Ekim 2024 Sayımız Çıktı

Mağdurları 10. Yıl Affı bile kurtaramadı

Cumhuriyet’in kuruluş döneminde Osmanlı Devleti’nden “miras alınan” kadroları “temizlemek” amacıyla özel yetkilerle donatılmış askerî ve sivil kurullar oluşturuldu. Heyeti Mahsusalar, Milli Mücadele’ye katılmayan, düşmanla işbirliği yapan asker ve sivil kişileri yargılamakla görevliydi. Bütün büyük tasfiyelerde olduğu gibi, günahsızlarda hırpalandı.

Yeni bir devletin eskisin­den devraldığı askerî ve mülkî kadrolarda bir tasfiye yapmak istemesi doğal sayılır. Bu ayıklamada uyguladığı ölçütler ise, yeni yönetimin hem geçmiş deneyi nasıl değerlendirdiğini, hem de gelecekle ilgili ne gibi özlem ve beklentileri olduğunu gösterecek niteliktedir. Ancak, genç Türkiye Cumhuri­yeti’nin önünde böyle bir işlemi engellediği düşünülebilecek yasal bir güçlük vardı. Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye ve Yunanistan, savaş yılların­daki askerî ve siyasal tutum­larından ötürü hiç kimsenin “izaç ve tâzip” edilmey­eceği (rahatsız edilmey­eceği ve eziyet çektirilmeyeceği) konusunda söz veriyorlar ve genel af çıkarmayı yüküm­leniyorlardı. Nitekim Türkiye, 16 Nisan 1923 tarihli Affı Umumî Kanunu’nu çıkararak bu yükümlülüğünü yerine getirmiştir. Oysa Ankara Hükümeti, daha savaş yıl­larından başlayarak, yeniden kamu görevi vereceği Osmanlı memurları için, ulusal emell­ere hizmet etmiş ve karşı hareketlere katılmamış olmak, düşmanla işbirliği yapmamış bulunmak gibi koşullar arama­ya başlamıştı bile.

Fakat bir kimseye bu gibi nedenlerle iş vermemek, işten çıkarmak, hatta ka­zanılmış emeklilik haklarını elinden almak, Lozan’daki söze ve genel affa aykırı değil midir? Bu görüş, TBMM’nin 27 Aralık 1924 tarihli ikinci oturumunda Hakkı Tarık (Us) Bey tarafından savunul­muş; Dahiliye Vekili Recep (Peker) Bey ise ona karşı Affı Umumi Kanunu’nun “ceza”yı kaldırdığını, bu işlemin “ceza” niteliğinde olmadığını ileri sürmüştür. Oysa anılan işlem­lerin “ceza vermeme”den çok daha geniş kapsamlı olan “izaç ve tâzip” etmeme yüküm­lülüğüyle çeliştiği açıktır. Ne var ki, Lozan Bildirisi ve Genel Af Yasası, uygulamada bu yola gidilmesini önleyememiştir.

Tasfiyeler Lozan’a aykırı mı?

TBMM’nin 27 Aralık 1924 tarihli ikinci oturumunda söz alan mebus Hakkı Tarık (Us) Bey, Heyeti Mahsusaların Lozan Antlaşmasına aykırı yönlerine dikkat çekmişti

Askerî Heyeti Mahsusa

TBMM’ne 20 Eylül 1923’te getirilen ve gizli oturumda görüşülen yasa tasarısı, 25 Eylül’de açık bir toplantıda tartışılmaksızın kabul edilm­iştir. 347 sayılı yasaya göre, özetle, “Milli Mücadele’ye iştirak etmediği veya milli hareket karşıtı bir teşkilata dahil olduğu bir Heyeti Mah­susa tarafından tespit edilen her sınıftan askeri personel bir daha işe alınmamak ve emekli­lik hakkından yoksun bırakıl­mak kaydıyla işten çıkarılacak, emekli olanlar emeklilikten doğan haklarından mahrum kalacaklardı”. Yasanın birinci maddesi uyarınca kurulan Heyeti Mahsusa’nın Bursa’da çalıştığını biliyoruz. Miralay (Albay) Ahmet Derviş Bey’in resmi biyografisinde, 3 Ekim 1923-2 Ocak 1924 tarihleri arasında bu özel askeri mahke­meye başkanlık ettiği yazılıdır.

