Yıllarca Anadolu’da ve Ortadoğu’da dolaştı, kazılar yaptı. Mezopotamya arkeolojisini, Irak müzesini kurdu. İngiliz hükümetinin binbaşı rütbeli ajanı, erkekler dünyasında parlayan bir entelektüel, müstesna bir bilim kadınıydı.
Cesur bir gezgin, titiz bir arkeolog, iyi bir yazar, binbaşı rütbeli bir casus, başarılı bir diplomat ve aşkı arayan yalnız bir kadın, Gertrude Margaret Lowthian Bell ya da Arapların ona taktığı isimle ‘Al Hatun’ bunların hepsi ve her biri…
Gertrude Bell 1868’de İngiltere’de bir malikanede başlayan hayatını Dicle kıyısındaki evinde sabaha karşı bir avuç uyku hapıyla bitirdiğinde elli sekiz yaşındaydı. Hemen o gün Bağdat’taki İngiliz Mezarlığı’na gömüldü. Mezar taşına şu satırlar yazıldı: “Gertrude Margaret Lowthian Bell, Irak Yüksek Komiserliği Doğu Sekreteri. Bağdat’ta öldü, 12 Temmuz 1926.”
Yalnızdı, kırklı yaşlarında büyük bir aşkla sevdiği ama evli olduğu için kavuşamadığı asker-diplomat sevgilisi Charles Doughty-Wylie, Çanakkale muharebelerinin hemen başında ölmüştü. Birkaç ay sonra yüzü siyah tülle örtülü bir kadının Wylie’nin mezarını ziyaret ettiği ve bu kişinin Gertrude Bell olduğu söylendi (Bir başka iddia ise gelen kişinin karısı olduğudur). Savaş ve Wylie’nin ölümü ona sıradan, normal bir hayat kurma şansı bırakmamıştı. Belki de bu yüzden 1915’te Kahire’de İngiliz İstihbaratı için çalışmayı kabul etti. Orta Doğu coğrafyasına, Arapça ve Farsçaya müthiş hakimiyeti, bölgedeki kabileler ve mezhepler hakkındaki derin ve güncel bilgisi onu kısa zamanda çok önemli bir kişi haline getirdi. Irak’ın sınırlarının çizilmesinde, peygamber soyundan gelen Haşimi sülalesinden Prens Faysal’ın İngiliz kontrolündeki Irak’a kral yapılmasında payı büyüktü. Irak’ın yeni bir ülke olarak doğduğu 1921 Kahire Konferansı’ndaki tek kadın, Binbaşı Bayan Bell’di. Piramitlerin önünde, deve üstünde, Churchill ile Lawrence arasında poz verirken bilgisine güveniyor, Irak için yapacaklarına inanıyordu.
Gertrude Bell, günümüzde bile mesai arkadaşı arkeolog T. E. Lawrence ile birlikte Ortadoğu’daki her huzursuzluktan sorumlu tutulsa da, aslında siyasal gelişmeler karşısında en büyük hayal kırıklığına uğrayanlar onlar olmuştu. Bell ve Lawrence Arap halklarının bağımsızlıklarına ve kendi kaderlerini tayin hakları olduğuna inanmışlardı. İngiliz yönetiminin verdiği sözleri tutacağını düşünüyorlardı. Ucuz Ortadoğu analizlerinde adlarının birlikte anıldığı Sykes-Pikot’nun İngiliz yarısı Sir Mark Skyes’a tahammül edemiyorlardı.
Irak’da kurulan kukla krallık, Suriye’nin Fransa’ya verilmesi Lawrence için çok fazlaydı. O, sahneden daha çabuk çekildi ve İngiltere’nin güneyinde orman içinde bir kulübede münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Gertrude biraz daha mücadele etti. Bağdat’a yerleşti. Bir yandan Kral Faysal’a danışmanlık yaparken bir yandan da onu bu topraklara çeken ilk sebebe, tarihe ve arkeolojiye sığınmıştı. Son tahlilde en kalıcı katkıları da bu alanda oldu.
