Kasım
sayımız çıktı

Kana kan! İntikam değil hayat kurtaran…

GEÇMİŞTEN BUGÜNE KAN NAKLİ

Sözlü kültürde, dinî metinlerde ve gündelik hayatta, hakkında binlerce atıf yapılan insan kanı, biliminsanları tarafından ancak 100 yıl kadar önce analiz ve transfer edilebildi. Grupların, özelliklerin ve kan nakli sayesinde tekrar hayat bulan milyonlarca kişinin öyküsü…

Günümüzde dünyada yaygın olarak başarıyla uygulanan kan nakli yöntemi, nispeten yeni bir uygulama. Hayat kurtaran bu yöntemin, tıbbın rutin bir pratiği haline gelmesinin üzerinden henüz bir asır bile geçmedi.

Antik ve Orta Çağlarda beden ve zihin sağlığı; kan, balgam, sarı safra ve kara safradan ibaret “dört sıvı dengesi”ne bağlanırdı. “Humoral teori” olarak bilinen bu yaklaşıma göre bütün hastalıklar bu sıvıların arasındaki uyumun (harmoni) bozulmasından kaynaklanırdı. Hekimler bu sıvıların dengesini kurduğuna inanılan çeşitli tedaviler verirdi. Bu düşünce Rönesans’a kadar varlığını sürdürdü. O zamana kadar dört hayati sıvıdan biri olan kan, diğer üç sıvıdan daha az ya da daha çok önemli kabul edilmezdi. Bedenden kan akıtmak, Hipokrat (MÖ 5. yüzyıl) zamanından 19. yüzyıla kadar varlığını sürdüren bir tedavi yöntemi olarak kaldı.

İlk kan nakli denemeleri

Tarih sayfalarında yer alan ilk kan nakli teşebbüsü, 15. yüzyılda tarihçi Stefano Infessura tarafından kaydedilmiştir: İnfessura, 1492’de üç erkek çocuğun kanının koma halindeki Papa 8. Innocent’e verildiğini belirtmiştir. Dolaşım sistemi henüz bilinmediğinden, kan papaya bir hekimin gözetimi altında ağız yoluyla verilmiş, sonunda hem Papa hem de aileleri 10’ar düka karşılığında ikna edilen çocukların hepsi ölmüşlerdi!

17. yüzyıla kadar dolaşım sistemi ve kanın vücutta nasıl hareket ettiği bilinmiyordu. Hayati sıvının karaciğerde imal edildiğine, buradan damarlar yoluyla bütün vücudu dolaştığına ve kalbe aktığına inanılıyordu. Cambridge’den sonra Padua’da tıp okuyan İngiliz hekim William Harvey (1578-1657), 1616’dan beri kalbin nasıl çalıştığını ve kanın bedende nasıl dolaştığını gözlemliyordu. Harvey, Exercitatio Anatomica de Motu Cordis et Sanguinis in Animalibus (Hayvanlarda Kalp ve Kan Hareketlerine İlişkin Anatomi Çalışmaları) adlı ünlü eserini 1628’de yayımladı. Bu çalışmayla birlikte, kanın kapalı bir sistem içinde vücutta dolaştığı anlaşılmış, kan dolaşımı keşfedilmişti. Kanın bir canlıdan diğerine nakledilebilir olduğu fikri de kısa sürede kabul görecek, hayvanlar üzerinde daha kapsamlı ve incelikli kan nakli denemelerinin yolu açılacaktı.

1665’te İngiltere’de bir köpekten diğerine ilk başarılı kan nakli gerçekleştirildi. Deney 17 Aralık 1666 tarihli Philosophical Transactions adlı mecmuada yer aldı. Dergide yayımlanan mektupta, bir hekim olan Richard Lower, kimyacı Robert Boyle’e bir köpekten diğer bir köpeğe yaptığı kan naklini, uyguladığı yöntemin detaylarını anlatıyordu. Ayrıca koyundan koyuna ve koyun-köpek arasında yaptığı kan nakil deneylerini de izah ediyordu. 

Bu deneyler Fransa’da da ilgi uyandırdı. 14. Louis’nin doktoru Jean-Baptiste Denis hayvanlar üzerinde kan nakli denemelerine başlamıştı.

