1871’e kadar sürmüş olan Bâb-ı Âlî iktidarını yeniden kurmakla yetinme yanlısıydılar. Darbeciler sacayağını tamamlayan Şura-yı Devlet Başkanı Mithat Paşa ise, meşrutiyet yanlısıydı. Geriye kalan hükümet erkânı, bu iki tasarının taraftarları olarak bölünmüşlerdi. İstanbul basını da aynı biçimde ikiye bölünmüş ve eski düzene devam etme ya da meşrutiyete geçme konusunda yoğun bir yayın faaliyetine girişmişti. Bu ortamda Hüseyin Avni Paşa’nın ölümü, hem aydın kamuoyunda hissedilir bir desteği olan Mithat Paşa’nın hükümetteki konumunu sağlamlaştırmış, hem de ordunun güçlü ve sevilen üyesi Süleyman Paşa’nın meşrutiyet yönünde ağırlığını daha fazla hissettirebilmesini sağlamıştı.
Bu ortamı iyi değerlendiren Şehzade Abdülhamid Efendi ve kendisini destekleyen çevreler, Şehzade’nin tahta geçmesi halinde meşruti yönetimi kabul edeceğine ilişkin lobi etkinliklerine girişmişlerdi. Sultan 5. Murat’ın da iyileşemeyeceği, dolayısıyla hâlâ yapılamamış olan Eyüp’teki kılıç kuşanma merasimine gitmesinin mümkün olmadığı anlaşılmıştı. Bunun üzerine Mithat Paşa, 29 Ağustos günü Şehzade Abdülhamid Efendi’yle bir görüşme yaparak kendisinden meşrutiyet konusunda güvence aldı. Ertesi günü yapılan hükümet toplantısından da Sultan 5. Murat’ın hal edilerek Abdülhamid’e biat etme kararı çıktı. Topkapı Sarayı’nda 31 Ağustos’ta yapılan törenle, Sultan 2. Abdülhamid Osmanlı tahtına oturdu.
Padişah değişikliği sırasında, Sırbistan ve Karadağ’la yapılan savaş da devam ediyordu. Osmanlı ordusunun üstün bir duruma geçmesi, Avrupa devletlerinin bırakışma yapılmasını istemelerine yol açtı. 16 Eylül günü başlayan bırakışmayla birlikte Avrupa devletleri bir dizi önlem teklif etti. Osmanlı Devletinin içişlerine karışma anlamına gelen tekliflerin en önemlileri, Bulgaristan’da reform yapılması ve Bosna-Hersek’e özyönetim hakkı tanınmasıydı. Bu sıkışık durum, hem Mithat Paşa’nın meşrutiyet karşıtlarını ikna edebilmesine yaradı, hem de Sultan 2. Abdülhamid’i meşrutiyet ilân etmeye zorlamış oldu. Osmanlı Devleti, meşrutiyet ilân ederek yabancı güçlerin içişlerine karışmasını itiraz edemeyecekleri bir biçimde engellemiş olacaktı.
Sultan 2. Abdülhamid’in, kurulacak bir komisyonun Kanun-ı Esasi’yi hazırlamasına ilişkin iradesi 7 Ekim’de çıktı. Söz konusu komisyon kısa bir süre sonra Mithat Paşa başkanlığında kuruldu. 16 sivil, 2 asker ve 10 ulemadan oluşan komisyon haftada dört gün Mithat Paşa’nın Şura-yı Devlet’teki dairesinde toplanıyor, toplantılar bazen evlerde, geceleyin de sürüyordu. Komisyon üyeleri çeşitli komitelere ayrılmışlardı. Bunlar arasında en önemlisi, anayasa metnini hazırlayacak komiteydi ve Ziya (Paşa), Namık Kemal ve Abidin Beyler ile Odyan Efendi gibi meşrutiyeti uzun zamandır isteyen üyelerden oluşuyordu. Bu komite ayrıca meclis içtüzüğüyle seçim kanunu tasarısını da hazırlamakla yükümlüydü.
Anayasanın ilk taslağı hazırlandığı sıralarda, bırakışmayı bozup çarpışmaları yeniden başlatan Sırbistan ordusu bozguna uğratılmış, Osmanlı ordusuna Belgrad yolu açılmıştı. Osmanlı ileri harekâtı başlar başlamaz Rusya, Bâb-ı Âlî’ye bir ültimatom vererek çarpışmaların hemen kesilmesini ve Balkanlar’da reform yapılmasını istedi (16 Kasım). Kısa bir süre sonra da kısmî seferberlik ilân etti. Rusya’yla savaş olasılığı karşısında yalnız kalan Osmanlı Devleti bırakışmayı kabul etmiş, ama reform konusunda tereddüt geçirirken İngiltere’den destek bulmuştu: Reformlar konusu, İstanbul’da toplanacak ve Osmanlı tarihçiliğinde “Tersane Konferansı” olarak bilinen, uluslararası bir konferansta görüşülecekti. Bâb-ı Âlî teklifi hemen kabul etti. Ancak, anayasasını tamamlamak için önünde sadece bir ay vardı.
Sonuçta Kanun-ı Esasi, 23 Aralık’ta, yani Tersane Konferansı’nın başladığı gün ilân edildi. Ama bir anayasadan çok eski Osmanlı tarzı bir adaletnameye benziyordu. Padişaha çok hak tanınmıştı ve bunlardan biri (113. Madde) kişi hak ve özgürlüklerine aykırıydı. Meclis-i mebusanın işlevi, sıradan bir danışma meclisinin işlevine indirgenmişti. Kararlarını, padişaha bile gerek kalmadan, âyân meclisi kesin olarak geri çevirebiliyordu. Tabii sadrazam ve bakanlar da kendisine karşı sorumlu değil, padişaha karşı sorumluydu. Padişah ise, Islahat Fermanı’ndan (1856) o yana girilmiş olan sekülerleşme yoluna aykırı bir biçimde, artık halife olarak da tanınacaktı.
Mithat Paşa, anayasanın bu özelliklerini Sultan 2. Abdülhamid’in ısrarları üzerine ve daralan vaktin bir sonucu olarak kabul etmek zorunda kalmıştı. Anayasanın hazırlanmasında çalışmış birçok Yeni Osmanlının kendisinden uzaklaşmasına da neden olan 113. Madde, ilk olarak kendisine karşı kullanıldı ve Mithat Paşa 5 Şubat 1877’de yurtdışına sürüldü. Mimarı olduğu anayasa ise bir yıl sonra rafa kaldırılacaktı. Kısacası, 23 Aralık 1876’da başlayan 1. Meşrutiyet tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Ancak meşrutiyet fikri, özellikle de temsili rejim arzuları, Osmanlı topraklarında sonraki onyıllarda çok daha bilinçli bir biçimde yeşerecekti.