Gertrude Bell 1868’de İngiltere’nin kuzeyinde, Durham’da, zengin bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Büyükbabası Britanya İmparatorluğu’nun öncü sanayicilerinden Sir Isaac Lowthian Bell’di. Servetini demir-çelik ve demiryollarından kazanan aile aydın ve ilericiydi. Zenginliğine rağmen baba Sir Hugh Bell işçi sendikalarının aktif bir savunucusuydu ve eşi, Gertrude’un üvey annesi, Florance Bell, işçi sınıfının yaşam koşulları hakkında raporlar hazırlamıştı. İçinde büyüdüğü bu ortam Bell’e küçük yaşından itibaren özgüven, entelektüel merak ve sosyal vicdan aşıladı. Babası ve üvey annesi ile olan dostluğu ve paylaşımı tüm ömrü boyunca sürdü. Gertrude, kendi kişisel tarihi kadar Ortadoğu’nun bir dönemine de ışık tutan yüzlerce mektubunu babasına ve üvey annesine yazmıştı.
Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasında yıllarca dolaşan, binlerce kilometre yol kateden Gertrude Bell, 1915’ten itibaren İngiliz hükümeti için çalışmaya başladı, ancak arkeolojik çalışmalarına ara vermedi.
Evde özel hocalardan ders alan Gertrude, eğitimine resmî olarak devam etmeye karar verdi ve ailesinin Londra’daki evine taşındı. Bir kız lisesi olan Queen’s College’ı üstün başarıyla bitirdi. Tarihe ve yabancı dillere olan merakı ve yeteneği bu yıllarda ortaya çıktı. Gertrude’un mensup olduğu yüksek sınıfta genç kızlardan beklenen müzikten, edebiyattan, güzel sanatlardan anlamaları, ata binmeleri ve zamanı geldiğinde sosyeteye takdim edilerek kendilerine denk bir eş bulmalarıydı. Av partileri, piknikler, çay davetleri ve danslı balolar bu tanışmaları sağlayan sosyal ortamlardı.
Gertrude’un üniversiteye gitme kararı liberal parti milletvekili babasını bile biraz düşündürdü ama sonuçta Getrude 1886’da Oxford Üniversitesi’nin kız öğrencilere ayrılmış iki kolejinden biri olan Lady Margaret Hall’da Yakınçağ Tarihi okumaya başladı. Derslerde erkeklerden ayrı bir yerde oturuyorlardı; hatta kızlardan sınıfta arkalarını dönerek oturmalarını isteyen hocalar dahi vardı. Oxford Üniversitesi’nden pekiyi derece ile mezun olan ilk kadın olarak yirmi yaşında diplomasını aldı. Ufukta bir evlilik görünmüyordu ve Gertrude dünyayı görmeyi seçti.
Oxford sonrası yaptığı uzun yolculuklar tarihî kalıntılara ve arkeolojiye olan merakını şekillendirdi. Paris’te bir süre arkeoloji dersleri aldı, dil öğrenmeye de devam ediyordu. Gezileri sırasında arkeolog, diplomat, gazeteci birçok kişiyle tanışıyordu ve bu insanların bir çoğuyla ileriki yıllarda Ortadoğu’daki siyasi kariyeri sırasında birlikte çalışacaktı. Eniştesinin büyükelçi olduğu Tahran’da bir yıla yakın kaldı. Bu yolculuk ona hem ilk kitabını yazdıracak hem de ilk aşk ve hayalkırıklığını yaşatacaktı. Ailesi Tahran’da tanıştığı genç İngiliz diplomat Henry Cadogan ile evlenmesine karşı çıktı. İran’da bir kış günü nehre düşen Henry zatürreden öldü. Gertrude, İran izlenimlerini Safar Nameh: Pers Resimleri başlığıyla kitaplaştırdı. Birkaç yıl sonra da Farsça’dan çevirdiği ve uzun bir giriş yazdığı Hafız Divanı’nı yayınladı.
1905’te Kudüs’ten başlayıp, Lübnan’daki Dürzi dağları, Suriye ve Ürdün’de yaptığı uzun ve maceralı yolculuklardan Suriye: Çöl ve Savan (Syria: The Desert and Sown) kitabı doğdu. Çok satan bu kitap Bell’in adını duyurmaya başladı. Suriye dönüşü Anadolu’daki Roma ve Bizans kiliselerini gezdi. Bunları fotoğrafladı, planlarını çizdi ve mimari olarak tarif etti. Konya-Karaman’da Binbir Kilise’de İngiliz arkeolog William Ram- say ile ufak bir kazı yaptılar ve araştırmalarını Binbir Kilise (The Thousand & One Churches) adı ile kitaplaştırdılar.
