Post-modern çağımızın tarih yaklaşımında zaaf olarak gördüğüm, bana çarpan en önemli özelliklerden birisi müphemliği, muğlaklığı ve karmaşıklığı, bizatihi bir sonuç olarak ortaya koymasıdır. Halil Bey yeni akımlara hep açık oldu, ancak makale ve kitaplarında net biçimde ifade edilmiş bir problemden yola çıkan, o probleme bir çözüm öneren ve bu açıdan hiç taviz vermeyen tavrını, uzun ve verimli kariyeri boyunca korudu.
Halil İnalcık’ın tarihçiliği, bir yandan “millî tarih” yazma projesine bağlıdır, ama bu akımın çoğu temsilcisinin kuramadığı bir dengeyi hassasiyetle korumaya çalışmıştır: yani komplekssiz, savunu diye niteleyebileceğimiz tavırdan çok uzak bir tarihçidir. Gerek daha erken eserleri arasında yer alan Kutadgu Bilig ile ilgili ya da Türk hukuk tarihi ile ilgili makalesinde, gerekse daha yakın zamanlarda yazdığı bir makalesinde, yani “Türk Tarihinde Töre ve Yasa Geleneği” yazısında, Acem ve Türk siyasi düşünce geleneklerini, siyasi değerler tarihini şu şekilde ele alır:
“Kutadgu Bilig’de devlet anlayışının siyaset ve ahlak kurallarının geniş ölçüde Hind-İran kaynaklarına dayandığına kuşku yoktur”.
Ama bundan öte tabii ki Kutadgu Bilig gibi bir eserde “Ortaçağ Türk toplumunun kendine has bir yansıması var mı?” sorusunu sormak çok has bir tarihçi sorusudur ve bunun kompleksle, savunmayla alakası yoktur. Bu sorunun izini sürdüğünde şu sonuca varır: “Kutadgu Bilig’de bu köklü Türk devlet anlayışı, İran devlet anlayışındaki adalet kavramını hayli değiştirmiştir. Adalet hükümdarın bir bağışlama fiili değil, törünün doğru ve tarafsız bir şekilde uygulamasıdır”.
Şüphesiz, son yıllarında bizzat kendi değinişleriyle daha da farkında olduğumuz bir diğer çizgi, Halil Bey’in gerek Gökalp’e gerek çok daha derin birkaç yüzyıllık bir birikime dayanarak olsun kendini bağladığı bir diğer çizgi hermenötik (yorumsamacı) tarihçilik çizgisidir. Hermenötik, veri toplama-ve-aktarma (Benjamin’in deyisiyle “bir katalogdan diğerine”) tarihçiliğinin dar çerçevesinde huzur bulanların elinde, naif, filolojik ve ampirik bir tavrın düşünülmeyen, üzerinde analitik enerji harcanmayan bir devamına indirgenmiş, felsefi temellerinden tamamıyla iğdiş edilmiş olabilir. Ancak bu zaafı, ampirizmi öne çıkan bütün tarihçilere atfetmek büyük bir haksızlık olur. Mesela İnalcık, 20. yüzyılın ilk yarısında Türk tarihçiliğine gelen, entelektüel derinliği ve tutarlı bir kavramsal dünyası olan bir metin okuma yönteminden, yani text-critique kavramından yola çıkar. Onun gençlik yıllarına damgasını vuran Fuat Köprülü ve Zeki Velidi Togan’ın usul konulu çalışmaları kendi devirlerinin metod literatürüne hakim, dünya çapında çalışmalardır. Bu çerçevede hermenötik, gerek filolojik boyutuyla, gerek felsefi boyutuyla sonuçta tarihçilerin ne kadar eleştirirlerse eleştirsinler vazgeçemeyecekleri çok ciddi bir birikim, bir beceri, bir kavrayış tarzıdır. Bu açıdan da Gökalp-Köprülü-İnalcık çizgisi içindeki hermenötik yaklaşımın, ciddi entelektüel tarihçilik perspektifiyle değerlendirilmesi gerekir, metod calışmalarının neden sonraları dünya tarihçiliği ile olan ilişkisinin gevşediği sorusunu da ele alarak belki.
Bir başka yönüne eğilecek olursak, yeni akımlara açık olmakla, yeni düşünce ve yaklaşımlara ilgisini sürdürmekle birlikte, Halil Bey’in post-modernizmden esinlenmiş bir yazısını düşünemiyorum. Bunun da en belli başlı göstergesi, Halil Bey’in yola ilk çıktığı günlerde olduğu gibi son çalışmalarında da, ortaya bir problem koyan (eski tabirle, bir mes’ele “vaz’ eden”) ve onu çözüme ulaştırmaya (“hall etmeye”) çalışan tavrıdır: Üstelik, “Osmanlı toplumunda sermaye birikimi nasıl oluyordu?” ya da “Osmanlı fetihlerinin bir sistematiği var mıdır?” gibi demir leblebi sorular sorarak yapar bunu.
Post-modern çağımızın tarihçiliğinin en yaygın özelliklerinden ve bence zaaflarından birisi, müphemliği, muğlaklığı ve karmaşıklığı, bizatihi bir sonuç olarak ortaya koyması. Bir problem ele alınır, incelenir, iyi bir çalışmada belirli alt-sorular etrafında derinlemesine irdelenir ama “bu konu müphem kalacaktır” ya da “bu konu çok karmaşıktır, muğlaklığının farkına varmalıyız” diyerek sonuçlandırılır.
Herhangi bir olgunun veya sürecin karmaşıklığını kayda almak ve irdelemek güzel bir şey, hatta bu karmaşıklığı bizatihi bir mesele olarak ele almamak, üzerini indirgemeci bir üst-anlatı ile örtüvermek bir zaaf sayılabilir, ama karmaşıklığın kendisi bir sonuç olabilir mi? Ne kadar karmaşık olursa olsun, tablonun bize nasıl göründüğünü, nereye vardığımızı ifade etmek gerekmez mi? İnalcık’ın bu konuda tavrı nettir ve hiç değişmemiştir. Açıkça ifade edilmiş bir problemden yola çıkan, o probleme bir çözüm öneren ve bu açıdan hiç taviz vermeyen tavrı, uzun ve verimli kariyeri boyunca her yazdığına sinmiştir.
Ancak, iyi bir tarihî çözümün ya da açıklamanın, hiçbir zaman “işte sebep işte sonuç” basitliğine düşmeyeceğini de iyi bilir. Fransız tarihçi Lucien Febvre, Köprülü’nün Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili kitabına dair bir değerlendirme yazısı yayımladığında, Halil Bey daha yirmilerinin başlarındadır. Övgü dolu bu kitabiyat yazısı, eserin bir özelliğinden sitayişle bahseder: Bir büyük devletin ortaya çıkışını tek bir nedenle açıklama kolaycılığına düşülmemiştir; yazar çok katmanlı ve çok faktörlü (yani, karmaşık) bir açıklama modelini cesaretle ve başarıyla uygulamıştır. Genç tarihçi adayı Halil İnalcık muhakkak bu yazıdan haberdardı ve buradaki dersi en iyi anlayanlardandı.