Bu tarihler, Bursa Heyeti Mahsusası’nın bütün çalışma süresi olabilir. Ama belki de kurul, bu üç aydan sonra bir başka askerin komutanlığında görevini sürdürmüştür. TB­MM’nin daha ileriki tarihlerde tefsir kararları çıkarması, hatta üç yıl sonra ek bir yasa kabul etmesi ikinci olasılığı pekiştiriyor. Öyle anlaşılıyor ki, Askeri Heyeti Mahsusa, Kuvâyi İnzibâtiye ve İngiliz Muhibler Cemiyeti üyelerinin yanı sıra, “Kızıl Hançer” ve “Nigehban” gibi karşı devrimci (yani İttihatçı düşmanı) gizli örgütlere giren kişileri de özel­likle ayıklamaya çalışmıştır.

Mülkî Heyeti Mahsusa

Askeri tasfiye kanunundan altı ay kadar sonra, 3 Nisan 1924’de hükümet, uygulamada zaten yaptığı ayıklama işlem­lerine çeki düzen verebilmek amacıyla, buna koşut bir yasa tasarısı hazırlayarak TB­MM’ne sunmuş, fakat bu tasarı komisyonlarda uzun süre oyalanmış ve ancak aradan iki yıl daha geçtikten sonra yasalaşabilmiştir. 26 Mayıs 1926 tarihli 854 numaralı “Mücadele-i Milliyeye İştirak Etmeyen Memurin Hakkında Kanun”un adı üstündedir: Yasa milli mücadeleye katıl­mamış, milli hareket aleyhine faaliyet gösteren teşkilatlara dahil olmuş, mücadele-i milli sırasında yurtdışından ülkeye dönmemiş” şahısların tasfiye­leri ve onların durumlarını tetkik edecek Mülkî Heyeti Mahsusa’nın kuruluşu hakkın­dadır. Bu kez yasanın nam­lusunun ucundakiler asker kişiler değil, sivil memurlardır.

Askerî ve Mülkî Heyeti Mahsusaların kuruluşları arasında doğal benzerliklerin yanı sıra, bir takım ayrılıklar da göze çarpıyor. Örneğin askeri kurulun çalışması için yasasında bir süre saptan­madığı halde, sivil kurul için bir yılda görevini bitirme koşulu konmuştur. Askerî kurulun yetkisi, kazanılmış emeklilik haklarını kaldırmaya kadar vardığı halde, sivil kurul bu konuda daha kısıtlı bir yetkiye sahiptir. En önemlisi, askerî kurulun dosya üstün­den (savunma almaksızın) karar vermesine karşılık sivil kurul, ilgili kişi isterse savun­masını dinlemek zorundadır. Bu yumuşamalar, iki yasa arasında geçen iki buçuk yıl boyunca heyecanın bir ölçüde yatışmasıyla da açıklanabilir.

Heyeti Mahsusa yasası

Askerî Heyeti Mahsusların kuruluşunu ve çalışmalarını düzenleyen 25 Eylül 1923 tarih ve 347 numaralı kanunun TBMM zabıt ceridesinin (tutanağı) birinci sayfası.