1909’da iki bin dört yüz kilometrelik zorlu bir yolculuğa çıktı. Fırat nehrinin doğu kıyısını takip ederek Mezopotamya’ya indi, sonra Dicle nehrini takip ederek tekrar Anadolu’ya döndü. Babil, Asur, Samarra gibi bir çok önemli arkeolojik alanı bu sırada ziyaret etti. Gertrude bu yolculuklarda saatlerce at ya da deve üstünde seyahat ediyor ve her zorluğa katlanıyordu. Ancak akşam olduğunda her yolculuğunda yanında taşıdığı branda banyo küveti kuruluyor, yıkandıktan sonra yine yanında taşıdığı porselen tabaklar ve kristal bardaklarla sofrası kuruluyordu. Çöl şeyhlerinin, aşiret liderlerinin çadırlarında ağırlanan ‘Hatun’ kendi sofrasında klasından taviz vermiyordu.
Bu inanılmaz Fırat-Dicle yolculuğu 1911’de Amurath’dan Amurath’a ismiyle yayınlandı. Getrude’un bu yolculuk sırasında çizerek ve fotoğraf çekerek belgelediği Güneydoğu Anadolu’da, Tur Abdin’deki kilise ve manastırların bazılarından geriye bugün orijinal bir yapı kalmamıştır. Yine bu yolculukta çektiği siyah beyaz Hasankeyf fotoğrafları yakında su altında kalacak tarihî kent için bulun- maz kayıtlardır. Irak’ta, Fırat kıyısında, bir erken İslâm dönem sarayı olan Ukhadir, Gertrude’un ilk önemli arkeoloji projesi oldu. Ukhadir’de yaptığı çalışmayı 1914’te kitap olarak yayınladı.
Bütün bu yolculuklar ve kayıtlar, Gertrude’u Ortadoğu’nun tarihini, coğrafyasını ve güncel durumunu en iyi bilen İngilizlerden biri yaparak onu 1. Dünya Savaşı’nın başlaması ile ortaya çıkacak ve Irak Devleti’nin kurulması ile sonuçlanacak bir siyasi role hazırlıyordu.
1. Dünya Savaşı sonrası İngiliz yönetimi altındaki Irak, kazı çalışmalarının büyük hamle yaptığı ve Mezopotamya arkeolojisinin kurumsallaştığı bir yer haline geldi. Bell, Irak’ın “Eski Eserler Genel Müdürü” olarak, çalışacak ekiplere izin verirken son derece titiz davranıyordu. İngiliz, Amerikan, Alman ekipler arasında en eskiyi ve en bilinmeyeni ortaya çıkarma konusunda neredeyse bir yarış başlamıştı. Uruk ve Ur gibi Sümer uygarlığını günışığına çıkaran ve tarih yazan bir çok önemli kazı bu dönemde başladı. Hurriler ve Amurular gibi haklarında çok az bilgi olan kadim halkları arkeolojik olarak keşfetmek de çok moda olmuştu.
Daha çok parası olan Amerikan kurumları Irak’taki bürokratik işleri hızlandırmak için İngiliz ekipleriyle ortak projeler yaptı. Efsanevi İngiliz arkeolog Leonard Woolley’nin kazdığı Ur’da benzersiz Sümer kraliyet mezarları ve tapınaklar bulundu. Ur kazısı British Museum ile Pennsylvania Üniversitesi’nin ortak projesiydi ve Amerikalı milyarder John D. Rockefeller Jr. tarafından destekleniyordu. Bu dönemde yapılan kazıların motivasyonu kutsal kitapların tarihselliğini ispatlamak değil eski dünya kronolojisinin temellerini kurmak ve kültürleri araştırmaktı. Bilimsellik ön plandaydı. Ne var ki Woolley, Sümer kalıntılarına İncil bağlantılı referanslar vermekten kaçınmadı ve Ur kentini Hazreti İbrahim’in doğduğu yer olarak meşhur etti.
Sümer kral listelerine göre Tufan’dan sonra krallığın yeryüzüne tekrar indirildiği ilk yer olan ve dünyanın en eski sarayının kalıntılarının keşfedildiği Kish, Oxford Üniversitesi ile Chicago Field Museum’un ortak kazısıydı. Chicago Üniversitesi Diyala Nehri boyunca ve kuzeyde Asur başkentlerinden Khorsabad’ta kazılar yaptı. Alman Doğu Enstitüsü Uruk’ta Sümer uygarlığının en eski tabakalarına ve çivi yazısını önceleyen resim yazılı dünyanın en eski kil tabletlerine ulaştı.
