Cin inanışları Antik Yunan’dan Çin’e, Romalılardan Osmanlılara kadar pek çok toplumda kendisine yer edindi. Kimine göre dumansız ateşten türetildiler, kimine göre sürüngenlerin suretine bürünmüşlerdi. Ancak Osmanlı nakkaşları sürekli anlatılan ama neye benzedikleri bir türlü malum olmayan bu varlıkları tasavvur edip betimlediler.
Gûl, ifrit, peri, dev yahut cin. Hepsi, gözle görülmeyen yaratıklara külliyen verilmiş birer isimdi. Kimilerine göre cin adı Latince “genius”dan geliyordu. Çoğulu “cân”, tekili “cinni”. Hep tekinsiz bir mânâsı vardı, çünkü şeytan ya da melek gibi hangi safta oldukları aşikar bir tür değildi.
Eski Asurlular ve Bâbilliler kötü ruhlara ve cinlere inanırdı; kendisine yeterince takdim sunulmayan, ayin yapılmayan ruhlar geri döner ve insanlara tıpkı cinler gibi musallat olurdu. Eski Mısırlıların inanışlarında cinler yabani hayvanların, özellikle yılan ve kertenkelelerin, bazen de insanların suretine bürünürdü ve Re’ye hasımlık ederlerdi. Antik dünyanın hemen tümünde delilik, cinnet, sara gibi hastalıkların sebebi sayılmış ve kâbuslar onlardan bilinmişti. Eski Yunan’da cine yakın “daimon” denen bir tür düşük dereceli Tanrılık sıfatı vardı ve bunlar iyisi de kötüsü de mevcut varlıklardı. Yeri gelir malı mülkü korur, yeri gelir insana bela olurlardı. Çin inanışlarında mezarları ve yol kavşaklarını mesken tutan cinler cehennemde ölüleri tekrar tekrar öldürür, göklerde süzülür, ata ruhlarıyla iletişime aracılık ederdi.
Türklerin İslâm öncesi inanışlarına göre dünya ruhlarla dopdoluydu; dağlar, göller ve ırmaklar nefes alıp verirdi. Bu ruhlar iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılmıştı: İyiliğin hamisi Ülgen’in emrindekiler iyi huylu, yeraltında oturan Erlik’in hizmetindekiler fena tabiatlıydı. Kötü ruhlar arasında daima çatışma yaşanırdı ve hastalıklar onlardan doğardı. Şamanlar daima bu ruhları/cinleri illetli bedenlerden uzaklaştırmaya çalışır, cine güçleri yetmediğinde canlarını yitirirlerdi. 921’de İdil Bulgar Hanlığı’na gönderilen Abbasi elçisi İbn Fadlan, Türk ülkelerinde birbirleriyle çarpışan mümin ve kâfir cin orduları gördüğünü hayretler ederek Seyahatnâme’sine kaydetmişti.
Hıristiyanlıktaki cin inanışı Yahudilik, Maniheizm ve gnostisizmin bir karışımıydı. Yeni Ahit’in ilk biçiminde cinler şeytani tabiatlı ruhlar olarak tanımlanmıştı. Cahiliye Dönemi’nin Arap toplumunda kimi zaman yeryüzündeki Tanrılar sayılarak bunlara tapınılırdı.
Kur’an’da 40’tan fazla yerde değinilen cinler de insanlar gibi Allah’a kulluk etsin diye ateşten yaratılmış varlıklardır. Onlara da peygamber gönderilmiş, kimi iman etmiş kimi kâfir olmuştur. Çeşitli İslâmi inanışlara göre kısa zamanda uzun mesafeleri katedebilir, gaip derecesinde olmayan her şeyi bilebilir, evlenip çoğalırlardı. Şeytan’ın hizmetine girebildikleri gibi insanın da hizmetine girebilirler; hatta ilmü’l-azâim denilen tılsım ilmi bu amaca matuftur. İbn Sina onları türlü şekillere girebilen şeffaf tabiatlı ve konuşan latif canlılar olarak tanımlar.
Osmanlılarda cin çağırmak acayip ve garip ilimler arasında sayılırdı. Bu alanda Uzun Firdevsî’nin 1488’de 2. Bayezid için yazdığı Dâvetnâme en bilinenidir. Kanunî’nin Şeyhülislamı Kemalpaşazâde cinlere bile fetva veren bir âlim olarak tanınıyordu; lakabı “müftiü’s-sekaleyn” (insanların ve cinlerin müftüsü) idi. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde cinlere hükmeden Süleyman Peygamber’den sıkça bahseder ve Kemalpaşazâde’nin Edirne’deki bir medrese odasını can alıcı cinlerden nasıl kurtardığını anlatır.