Bundan 810 yıl önce talan edilen Kostantiniye, Ortodoks Kilisesi’nin himayesindeki “Kutsal Emanetler’iyle de ünlüydü. Sözkonusu parçalar Avrupa’nın çeşitli kentlerine dağıldı ve zamanla “çoğaldı”. Bu yadigar eşyaların rivayet, fantezi ve gerçek arasında dolaşan gizemli hikayeleri…
Ortaçağ boyunca, Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun tarihini kateden anadamarlardan birini “Haçlı Seferleri” oluşturmuştur. 1096 ile 1272 arası gerçekleşen sekiz seferin hedef coğrafyasında merkezi Kudüs temsil etmiş, çevrel coğrafya Suriye’ye, Hatay üzerinden Anadolu yarımadasına ve İstanbul’a, bu arada Balkan yarımadasından Kıbrıs’a ve Mısır’a daha yaygın bir alana uzanmıştı. İlk bakışta, bütün seferlerin Hıristiyan ülkelerinden devşirilen askerî güçlerle Müslüman dünyanın Arap ve Türk ağırlıklı güçleri arasında yaşanan çarpışmalar olduğu gerçeğine dayanılarak dinsel çatı altında toplandığı görülse de, gerçek eksenin ekonomik gerekçelere bağlandığını söylemek güç değildir.
Bu seferlerden dördüncüsü, doğrudan doğruya Bizans’ı hedef almış olmasıyla ötekilerden ayrılır. Kostantiniye, iki kuşatma sonrası, 1204 yılının 13 Nisan günü “düşmüş”, 1261’de yeniden, Paleologos eliyle Bizans’a geçişine dek geçen süre içinde, elliyedi yıl boyunca bir Doğu Latin İmparatorluğu merkezi olarak anılmıştı. Bu dönemin şehrin bugünkü hemşerilerini ilgilendirmeyeceğini, 1453 sonrası Osmanlı kimliğine bürünüşünü önceleyen bir parantez sayılabileceğini düşünmek yanlış olur: Osmanlılar, fethettikleri şehri geçmişinden soyutlamamış, tam tersine kurucusunun ismiyle adlandırma geleneğini sürdürmüşlerdi.
Fetih öncesi kent betimlemelerinde pek çok yapının harap halde olduğu kaydedilmiştir; bu görünümde, Dördüncü Haçlı Seferi sırasında ve Latin parantezinde talan edilişinin, yangınlar ve yıkımlar sonrası Kostantiniye’nin düşkünleşmesinin payı hayli büyüktü.
Dördüncü Haçlı Seferi’ne ilişkin bize ulaşmış iki “birinci elden” tanıklık metni var: Üst konumda bir beyzâde olan Geoffroy de Villehardouin’in, havas perspektifiyle kaleme aldığı Kostantiniye’nin Fethi ile Rover (Robert) de Clari’nin, alt sınıftan bir gözlemcinin, belki daha avam optiğinden ama çok daha gerçekçi bir yaklaşımla tuttuğu kayıtlar. (Villehardouin’in “sessiz” geçmeyi yeğlediği, çünkü vandal boyutunu paylaşmadığı olaylara, başta Dufournet, uzman yorumcular dikkat çekmiştir). Bu iki ana kaynak ölçüsünde “doğrudan” ve “içeriden” kaleme alınmış olmasalar da, Gunther de Pairis’in Devastatio Constantinopolitana’sı ya da Niketas Koniatas’ın Tarih’i türünden dönem ürünlerinden devşirilen bilgilerin, yaşanan yağmanın boyutlarını açan bir dizi belgenin varlığını unutmamak gerekir. Bunlara, Henri de Valenciennes’in, dilimize -Villehardouin’le birlikte- Ali Berktay tarafından çevrilen kroniğini eklemeliyiz (İş Bankası Kültür Yayınları, 2008).
Haçlı Seferleri’nin sözümona ulvî ya da kutsal hedeflerinin altında gerçekte ekonomik ve siyasal gerekçelerin belirleyici olduğu yorumcuların paylaştığı bir görüş. Özellikle dördüncü seferin amacının Bizans başkenti olarak tayin edilişinde şehrin gözkamaştırıcı hazinelerinin rol oynadığı açıktır. Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezi, neredeyse kuruluş döneminden başlayarak, Hıristiyanlığın doğduğu ve yayıldığı coğrafyadan “kutsal emanetler”i toplamıştı. Bu malzemenin ne kadarı “sahih”ti, hakiki olabilirdi, kestirmek olanaksız olsa bile, zaman içinde “uydurma bakiyye”nin aralarına katıldığına kesin gözüyle bakabiliriz.
