Ekim 2024 Sayımız Çıktı

Ferman padişahınsa da, arkasında Avrupa vardı

1856’da ilan edilen Islahat Fermanı, gayrimüslimlere “ayrıcalık” değil, eşit vatandaşlık hakkı getiriyordu. Avrupalı devletlerin baskılarına rağmen hayata geçmeyen fermanın getirdiği tek ayrıcalık, gayrimüslimlerin de aynen İstanbullular, Araplar, Arnavutlar ve Kürtler gibi bedelli askerlik yapabilmeleriydi.

ÖZGÜR TÜRESAY

Osmanlı Devleti’nin, İn­giltere, Fransa ve Piye­mont devletlerinin bü­yük katkısıyla Rusya’yı mağlup ettiği Kırım Savaşı’nın hemen ardından ilan edilen Islahat Fermanı, tarihçiliğimizin yorumunda mutabık kaldığı ender konulardan biridir. Fermanın Babıali’de devlet erkânı, şey­hülislâm, patrikler, hahamba­şı ve gayrimüslim cemaat ileri gelenleri önünde okunarak ilan edildiği 18 Şubat 1856’dan be­ri anlatılan hep aynıdır: Batılı devletlerin baskısıyla çıkarılan bu ferman, gayrimüslimlere ay­rıcalıklar tanımaktadır.

Bu yorumun ilk kısmı doğ­rudur. Osmanlı tebaası olan gayrimüslimleri Müslümanlar­la eşit haklara kavuşturacak bir hukuki düzenleme yapılması isteği, Kırım Savaşı’nın ardından 30 Mart 1856’da imzala­nacak olan Paris Barış Antlaş­ması’nın ha­zırlıkları sıra­sında İngiliz ve Fransız diplomat­ları tara­fından dile getirilmişti. Diplomatlar, bu eşitliği sağlayacak düzen­lemelerin barış antlaşmasının metnine özel bir madde olarak eklemek konusunda ısrarcıydı­lar. Böyle bir uygulamanın yüz­yıllardır gayrimüslimlere göre hukuki olarak ayrıcalıklı bir sta­tüleri olan Müslümanların şid­detli tepkisiyle karşılaşacağını düşünen Osmanlı devlet adam­ları, eşitlikçi düzenlemelerin padişahın bir lütfu olarak tek taraflı bir şekilde ilan edilmesi konusunda Avrupalı meslektaş­larını ikna etmeyi başardılar.

Yorumun ikinci kısmının kilit kavramı “ayrıcalık” ya da o dönemin diliyle söylersek “im­tiyaz”dır. Osmanlı Müslüman kamuoyu için Islahat Ferma­nı bir “İmtiyazat Fermanı”dır. Peki Müslümanların kendileri gibi Osmanlı tebaası olan gayri­müslimlere tanınmasına karşı çıktıkları bu “ayrıcalıklar” ne­lerdir?

Ferman, dinî işlerinde gayri­müslim cemaatlerin zaten sahip oldukları özerkliği koruyor, an­cak cemaat yönetimini ruhban sınıfının tekelinden çıkarıp yeni kurulacak cemaat meclislerine laik unsurların da girmesini ön­gören düzenlemeler yapılacağı­nı ilan ediyordu. Bunun yanında vergi, yargılama, eğitim, devlet memurluğu ve siyasî temsil ala­nında Osmanlı gayrimüslimle­rinin artık Müslümanlarla eşit olacağını söylüyordu.

