Gerçek adıyla David John Moore Cornwell, hepimizin bildiği adıyla John le Carré, İngiliz casusunu siyah-beyaz James Bond dünyasından çıkarıp, grilerin bulanık sularına atmıştı. Gerçekle kurgunun karıştığı ince çizgide duran 25 romanın bir bölümü, ilhamını onun görev yıllarından almıştı.
İngiliz dış istihbarat servisi MI6’nın eski başkanı Sir John Scarlett, John le Carré’nin 12 Aralık’taki ölüm haberi üzerine övgü dolu ifadelerle konuştu, ama sonuna “Gerçek başka, kurgu başka. Birbirine karıştırmamak lazım” diye eklemeyi de ihmal etmedi. Halbuki Le Carré’nin 20. yy’a damga vuran romanları gücünü tam da gerçeklikle kurgunun karıştığı noktada durmalarından alıyordu.
Gerçek adıyla, David John Moore Cornwell’in kendisi de roman karakterleri gibi bir casustu. 1940’ların sonlarında İsviçre’de Almanca eğitimi gördüğü yıllarda gizli servise katılmış; bir süre Eton Koleji’nde öğretmenlik yaptıktan sonra 1959’da İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nda istihbarat memuru olarak çalışmaya başlamıştı. İlk romanı Ölüme Çağrı (1961) yazılırken, Almanya’da bir İngiliz diplomat olarak istihbarat topluyordu. Efsane karakteri George Smiley’yle birlikte, “John le Carré”yle de bu romanda tanıştık. 1963’te ise yayımlandığı andan itibaren çoksatanlar listelerini altüst eden Soğuktan Gelen Casus geldi. Kitap o kadar popüler oldu ki, “zaten pek de iyi bir casus olmadığını” kabul eden Cornwell istifa etti ve yerini le Carré aldı. O yazmaya başlayana kadar, İngiliz casusu deyince bir süper kahraman kadar kusursuz, güçlü, haklılığından emin James Bond canlanıyordu zihnimizde. Casusluğun güzel kadınlar ve Martini’lerden ibaret olmayan tarafını anlatmaksa le Carré’ye kaldı. M16’nın üst düzey casuslarından Kim Philby’nin Rus ajanı olduğunun ortaya çıkmasından esinlenen Tamirci, Terzi, Asker ve Casus üçlemesinde, casusluğun etik olarak tartışmalı, ihanetler ve kişisel trajedilerle örülü dünyasını yazdı. Karşısına da siyah-beyaz, karikatürize bir “kötü adam” değil, ideolojik olarak zıttı, ama başka her bakımdan dengi olan KGB ajanı Karla’yı yerleştirdi. Timothy Garton Ash’in The New Yorker’da yazdığı gibi aslında “le Carré’nin gerçek konusu casusluk değil”di. “İnsan ilişkilerinin her zaman aldatıcı labirentini işliyordu: İhanetin başka bir türü olan aşk; hakikatin başka bir türü olan yalan; kötü amaçlara hizmet eden iyi adamlar ve iyi amaçlara hizmet eden kötü adamlar”…