Umberto Eco, güzelim romanı Baudolino’nun 37. bölümünde bekaya (reliquae) listesini ince ironisiyle ağırlamazdan önce, konuyu, Amerika’nın kopyalanmış dünyasını aynı lezzetle çözümlemeye yöneldiği Sahtenin Savaşı’nda enine boyuna işlemişti. Eco’nun listesinde “ortaçağ prenslerinin ya da katedrallerinin hazinelerinde hiçbir ayrım gözetmeksizin biraraya getirilen nesneler”den bir seçmeye rastlanır: İsa’ya takılan dikenli tacın bir dikeni, çarmıha ait parçalar, Meryem Ana’ya ait elbisenin parçaları, Son Akşam Yemeği’nin sofra örtüsü, Aziz Yusuf’un nişan yüzüğü, Aziz Yahya’nın kafatası… diye çeşitlenerek uzayan bu dökümün Dördüncü Haçlı Seferi’nde Bizans başkentinde yağmalanan kutsal yadigârlarla karşılaştırmasını farklı kaynaklar üzerinden yapabiliyoruz.
Kostantiniye’nin hazinelerine Batı edebiyatında ilk gönderme, özgün elyazması 1879’da British Museum’dan çalınan ve o gün bugün izine rastlanmayan Charlemagne’in Hac Seferi’ndedir. Metin üzerinde derinlemesine inceleme yapan Horrent ve Aebischer gibi filologlar, bu anonim şiiri kaleme alan kişinin kulaktan dolma ve abartılı bilgilerle kutsal kalıntı listesini şişirdiği, işin içine Meryem’in ayakkabı tekini bile sokuşturduğu görüşündeler. Her durumda, zaman içinde, Haçlı seferlerine katılan pek çok soylunun ve soysuz sopsuzun iştahını kabartan bir rivayet deposudur bu.
Villehardouin, bu türden ganimet konularına yüz sürmemiştir kayıtlarında. Buna karşılık, Clari ayrıntılı bir sunuma başvurur: İsa’nın çarmıhından insan bacağı büyüklüğünde bir parça, Romalı askerin böğrünü deldiği mızrağın ucu, çivilerden ikisi, kristal bir şişede toplanmış Kutsal Kan, çarmıhtan indirildiğinde giydirilen tünik, Meryem’in giysisi, Aziz Yahya’nın kafatası…
13. yüzyıl başında kâğıda düşülmüş bu verileri dönemin rivayet ve fantezi dünyasına bağlamak kolaya kaçmak olur: 19. yüzyıl sonu – 20. yüzyıl başı Bizans “kazıcı”ları arasında ön sırayı tutan Bruun, de Mély, Jean Ebersolt gibi isimlerin yapıtlarında kutsal yadigâr çerçevesi daha da genişlemiştir! Kutsal Sünger, Meryemin gözyaşlarını sızdırmayı sürdüren taş, Antakya’dan Bizans sarayına getirildiği söylenen İsa’nın el ve bilek kemikleri, azizlerin saçları, kafatasları, İsa’nın Agbar’a yolladığı elyazısı mektup, bir Yahudi tarafından delinince içinden kesintisiz biçimde kan sızan ikona yeterli ipucu verecektir.
Ebersolt, 1204 yağmasının ardından, sözkonusu parçaların Avrupa’nın hangi kentlerine ve kiliselerine dağıldığını aktarırken, bazılarının “çoğaldığına” dikkat çeker (Yahya’nın kafatasına pek çok kilisede rastlanır örneğin), bir de Bizanslıların Haçlıları sahte örneklerle aldattıklarını, birçok hakiki (!) parçayı da gizlemeyi başarmış olduklarını vurgular: Johannis de Mandeville 14. yüzyılda, Clavijo 15. yüzyıl başında Kostantiniye’de gördüklerini aktarırken bu durumu doğrulamışlardır.
21. yüzyıl başında bize bu bağlamda kalan seçenekler bellidir: Dileyen, Eco’vari bir çeşitlemeye yönelerek bugünden yarına kalabilecek “yeni” emanetlerin çetelesini çıkarır; dileyen, Borges’vari bir yaklaşımla, günümüz İstanbul’unda özenle saklanılan has yadigârlardan hareketle gizemli bir öykü kurar — iş, bir sakal kılından peygamber klonlama girişimine dek gidebilir!