Örnek vermek gerekirse, ar­tık İslâm dininden çıkan bir ki­şiye idam cezası verilmeyecekti. Kimse bir gayrimüslimi Müslü­man olmaya zorlayamayacaktı. Sadece gayrimüslimlerin yaşa­dıkları yerlerde dinî âyinler gö­rünür, duyulur bir şekilde yapı­labilecekti; örneğin kiliselerde çan çalınabilecekti. Gayrimüs­limler ibadet yerlerini, okulları­nı, hastanelerini, mezarlıklarını tamir edebilme hakkına sahip olacaklardı. Devlet memurlu­ğuna dinlerini değiştirmeden girebileceklerdi. Daha önce bu, gayrimüslimler arasında sade­ce Rumlara tanınan bir haktı. Tüm gayrimüslimler askerî ve idari kadroları yetiştiren devlet okullarına kabul edileceklerdi. Müslümanlar ne kadar vergi ve­riyorlarsa artık onlar da o kadar vergi vereceklerdi. Mahkeme­lerde de tanıklıkları Müslüman­larınkiyle eşit biçimde kabul edilecekti.

Fermana göre, “gâvur” gibi gayrimüslimleri aşağılayan ifa­deler resmî yazışmalardan çıka­rılacaktı. 1856’dan önce Tereke defterlerinde gayrimüslimler için sadece “hâlik” (helâk olan), yani gebermenin kibarcası kul­lanılırken, Islahat Fermanı’n­dan sonra “fevt” (ölmüş) den­meye başlanmış, “vefat” terimi ise yine sadece Müslümanlara ayrılmıştır. Kısacası, hayattay­ken Müslümanlarla eşit kabul edilmeyen gayrimüslimlerin öl­dükten sonra eşit kabul edilebil­meleri henüz Müslümanların içlerine sindirebilecekleri bir “ayrıcalık”, bir hak değildir Os­manlı devlet adamlarına göre.

17 Şubat 1856 tarihli Islahat Fermanı. BOA, MFB, 663

Vazifesiz hak olmaz. Bu hakların yanı sıra vazifeler de öngörülmüştü. Bunların en önemlisi gayrimüslimlerin de askerlik yapması idi. Ancak bu yükümlülük gayrimüslim ce­maatlerden de Müslümanlar­dan da büyük tepki görünce uygulanmasından vazgeçilmiş ve gayrimüslimlerin askerlik yapmak istemezlerse nakdi bir bedel ödeyerek bu yükümlü­lükten muaf tutulabilecekle­ri kabul edilmiştir. Peki bu bir ayrıcalık değil midir? Osman­lı Devleti’nde askerlik yüküm­lülüğü bir eşitsizlik öyküsüdür. 1909’da çıkarılan askere alma kanununda gayrimüslim-Müs­lüman ayrımı yapılmadan tüm Osmanlı vatandaşlarının asker­lik yükümlülüğü altına girişine kadar, kura yoluyla zorunlu as­kerlik Anadolu ve Rumeli’deki Türk köylüsünün üzerine kal­mış bir yüktü. Başka bir deyişle, 1856’dan sonra gayrimüslimle­rin bedel ödeyerek kurtulabil­dikleri askerlik hizmetinden İs­tanbullular, Araplar, Arnavutlar ve Kürtler herhangi bir bedel vermeksizin zaten muaftılar.

Fazla söze gerek yok. 1856’da ilan edilen, mezhep ay­rımı gözetmeyen eşit vatandaş­lıktı. Müslümanların gayrimüs­limlere verilmiş “ayrıcalık” ola­rak gördükleri ve şiddetle karşı çıktıkları şey kağıt üzerinde eşitlik ihtimalinden başka bir şey değildir. 1908 sonrasında bu ihtimalin gerçekleşmesi yö­nünde büyük adımlar atıldıysa da, Balkan Savaşları’yla bu ivme tamamen kesilmiş, 1. Dünya Sa­vaşı’nda yaşanan felâketin ar­dından ortaya çıkan yeni Türk devletinde uygulanan bilinçli politikalar ve hayata geçirilen hukuki düzenlemelerle nere­deyse Islahat Fermanı öncesine dönülmüştür. Gayrimüslimler açısından kağıt üzerinde de ol­sa eşit vatandaşlık yönünde ye­niden bir ihtimal belirmesi ise ancak 2004’ten sonra Avrupa Birliği müzakereleri sırasında belirmiştir.