Kasım
sayımız çıktı

Hicaz-Mekke… Nereden nereye!

Pandemiye bağlı olarak 2 yıldır yapılamayan Hac ziyaretleri salgının hız kesmesiyle yeniden başlıyor. İslâmiyet öncesi ve sonrasında Kâbe yapısının durumu, önemi ve geçirdiği değişiklikler… Tam 400 yıl Türk-Osmanlı hâkimiyetinde kalan Mekke’de Hac farizası, âdetleri ve bunların anlamları…

İslâm dininin doğduğu Mek­ke, Hicaz’ın da merkezi­dir. Mekke için tarih-söz­lü anlatılar-yazılı tarih bilgileri de içeren kaynak, Hz. Osman (644-56) döneminde yazıya ge­çirilen Kur’an’dır. Kur’an Arap diliyle en eski kitap oluşundan, bir adı da Kelâm-ı Kadim’dir. Arapça tarih-coğrafya yazım­ları 8. yüzyılda başladığından, daha önceki Hicaz ve Mekke için Batlamyus (Ptolemaios/öl. 168?) dışında kaynak aranma­malıdır.

“Hicaz” sözcüğü sınır anla­mına gelir. Kızıldeniz kıyısında sona eren Tihame Çölü’nü do­ğudaki yüksek Necid Yaylası’n­dan ayıran ve Sarad denen dağ­lık bölge Hicaz’dır. Bu coğrafya­nın kalbi, hayat kaynağı Kayalık Tepeler’le bunların aralarını kapatan surların kuşattığı vadi­deki vaha, vahanın berrak tatlı su kaynağı da Zemzem Kuyu­su’dur.

İnsanlık bu bitek yeri ne za­man keşfetti ve yerleşti soru­suna yanıt yok denebilir. Söy­lenceler, Hicaz yurdunun bu mümbit/cazip vahasında Hz. Âdem’i, onun soyundan nebi­leri, Zemzem denen su kayna­ğını keşfederek ilk kuyuyu ya­pan İbran(î) peygamberlerini, baba-oğul İbrahim ve İsmail’i tanıtan yarı mitolojik-masalsı kıssaları nakleder. Bunlar Ana­dolu kültürlerine de yerleşmiş; İslâm coğrafyasının sözlü-yazı­lı kısas-ı enbiya (Peygamberler tarihi) içerikli inanış ve kültür birikimleriyle harmanlanmış­tır.

Batlamyus’tan alıntı bilgiye dayanarak, Hicaz havzasında 2. yüzyılda bölgelerarası alışveriş ilişkilerinin başladığı ileri sü­rülmüştür. Burada pazar hare­ketlerinin, Anadolu’daki yaban­lı pazarları işlevinde geliştiği olasıdır.

Mescid-i Haram ve Kâbe Arkada solda Osmanlı Hükümeti’nin Kâbe-i Vehhabi saldırılarından savunmak için Mısır Valiliği’ne yaptırdığı Ecyad Kale ve kışlası görülüyor

Mekke konfederasyonu

Ptolemaios, Geographike ese­rinde Arap Yarımadası’nın en eski kentlerinden biri olan Mekke’yi Macoraba olarak yaz­mış. Bu yazılım Mekke’yi oldu­ğu gibi, şehrin yüzyıllar sonra İslâmiyet’in merkezi olmasıyla kazandığı “Mükerreme”yi (ulu, çok saygın) de çağrıştırıyor. Bu nadide eserin Bizans döne­minde çıkarılan iki kopyasın­dan biri, bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunuyor (Codex Seragliensis adlı nüshanın tıp­kıbasımı 2016 tarihlidir). Ken­tin önündeki çukur tabana da Zemzem Kuyusu’ndan taşan sular biriktiğinden el Batha de­nirmiş.

Kızıldeniz-Doğu Akdeniz kıyılarından Fırat ve Dicle’ye, Basra Körfezi’ne kadar sınır­lanan Arap Yarımadası’nın öncelikle de Hicaz bölgesinin pazar-panayır ortamını ku­caklayan Mekke yerleşiminin bir kent olarak kuruluşu için en geç 1. yüzyıl önerilebilir. İs­lâm dininin doğduğu yer, bun­dan 500 yıl sonra bu yeni dinin kutsal merkezi olacaktır. Arap Yarımadası’ndaki daha eski dinler-peygamberler yurdu ve “hac” merkezi ise Kudüs bilinir. İbadet için ziyarete (Hacc’a) gi­dilen ikinci kent ayrıcalığı da Mekke’dedir.

