Kasım
sayımız çıktı

Gökten bir dede düştü

Abdülaziz Azer Bey

Babamın babası Abdülaziz Azer Bey’i hiç tanımamıştım. Onunla ilgili bir şeyler öğrenmeye çalıştığımda neden annem hep ürpererek bir besmele çekiyor ve neden babam bir küfür sallayıp konuyu kapatıyor, bilmiyordum. Bir gün babam, Nuh Nebiden kalma bir çantanın içindeki eski fotoğrafların arasından birini çıkarıp önüme koydu. “İşte deden” dedi. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Çok yüksekçe bir yerden İstanbul Boğazının sularına atlamakta olan kişinin yüzü seçilmiyordu. “Ne görüyorsun?” diye sordu babam. “Neresi burası” diye soruyla karşılık verdim. “Kanlıca. Kıbrıslı Yalısı derler oraya” dedi babam. “Bu adam ne yapıyor sence?” “Denize atlıyor” diye yanıtladım. “Hayır daha dikkatli bak.” Hiçbir şey anlamıyordum. Nihayet babam kendi sorusunu yanıtladı: “İnsanların üstüne atlıyor.” Tekrar fotoğrafa baktım. Hakikaten bir tuhaflık vardı. Dedemin atladığı yer karenin dışında kalmıştı. Fakat karenin dışında kalmış bir platformdan o kadar uzağa bir sıçrayış gerçekleştirmesi pek akla yakın gelmiyordu. “Niye böyle bir şey yapıyor ki?” “Çünkü deden şeytanın ta kendisiydi” dedi babam. Uzatmamaya karar verdim. Belli ki baba oğul arasında sıkıntılı bir ilişki söz konusuydu.

Gökten bir dede düştü

Yıllar sonra bir sohbet sırasında psikiyatrist arkadaşım Halim’e, hangi nedenle hatırlamıyorum, dedemin adını söyleyiverdim. “Abdülaziz Azer! Biliyorum ben bu ismi. Mazhar Osman’ın vaka dosyaları arasında görmüştüm.” Mazhar Osman? Hani şu, Türk ruhbiliminin öncüsü, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi kurucusu meşhur doktor…“Bir akrabası arkadaşım olur” diye açıkladı Halim. “Bazı vaka analizlerini incelememe izin vermişti.” Dedemin bir ruh hastası olduğunu öğrenmek, neden bilmem içimi rahatlatmıştı. Belki babamın ona karşı duyduğu nefreti bir ölçüde haklı gösterdiğinden. Birkaç hafta sonra Halim dedemin dosyasıyla çıkageldi. “Hakikaten enteresan adammış şu senin deden” dedi gülerek. “Mazhar Hoca’ya göre paranoid şizofreni” diyerek önüme çok eski ve kalın bir dosya koydu. İsimler, resimler ve yazılarla dolu bir yığın sayfa. “Nedir bu?” “Dedenin insanlar hakkında tuttuğu notlar.” “Hangi insanlar?” “Şoförler, badanacılar, ev kadınları, serseriler… Hepsinin resmi ve kısa biyografisi mevcut. Mazhar Hoca’ya söylediğine göre bu insanlara bir teklifte bulunuyormuş. Hayatta en çok istedikleri şeyi gerçekleştirmeyi vaat ediyormuş onlara.”

Dedemin deli değil de bir dolandırıcı olduğunu düşünmeye başlamıştım. “Karşılığında ne istiyormuş peki?” “Enteresan olan o zaten, sadece bir imza.” Hakikaten bu kısa biyografilerin altında, eciş bücüş kızıl imzalar vardı. “Hepsi kırmızı kalemle atılmış. Mürekkebi de epeyi taşırmışlar nedense” dedim. “Hah işte o mürekkep var ya” dedi Halim, “mürekkep değil, kan. Dedenin anlattığı kişiler bu sayfaları kendi kanlarıyla imzalamış.” “Yani şey gibi mi…” diye geveledim. Halim güldü. “Evet Mephistofeles, nam-ı diğer İblis gibi.”

İşte dedemin lanetli ruhlar envanterinin elime geçiş hikayesi böyledir. Bu noktadan sonra bana düşen, bu sayfalarda anlatılan kişilerin hikayelerini sizinle paylaşmak. Söz konusu satırların yazarı bir zırdeli midir yoksa Karanlıklar Lordu mu, bunun kararını vermek de size düşüyor.