Keçiden insana Le Journal Illustré’de 1892’de yayımlanan keçiden insana kan nakli çizimi.

15 Haziran 1667 ise tarihe “insana ilk kan nakli”nin yapıldığı gün olarak geçecekti: Önlenemeyen ajitasyonlardan muzdarip 15 yaşında bir erkek çocuğun kanı, kendisine bakan hekimlerce 20 kez akıtılmıştı. Jean-Baptiste Denis semptomların nedeninin kan eksikliği olduğuna hükmetti ve kan nakline karar verdi. Çocuğun kolundaki toplardamardan 3 ons (90 ml) kan akıtıp, sonra bir kuzunun şah damarını keserek aldığı üç misli kanı çocuğa nakletti. Hasta kendini iyi hissetmişti. İkinci denemeyi 45 yaşında sağlıklı bir adama para karşılığında kabul ettirdi ve 10 ons (300 ml) kan nakletti; adamda herhangi bir değişiklik olmamıştı. Üçüncü denemeyi hasta olan İsveçli bir asilzadede yaptı; 6 ons buzağı kanı nakletti; önce iyi hisseden hastanın durumu daha sonra kötüleşti ve 24 saat sonra hayatını kaybetti. Dördüncü denemeyi 19 Aralık 1667 tarihinde 34 yaşında bir akıl hastası olan Antoine Mauroy üzerinde yaptı ve ona 5-6 ons buzağı kanı verdi; ertesi gün hastanın idrarı siyah renkte çıkıyordu; yüzyıllar sonra bunun sebebinin “hemoliz” adı verilen alyuvar parçalanması olduğu anlaşılacaktı. Hasta iki ay yaşadıktan sonra öldü.

Koyundan insana

Matthäus Gottfried Purmann’ın erken dönem bir kan naklini tasvir eden çalışmasında vericinin bir koyun olduğu görülüyor, 18. yüzyıl sonları, 19. yüzyıl başları, Wellcome Koleksiyonu.

Kan nakline karşı olanların açtığı ve 17 Nisan 1668’de Paris’te görülen davada cinayetle suçlanan Jean-Baptiste Denis suçsuz bulundu ama, Paris Tıp Okulu’nun onayı olmadan hayvandan insana kan nakli yapılması yasaklandı. 10 Ocak 1670 tarihinde Fransız parlementosu kan naklini bütünüyle yasakladı. Bu yasak 19. yüzyılın sonuna kadar devam edecekti. 1678’de İngiliz parlementosu da kan naklini yasaklayacak ve bundan sonraki 150 yıl boyunca bu alanda çok az ilerleme olacaktı.

İnsandan insana ilk başarılı nakil

Kan nakli fikri, 19. yüzyılda özellikle kan miktarının takviye edilmesi amacıyla yeniden canlanmaya başladı. İngiltere’de Guy’s and St Thomas Hastanesi’nin kadın-doğum doktoru James Blundell, 1818’de bir doğum sonrası kanamayı tedavi etmek için insandan insana ilk başarılı kan naklini gerçekleştirdi. Ölmek üzere olan hasta geçici de olsa bir iyileşme gösterdi. Verici hastanın kocasıydı ve kolundan alınan 4 ons kan karısına nakledilmişti. Blundell 1825-1830 arasında 10 nakil daha yaptı, bunlardan 5’i başarılı oldu.

Çalışmalarının sonuçlarını 22 Aralık 1818’de Londra Tıbbi Cerrahi Cemiyeti’ne sundu ve tekniğini giderek geliştirdi. Doktor Blundell kan naklinde kullanılmak üzere çeşitli enstrümanlar da icat etti. 1829’da Lancet dergisinde “transfüzyonla kurtarılan hayat” başlıklı bir makalesinde kan naklinin sadece insandan insana olabileceğini, türler arasında yapılmaması gerektiğini vurgulamıştı. 

İnsandan insana ilk nakiller Dr. James Blundell’in Lancet dergisinde yayımlanan “Kan Nakli Hakkında Gözlemler” isimli makalesini süsleyen illüstrasyon, 13 Haziran 1829.
Obstetrics Journal’da 1873’te yayımlanan J.H. Aveling imzalı çizimde kan veren ile alanın pozisyonları.
Yeni araçlar, yeni yöntemler Guy’s and St Thomas Hastanesi’nin kadın-doğum doktoru olan James Blundell, 19. yüzyılın başında yaptığı kan nakli denemeleri sonucunda işlem için daha uygun olan araçlar ve metotlar geliştirmişti.