Askerî Heyeti Mahsusa’nın kararları hakkında sayısal bir bilgiye sahip değiliz. Fakat Mülkî Heyeti Mahsusa’nın kaç kişiyi, ne gibi suçlama­larla yargıladığı, sivil kurula başkanlık etmiş olan Rize Mebusu Âtıf Bey’in, 20 Mayıs 1928 günü TBMM’nde yaptığı konuşmada şöyle açıklanmak­tadır: “… Heyet 3.150 zata ait evrakı tetkik etti. Bu evrak içerisinde ancak 1.250 zatın aleyhinde, diğerlerinin lehinde olarak karar verdi. Aleyhte karar alanlar birkaç kısma tefrik edilebilir. Bir kısmı, 290-300 kadar olan kısmı, doğrudan doğruya İngiliz Muhibler Cemiyeti’ne dahil olanlardır…”

Fakat Askerî Heyeti Mahsusa gibi, Mülkî Heyeti Mahsusa’nın da verdiği bazı kararlara karşı itirazlar yük­selmiş, şikayetçilerin bir kısmı TBMM Dilekçe Komisyonu’na başvurmayı denemişlerdir. Bu yolu tıkamak için Meclis 23 Haziran 1927 tarihinde bir Heyeti Umumiye kararı almıştır: “Mücadelei Milliyeye iştirak etmeyen memurin hak­kında 854 numaralı kânunun 2. maddesinde zikronulan Heyeti Mahsusaca itiraz edilen karar­lar Arzuhâl Encümeri tarafın­dan tetkik ve nakzedilemez.

Âli Karar Heyeti

Yine de gerek askerî, gerekse sivil Heyeti Mahsusa karar­larından kimilerinde haksızlık yapılmış olunabileceği zaman­la ağırlık kazanmış ve aradan bir yıl geçmeden 21 Mayıs 1928 tarih ve 1289 numaralı kanunla üç kişilik bir yeniden inceleme kurulu oluşturul­muştur.

Meclis’teki görüşmeler sırasında Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, Adliye Vekili Mahmut Esat (Bozkurt), hatta Maarif Vekili Necati Beyler gibi hükümet üyelerinin söz almalarından büyük önem ver­ildiği çıkarsanabilecek olan bu yasa, Askerî ve Mülkî Heyeti Mahsusalarca cezalandırılan­lar tarafından üç ay içinde yapılacak başvuruların en çok bir buçuk yıl boyunca ince­lenerek kesin karara bağlan­masını öngörmektedir.

Âli Karar Heyeti’ni savundu

1927-1938 yılları arasında kurulan her hükümette aynı makamda kalan ve Cumhuriyet tarihinde en uzun süreyle görev yapan Dahiliye Vekili olan Şükrü Kaya, Heyeti Mahsusalar döneminin büyük bir kısmında da iş başındaydı.

Âli Karar Heyeti’nin birçok kararı gazetelere yansıyan haberlerden de izlenebilir. Örneğin, 5 Eylül 1929 tarihli Vakit gazetesinden aklan­manın sonuçlarıya ilgili bir haber şöyle demektedir: “Evvelce Heyeti Mahsusa kararıyla devlet hizmetinden ihraç edilen ve bilahare Âli Karar Heyeti tarfından ma­sumiyetleri tebeyyün ederek, beraatlerine karar verilmiş olan Dahiliye memurlarından bazıları, Dahiliye Vekaletine müracaatla, tekrar istihdam­larını talep etmişlerdir. (…) Lehlerine bir karar verilmesi muhtemeldir.”

Daha Âli Karar Heyeti görev süresini tamamlamadan, gerek askeri ve sivil Heyeti Mahsusaların gerekse bu yeni kurulun verdiği bütün karar­ların TBMM’nce “keenlemye­kûn” (topluca yok hükmünde) sayılacağı konusunda haberler çıkmaya başlamıştır. Oysa 19 Nisan 1930’da Meclis’in 562 numaralı Heyeti Umûmîye kararına bakarsak, toptan hükümsüz sayma söylentil­erinin pek ciddi olmadığına hükmetmemiz gerekir. Heye­ti Mahsusalar ve Âli Karar Heyeti kararlarının 1930’ların başlarında toptan kaldırıla­cağı söylentisi anlaşılan öyle çürükmüş ki, bu özel yargı organlarınca cezalandırılanlar, onuncu yıl affı kapsamına bile alınmamışlardır. Ancak, Âli Karar Heyeti’nin sonuçlandıra­madığı dosyaların Devlet Şûrası Mülkiye Dairesi’nce altı ay içinde incelenerek karara bağlanması kabul edilmiştir.