Tüm bu kazılarda arkeolojik keşifler kadar önemli bilgiler sunan çivi yazılı tabletler de bulunuyordu. Çözülen metinlerden Sümer, Akad, Babil ve Asur uygarlıklarının dinden ekonomiye, edebiyattan hukuka kadar hayatlarının farklı alanları aydınlanıyordu.
Sultan Süleyman Camii önünde Hasankeyf’te Eyyubi Sultanı Süleyman’ın yaptırdığı 1407’de adını taşıyan caminin duvar süslemeleri. Gertrude Bell’e poz veren bir köy sakini. 1911.
Almanlar, Osmanlı zamanında kazı yaptıkları Babil’e savaş sonrası geri döndüler. Ancak Osmanlı idaresi ile yapılan paylaşım anlaşmasını yeni Irak hükümeti geçersiz saymış ve geride bırakılan tüm eserlere el konmuştu. Bell, Babil’i kazan Alman arkeologlardan, eski arkadaşı Walter Andrae’i Bağdat’a davet etti ve ona eserlerin ayrıntılı bir katalogunu hazırlattı. Sonrasında da Irak hükümetini eserlerin yarısının Berlin’e verilmesi konusunda ikna etti. Paylaşımı Gertrude kendisi yaptı ve böylece Almanlar epey bir miktar eseri Berlin’e götürürken yeni kurulan Irak Müzesi de koleksiyonunu önemli ölçüde genişletmiş oldu.
Irak Millî Müzesi bir İngiliz projesi olarak kuruldu. Sergilenen eserlerin tamamı yerliydi ve kelimenin gerçek anlamıyla bir ‘Millî Müze’ydi ama kazılar, yorumlama ve kurumlaşma işlerini yabancılar yaptı. Mezopotamya 1. Dünya Savaşı’nda İngiliz kontrolüne geçtiği zamandan itibaren arkeoloji ve arkeolojik buluntular ordunun gündemine girmişti. İngilizler Irak’ın yönetimini devraldıktan sonra bu toprakların mirasını yerinde korumanın önemini anlamaya başladı. Yeni kurulan ülke için ortak bir kültürel kimlik ve geçmiş oluşturmak işin fantezi kısmıydı, daha acil ihtiyaç birçok yeni kazıdan Irak’ın payına düşen eserlerin iyi bir şekilde sergilenmesi ve korunmasıydı.
Gertrude Bell ilk adım olarak 1923’te Ur kazılarından Irak için ayırdığı eserlerle basit bir sergi düzenledi. Hükümet binalarının bulunduğu ‘Saray’ bölgesinde bir ofiste açılan sergiyi Kral Faysal ile birlikte birçok önemli kişi gezdi. Devamında, arkeolog Leonard Woolley kalabalık bir dinleyici grubuna Ur kazıları hakkında bir konferans verdi. Aynı yıl müze binasının planları hazırlanmaya başlandı. Bağdat’ın kuzeyinde yeni inşa edilen müze binası Haziran 1926’da, Gertrude’un ölümü seçmesinden yalnızca iki ay önce, Kral Faysal tarafından açıldı.
Irak’ın İslâm öncesi geçmişini gözler önüne seren müzenin kısa zamanda binlerce eseri olmuştu. Müzeyi hayata geçirmek Gertrude’u hem çok sevindirip gururlandırmış hem de çok yormuştu. Kendi tarifine göre müze ekibi “yaşlı bir Arap küratör, çok zeki Yahudi bir memur ve garip bir adam”dan oluşuyordu. Ailesine yazdığı mektuplarda müze hazırlıkları ile gece gündüz uğraştığından ama kendini yetersiz hissettiğinden söz ediyordu. Eserlerin sınıflandırılması, etiketlerin yazılması gözünde büyümüştü. Kuşkusuz moralini bozan, yolunda gitmeyen başka güncel konular vardı. Düşlediği Irak’ın geleceği ile ilgili kaygıları arttıkça, Gertrude kendini Mezopotamya’nın geçmişine gömdü. Zaten bu topraklara gelmesinin asıl sebebi de bu coğrafyanın tarihine, kültürlerine ve anıtlarına duyduğu ilgi ve meraktı.