Kan gruplarının keşfi

1900’de Viyana Üniversitesi Patolojik Anatomi Enstitüsü’nde, o zaman 32 yaşında olan Karl Landsteiner basit bir deney planladı. Kendisi de dahil laboratuvarda çalışan toplam 6 kişiden kan aldı; bu kanların serumlarını ve alyuvarlarını ayırarak herbirini diğeriyle karıştırdı. Bazılarının serumu kimi  alyuvarların kümeleşmesine sebep oluyordu. Neden bireysel farklılıklar mıydı, yoksa bakteriyel enfeksiyon muydu? 1901’de tekrarladığı çalışmada kanları üç gruba ayırdı; A ve B olmak üzere iki antijen, antiA ve antiB olmak üzere iki antikor vardı. Alyuvar hücrelerinde A antijeni, B antijeninin yanısıra ne A ne B antijeni (buna önce grup C dendi; sonra Almanca “ohne” anlamında O dendi) de bulunuyordu. 1902’de De Castello ve Sturli AB grubu alyuvarlarda her iki antijenin de olduğunu buldu; bu grubun serumunda ne antiA ne de antiB antikoru vardı.

Kan nakli, savaşta çok can kurtardı 1. Dünya Savaşı sırasında Dr. Robinson’un bulduğu pıhtılaşma önleyici ilaç sayesinde alınan kanların uzun süre saklanması mümkün olmuş, Percy Oliver 1920’lerde İngiliz Kızılhaçı’nda ilk kan bağış merkezini kurmuştu. Cephede kan nakledilen bir yaralı asker.

Kan grupları böylelikle keşfedilip kategorize edilince, geçmişteki başarısızlıkların sebebi de anlaşılmış oldu. Fakat, Landsteiner’in 1901’deki keşfinden sonra, kanı emniyetli bir şekilde saklamayı öğrenmek için onyıllarca beklemek gerekecekti.

1.Dünya Savaşı sırasında, bir askerî doktor olan Robinson, kanın uzun müddet saklanabilmesi için pıhtılaşma önleyiciyi keşfetti; 27 Mart 1914 tarihinde Belçikalı doktor Albert Hustin kan pıhtılaşmasını önleyici (antikoagülan) olarak sodyum sitrat kullanmak suretiyle ilk kez doğrudan olmayan kan naklini gerçekleştirdi. Antikoagülanların keşfinden önce kan nakilleri vericiden alıcıya doğrudan yapılmak zorundaydı. 1910’larda antikoagülan eklenmesi ve buzdolabında saklanması yoluyla kanın uzun süre korunabileceği anlaşıldı ve bu durum kan bankalarına giden yolun da önünü açmış oldu. 1916 başında ilk defa buzdolabında depolanmış kan kullanılarak nakil yapıldı.

ABD’de kan bağışı yapan bir ordu mensubu.

İngiliz ordusunun kan bağışçıları aradığını duyuran bir afiş.

1920’lere gelindiğinde kan ihtiyacı giderek artmaktaydı. Percy Oliver 1921’de İngiliz Kızılhaçı ile ilk kan bağış servisini, ardından da gönüllü bağış sistemini kurdu. Bernard Fantus Chicago’da 1937’de ilk kan bankasını hizmete sundu.  

A, B ve 0 gruplarının keşfinden çeyrek yüzyıl sonra bir diğer kan grubu sistemi tanındı. Landsteiner’in asistanlarında Philippe Levine 1939’da bir vaka yayımladı: 0 grubu bir kadına yine 0 grubu olan kocasından kan nakli yapılmış ama başarısız olmuştu. Kadının serumu kocasının alyuvarlarında kümeleşmeye sebep oluyordu. Aynı gruptan olan 104 farklı kan arasında test yapıldı ve 80 tanesinde alyuvar kümeleşmesi oldu. Benzer bulgulara Landsteiner ve Wiener de ulaşmış; deneysel çalışmada tavşan, fare ve Rhesus maymunu kanları üzerinde çalışmışlardı. Bu hayvanlardan elde edilen antikorlar, insanların %85’inde alyuvarların kümeleşmesine sebep oluyordu ve 1940’ta bunlara RH (+) denildi.     