Heyeti mahsusa kararlarının sona erdirilmesi Heyeti Mahsusaların, Âli Karar Heyeti’nin ve Devlet Şûrası Mülkiye Dairesi’nin kararları, onuncu yıl affından sonra, beş yıla yakın bir süre daha yürürlükte kalmış ve bu kurullarca cezalandırılanlar, ancak Atatürk’ün ölümünden önce çıkarılan son genel afla, 150’liklerle birlikte akla­nabilmişlerdir. Ancak bu kesin kaldırma kararında bile, iki yıllık bir süre için daha normal devlet memuru olamama kaydına yer verilmesi dikkat çekicidir

(Bu yazı, Mete Tunçay’ın “Heyeti Mahsusalar (1923-1938): Cumhuriyete Geçişte Osmanlı Asker ve Sivil Bürokrasisinin Ayıklanması” isimli, Armağan. Kanun-ı Esasi’nin 100. Yılı başlıklı kitapta (Ankara, 1978) yayımlanan makalesinden derlenmiştir.)

KURUNUN YANINDAKİ YAŞLAR

Denizci subaylar haksızlığa uğradı

Fahri Çoker, Bahriyemizin Yakın Tarihinden Kesitler (Ankara, 1994) isimli kitabında yer alan “Heyeti Mahsusadan Geçen Bahriyeliler ve Vahdeddin’in Yâveri Yüzbaşı Fahri Efendi ”başlıklı makalesinde, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Müdafaa Vekâleti’ne gönderdiği 12 Haziran 1921 tarih ve 5117 sayılı yazısıyla, “milli hükümetindeniz kuvvetlerinin önemli bir kadroya sahip olmadığı… (Anadolu’ya) mevcut gemilere yetecek kadar deniz subayı getirtilmiş olduğundan buna son verilmesi ve İstanbul’daki Muaveneti Bahriye Heyeti’nin bütün çalışmasını ihtiyaç duyulan silah, araç ve gereç sevkine” vermesini istediğini belirtir. Bu durumda, istekli olmasına rağmen birçok deniz subayı Millî Mücadele’ye katılmaktan mahrum kalmış, bu da Heyeti Mahsusa’nın göreve başlamasından sonra bir ihbar furyasına neden olmuştur. Kurullara çağrılan çok sayıda bahriye subayı aklanıncaya kadar akla karayı seçmiştir. Çoker’in yazısında aktardığı vakalardan en ibret vericilerinden biri, birdeniz albayla ilgilidir. “Albay Muzaffer Âdil’in Genel Müdürü olduğu Seyrisefâin İdaresi’ne (Denizyolları İşletmesi) bağlı Alemdar römorkörünün Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’dan gizlice Karadeniz’e çıkarak milli kuvvetlere katılmasına engel bazı hareketleri olduğu hak-kındaki ihbar üzerine, yapılan inceleme sonunda, ulusal kuvvetler aleyhinde çalıştığı kabul ve bir daha devlet hizmetinde kullanılmamak üzere askerlikle ilişiğinin kesilmesine karar verilmiştir. Vakit gazetesinde, Muzaffer Bey’in Alemdar’ın İstanbul’a getirilmesi için yapılan müsademeden (çatışma) sorumlu tutulduğunun belirtilmesi ise düpedüz bir iftira olup, silahlı çatışma ulusal kuvvetlere katılmaya kararlı römorkör personeli ile römorkörü yakalayan ve İstanbul’a geri götürmek isteyen C-27 Fransız motor gambotundan gemiye getirilen müfreze arasındadır ve bu olay şanlı bir tarih sayfasıdır”. Yapılan soruşturmada Albay Muzaffer’in ulusal hareket aleyhine bir kasıt ve ihaneti bulunmadığı anlaşılmış ve karar kaldırılmıştır. Ancak olan olmuş, Albay Âdil Bey, olaya adı karışan 13 subay ile birlikte kararın iptalinden önce emekli edilmiştir.

Alemdar gemisi seyir halinde.