Ölümünün ardından, Kral Faysal, onun yarattığı müzede anılmasını istedi. İngiliz heykeltraş Anne Acheson’un yaptığı Gertrude Bell büstü müzeye konuldu. Eşlik eden plaket Gertrude’un emeklerinin hakkını veriyordu: “GERTRUDE BELL. Hatırasını Araplar her zaman saygı ve muhabbetle yaşatacak. Bu Müze’yi 1923’te yarattı. Irak Eski Eserler Genel Müdürlüğü’nün Onursal Direktörü olarak olağanüstü bilgisi ve fedakarlığı ile en kıymetli eserleri bu binanın içinde bir araya getirdi. Ve yaz sıcakları boyunca öldüğü güne kadar durmaksızın eserlerle çalışmayı sürdürdü. 12 Temmuz 1926. Kral Faysal ve Irak Hükümeti bu ülke için yaptığı işleri şükranla anarak müzenin ana bölümüne onun isminin verilmesine karar verdi ve onların izniyle arkadaşları bu tableti astı.”
Gertrude’un bronz büstü ve plaket Bağdat Müzesi’nin 2003 Nisan’ındaki korkunç talanında kayboldu. Elden geçirilip, yenilenen müze yıllardır halka açılamadı. Gertrude’un mirasından bıraktığı payla kurulan Irak İngiliz Arkeoloji Okulu ise 1991 Körfez Savaşı’ndan beri çalışmalarını Irak dışında sürdürüyor.
Gertrude Bell’in hatırası Irak arkeolojisinde, kendi yazdığı ve hakkında yazılan kitaplarda ve geride bıraktığı 16 cilt tutan günlüklerde, 1600 mektupta ve çektiği binlerce kare fotoğrafta yaşamaya devam ediyor. Bugünleri görse, bağımsız bir Irak yaratmak için verdiği mücadeleden ve kendi hayatından vazgeçer miydi acaba?
IŞİD’İN TARİH KATLİAMLARI
Arkeoloji savaşları: Ya uygarlık ya barbarlık
Arkeolojik talan kazılarında artık IŞİD de ‘temsilci’ bulunduruyor. Alınan ‘khum’ vergisi Halep’te yüzde 20, Rakka’da yüzde 50. İslâmi dönem eserleri bulunduğunda vergi artıyor.
Savaş ve talan yorgunu Mezopotamya bu kez IŞİD’in ürpertici bir soğukkanlılıkla kurguladığı ve görselleştirerek elektronik medya üzerinden dünyaya sunduğu bir imha harekatının kurbanı. Sınırımızın biraz ötesinde, Irak’ın kuzeyindeki efsane Asur kentleri Ninova, Nimrud ve Roma İmparatorluğu’nun İranlı rakibi Partların mamur kenti Hatra balyozlarla, testerelerle, matkaplarla tahrip edildi. Şimdi benzer sahneler Roma’nın Suriye’deki görkemli yerleşimi, mermer sütunlu caddeleri, tapınakları, anıt mezarları ve kraliçesi Zennube ile ünlü kervan şehri Palmira’da tekrarlanıyor. Ortadoğu’daki her savaşta insanlar kadar arkeolojik yerleşmelerin ve kültürel varlıkların da zarar gördüğü artık çok iyi bilinen bir gerçek. İnsanların yaşadığı kayıpların ve acıların yanında eski taşlardan topraklardan söz etmek ve onlar için dertlenmek bir an için anlamsız gelse bile, aslında bu yaşananlar Ortadoğu’nun dünya uygarlığının temelini kurmuş uygar ve yaratıcı insanlarının izlerinin yok olması. Eylemlerin çapı ancak ‘kültürel temizlik’, ‘kültürel soykırım’ gibi ağır ifadelerle açıklanabiliyor ki Musul Müzesi’ndeki ve Ninova’daki kasıtlı tahribattan sonra yaşanan olayları tarif etmek için UNESCO da bu terimleri kullandı.
Ortadoğu’nun arkeolojik eserleri kıymetli, çok kıymetli… Bunu, o tahrip filmlerini çekenler de biliyorlar. Silahları, patlayıcıları, savaşçıları finanse etmek için para gerekiyor. Onun için bir yandan Asur krallarının heykelleri Musul Müzesi’nde balyozla parçalanırken, öte yandan kaçak kazılara ‘lisans’ verilip, standart vergiler uygulanıyor. Arkeolojik talan kazılarında IŞİD’in ‘temsilci’ bulundurduğunu,alınan‘khum’vergisinin Halep’te yüzde 20, Rakka’da yüzde 50 olduğunu, altından ve İslâmi dönem eserler bulunduğunda verginin arttığını anlatanlar, altüst olmuş ülkelerinde hâlâ işlerini yapmaya çalışan Suriyeli müzeciler.