1941’de ABD’de Kızılhaç, vericilerden kan depolamaya başladı. 1. Dünya Savaşı öncesinde A-B-0 grupları, 2. Dünya Savaşı arifesinde de RH faktörü bilinir olmuş ve böylece kan nakli mümkün hale gelmişti. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise banka kanından nakil mümkün oldu ve cerrahi girişimlerden hemofili tedavisine kadar standart tıbbi bir uygulamaya dönüştü.

Almanya’da Nazi iktidarı sırasında B grubunun Slav ve Yahudilere özgü olduğu, A grubunun ise zeki ırkın kanı olduğuna inanılıyordu. 2. Dünya Savaşında Alman ordusu sadece sertifikalı Aryan vericilerden kan aldı. ABD de kanları ırklara göre ayırdı; siyahlardan gelen bağışlar albümin yapımında kullanıldı. Irka göre kan ayırımı 1960’ların sonuna kadar ABD’de bazı eyaletlerde sürdü; bir siyahtan bir beyaza rızası olmadan kan vermek doktor için suç teşkil ediyordu.  

Türkiye’de kan nakli

Türkiye’de kan nakli ile ilgili ilk çalışmalara 1921’de Prof. Dr. Burhanettin Toker başlamıştı. İlk kan nakli İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Hastanesinde 1938’de gerçekleştirildi. 1940-1945 arasında bazı üniversiteler ve hastanelerde küçük kan üniteleri kuruldu. 1952’de Cerrahpaşa Hastanesi’nde ilk kez plazma (kanın hücresel kısmı ayrıldıktan sonraki sıvı kısmı) elde edildi. 1953’te yKızılay Kongresi’nde Genel Başkan Prof. Dr. Reşat Belger’in önerisi ile bir kan yardım teşkilatı kurulması kararlaştırıldı ve ertesi yıl kan nakli konusunda eğitim almaları için İngiltere ve ABD’ye doktorlar gönderildi.

1957’de Ankara ve İstanbul’da eşzamanlı olarak ilk modern Kızılay Kan Merkezleri açıldı. 1960’ta İzmir Kızılay Kan Merkezi hizmete girdi. 1974’de Türkiye Kızılay Derneği Kan Bağışı Organizasyonu kuruldu; halka kan bağışı konusunda eğitim verilmeye ve gezici kan bağışı kampanyaları düzenlenmeye başlandı.

Kızılay Kan Merkezi açılışı 1957’de İstanbul ile Ankara’da eşzamanlı olmak üzere Kızılay Kan Merkezleri açıldı. Bir kan yardım teşkilatının kurulmasını 1953’teki Kızılay Kongresi’nde Genel Başkan Prof. Dr. Reşat Belger önermişti.

Geçen yıllarla birlikte dünyada bulunan yeni yöntemler, keşfedilen yeni araç-gereçler, bulunan yeni testler düzenli olarak Türkiye’ye de gelmeye devam etti. 2007’de Türk Kızılay’ı Orta Anadolu Bölgesel Kan Merkezi, yürüttüğü uluslararası akreditasyon standartlarından dolayı, Joint Commission International Accreditation tarafından dünyada akredite edilen ilk kan merkezi oldu. Bugün, dünyadaki gelişmiş kan bankaları standartlarında, güvenli kan esasına dayalı çalışan Türk Kızılay’ı ülkemizin kan ihtiyacının çoğunu karşılar durumdadır.

Portre: Karl Landsteiner

Kan naklini güvenli hale getirdi

Viyana da doğan Karl Landsteiner 1885’te Viyana Üniversitesi’nde tıp okumaya başlamış; henüz öğrenciyken biyokimya araştırmalarına ilgi duymuştu. 1891’de mezun olduktan ve beş yıl Münih’te çeşitli laboratuvarlarda çalıştıktan sonra 1896’da Viyana’da Hijyen Enstitüsü’nde ardından Patolojik Anatomi bölümünde asistan oldu.

İnsandan insana kan nakli uygulaması çoğu kez ölümle sonuçlandığından 19. yüzyıl sonlarında pek çok ülkede yasaklanmıştı. Kan naklindeki ölüm nedenlerini araştırmaya başlayan Landsteiner, uzun laboratuvar çalışmaları sonucunda 1901’de, alyuvarlarda A ve B adını verdiği iki tür protein (antijen) bulunduğunu gösterdi. Daha sonra, bu antijenlerin ve antikorların varlığına ya da yokluğuna göre insanda en az üç kan grubu olduğunu kanıtladı; bu grupları A, B ve 0 olarak adlandırdı. Bir yıl sonra, A ve B antijenlerinin ikisini birden taşıyan ve AB antikorları içermeyen AB grubunu buldu.

Kan nakli sırasında farklı kan gruplarının kullanılması ile ortaya çıkabilecek pıhtılaşma reaksiyonlarına dikkat çekerek kan naklini güvenli bir uygulama haline dönüştüren Landsteiner, bağışıklık (immünoloji) biliminin doğuşunu da hazırlamıştı. 1930’da, kan gruplarına ilişkin çalışmaları nedeniyle Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü’nüaldı. 1940’ta Alexander S. Wiener ile birlikte, adını deneylerde kullanılan rhesus maymunundan alan Rhesus grubunu ve buradan RH faktörünü buldu; kan gruplarını RH antijeninin varlığına göre pozitif ya da negatif olarak adlandırdı. Yeni doğanlarda ölümle sonuçlanan sarılıkların sebebinin de anne ile bebeğin RH uyuşmazlığı olduğunu gösterdi.

Landsteiner’in çalışmaları güvenli kan naklini mümkün kılarak sayısız hayatın kurtarılmasını sağlayacak; kan gruplarının anlaşılması adli tıpta kriminal incelemelerde, ebeveyn tayininde, organ transplantasyonunda da çığır açacaktı. İnsanlığa büyük hizmetlerde bulunan ünlü hekim 24 Haziran 1943’te laboratuvarında kalp krizi geçirdi ve iki gün sonra hayatını kaybetti.

Bestseller: Kan Grubu Diyeti

7 milyon sattı, bilimsel yararı kanıtlanamadı

Bundan 23 sene önce, kan grubuna göre doğru beslenme formülünün anlatıldığı bir kitap yayımlandı; Peter D’Adamo, Eat Right 4 Your Type (Kan Grubunuza Göre Diyet) isimli kitabında sahip olduğumuz kan grubunun bizim evrimsel mirasımız olduğunu ve buna uygun beslenerek vücudumuzda ahenge kavuşabileceğimiz savunuyordu.

Yazarın savına göre, kan tipleri insan gelişiminin bazı kritik dönemeçlerinde ortaya çıkmıştı. Şöyle ki, 0 grubu Afrika’da yaşayan avcı-toplayıcı atalarımızda, A grubu tarımın başlamasından sonra, B grubu 10.000 ila 15.000 yıl önce Himalayalarda ortaya çıkmış; AB grubu ise modern zamanlarda A ve B grupların karışımından doğmuştu. Dolayısıyla, kan grubumuz bize ne yememiz gerektiğini de söylüyordu; mesela 0 grubu kan taşıyanların avcı-toplayıcılar gibi beslenip tahıl ve süt ürünlerinden uzak durması gerekirken, A grubu kan tarım toplumunda ortaya çıktığından vejeteryan tipi beslenmeyi gerekli kılıyordu. Kan grubumuza uygun olmayan besinler tükettiğimizde ise bedenimiz bunları birer antijen gibi algılayarak reaksiyon gösteriyor; çeşitli kronik hastalıklara da böylece zemin hazırlanıyordu. Sonuçta, kilo vermek, kanserden ve diabetten korunmak ve de yaşlanmayı geciktirmek için kan grubu diyeti tavsiye edilmekteydi.

60 dile çevrilen D’Adamo’nun kan grubu diyeti kitabı 7 milyon sattı. Acaba bu diyet gerçekten işe yarıyor muydu? Geçen yıllar içinde bu soruya cevap arayan ve kan grubuna göre beslenmenin sağlık üzerindeki etkilerini araştıran 1000 kadar çalışma yapıldı. Ama bunların içinden herhangi bir olumlu etkiyi destekleyen hiçbir bilimsel kanıt çıkmadı.