Eski eser kaçakçılığını araştıran gazetecilerin yazdıkları, bölgedeki müzeci ve arkeologların anlattıkları, Beyrut’ta, Gaziantep’te çarşılarda gözlenenler eserlerin alıcılara Türkiye ve Lübnan üstünden ulaştırıldığını gösteriyor. Eserlerin cep telefonlarıyla çekilen fotoğrafları potansiyel alıcılara önden yollanıyor sonra deniz ya da karayoluyla hedefe ulaştırılıyorlar. Bulgaristan’da Sümer uygarlığına ait eserlerle yakalanan kaçakçılar Türk çıkıyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sınırlara, gümrüklere yolladığı uyarı yazıları, Suriye ve Irak kökenli ele geçen her eserin güvenli bir ortam oluştuğunda ait olduğu toprağa geri verilmesi kararı ne yazık ki caydırıcı olamıyor.
Asur İmparatorluğu’nun siyasi gücünü, sanatını ve gelişmişliğini günışığına çıkaran ilk keşiflerden sonra yapılan kazılar, hem Ninova hem de Nimrud’ta yerleşim tarihinin günümüzden sekiz bin yıl önceye gittiğini ve Dicle kıyısındaki bu kentlerin çok daha eski zamanlarda Kuzey Mezopotamya’daki kentleşmenin ve insan yaşamındaki sosyal gelişmelerin öncüsü olduğunu ortaya koydu. Bugün benim de aralarında olduğum arkeologlar, Ilısu Baraj gölü alanında yaptığımız kazılarda ortaya çıkardığımız kültürler ve kronoloji için hâlâ bu kazıları referans almakta, Yukarı Dicle’nin sınırlarındaki çalışmalarda bu kent kültürlerinin etkisini ölçmekte.
Uygarlık zincirinin halkalarını tamamlamak için daha yapılacak çok kazı, çözülecek çok tablet varken, Asur’un insan başlı, boğa gövdeli, dev tanrıları lamassu’lara vurulan her darbe bu toprakların tarihinden bir parçayı daha koparıp yok ediyor.
GERTRUDE BELL’İN MİRASI
Çölün kraliçesi sinemada
Arkasında eşsiz bir akademik miras bırakan Gertrude Bell’in etkileyici yaşamı, başrolde Nicole Kidman’ın oynadığı “Queen of the Desert” filmiyle beyazperdeye geliyor.
Gertrude Bell, gezgin, arkeolog, müzeci, hükümet ajanı gibi kimliklerle meraklısı olduğu tarihte derin bir iz bırakmıştı. Ancak bu miras akademik ve siyasi alanlarla sınırlı kalmış, 20. yüzyılın ilk yarısındaki erkek egemen İngiliz toplumu algısı Gertrude Bell’in şöhretini engellemiştir. Popüler tarihin vitrinine ise, beraber çalıştığı T. E. Lawrence çıkarılmıştır. Gertrude Bell’in sinemada canlandırıldığı ilk yapım “Al-Mas’ala Al-Kubra” (Clash of Loyalties) isimli 1983 tarihli İngiliz-Irak ortak yapımı filmdir.
Gertrude Bell arkeolog kimliğiyle “İndiana Jones’un Günlükleri” isimli Amerikan TV dizisinde de canlandırılmıştır.
Ancak Gertrude Bell’in kişisel ilişkilerini de ön plana çıkartan ilk yapım, Bağdat Demiryolu’nu konu alan “Die Baghdadbhan” isimli 2007 yapımı bir Alman belgeselidir.
Yönetmenliğini Werner Herzog’un üstlendiği, bünyesinde Robert Pattinson ve James Franco gibi ünlü isimleri barındıran ve yakında Türkiye’de gösterime girecek Çöl Kraliçesi (Queen of the Desert) ise, Bell’in maceralı yaşam öyküsünü ilk defa geniş kitlelere ulaştırmayı amaçlıyor. Belki bu sayede Gertrude Bell, ölümünden uzun bir süre sonra popüler tarihin sayfalarında da hakettiği yeri alacak.
Yiğit Baysal