Geç dönem İslâm kaynak­ları Hicaz’ın merkezi Mekke’yi, Cebel-i Ebi Kubaynas Dağı’nın eteğinde gösterir. Burada ye­ni dönemi başlatan yerleşikler, kuzey Hicaz’dan, asker kimlikli Kusay’ın buyruğunda göçenler­miş. Bunlardan Huzza boyu­nun bir oymağı da Hz. Muham­medi’nin atalarının mensup olduğu Kureyşlilermiş. Bu Ku­reyş topluluğundan bir tüccar­lar grubu, Dârül-Nedve denen bir yönetim kurarak Mekke’yi yönetirken, Kayzer’in (Roma imparatoru) ve Sasanî Hüs­revî’nin (İran şahı) güven bel­geleriyle vahadaki pazar/pana­yır işlerini üstlenmişler. Roma, İran, Suriye, Yemen, Hindis­tan ve Çin’e kadar ülkelerle mal alım-satımını kuşaktan kuşağa sürdürmüşler. Mekkeli tüccar­ların kendi kervanları Yemen’e, Suriye’ye işler; buralardaki pa­zarlara Hint baharatı, Çin ipeği kumaşlar yağ, silahlar, altın, al­tın tozu, fil dişi, köle taşır; bun­ları Cidde’de Akdeniz’deki tica­ret gemilerine satarlarmış.

Şu kadar ki 7. yüzyılın ilk çeyreğinde Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslâmiyet öğreti­leri Dârül-Nedve’nin ticaret ve yönetim geleneğine aykı­rı görülerek tartışmalar-çatış­malar başlamış. Hz. Muham­med’in önce kendisinin, ardın­dan Müslümanların, yerli halk çoğunluğu Yahudi olan Yesrib’e (Medine) hicreti nedeniyle bu kent şenlenirken; Mekke’deki müşriklerle başlayan mücade­le 6 yıl sürdükten sonra Medine Müslümanlarının zaferiyle so­nuçlanmış. Mekke’nin sönüşü de buna bağlanır: Sûkü’l Ukaz Panayırındaki alışveriş düzeni, Kâbe ve çevresindeki gelenek­ler, put ziyaretleri, kurban âdet­leri, Arap şairlerin kasidelerini Kâbe duvarlarına asarak ödüllü yarışmalara katılmaları, at-de­ve yarışları, köle alım-satımları, içkili rakslı eğlenceler… İslâm öğretisi bunlara yasak ve günah yaptırımları getirirken, kervan ticaretinin de Basra-Fırat ana­yoluna kayması sonunda Mek­ke’nin de parlaklığı sönmeye yüz tutmuş.

Hacılar Medine’de Mekke’ye Hacca gidenler, Medine’ye de giderek Harem-i Şerif’i ve diğer kutsal yerleri de ziyaret ederler (19. yüzyıl sonu).

İlk Hac: Yeni dönem

Hz. Muhammed’in 628’de Hac ziyaretini farz kılarak Mekke’ye yönelişi ve barışçıl yürüyüşü; Hudeybiye Antlaşması ardın­dan Peygamber’in 630 yılında 10 bin Müslümanla Mekke’ye vedaya gidişi; daha önce farz kı­lınan namaz,oruç ve zekâttan sonra bu kez salt zengin Müs­lümanların yaşamlarında bir kez Hac ibadeti için Mekke’ye gelip Kâbe’yi tavaf etmelerinin farz kılınması; Medine-Mekke ve bütün Müslümanların barış­ması; Mekke’nin yeniden dirili­şi sayılır.

Hz. Muhammed ve Dört Halife dönemlerindeki gelişme­lerinden sonra Mekke’nin ba­yındırlığını ve Kâbe’nin imarını önemseyen, Emevî egemenliği­nin kurucusu Emirülmüminin Muaviye (661-681). Karışık­lık, savaş ve göçlerden sonra, doğduğu Mekke’nin bayındır­lığı için girişiminde bulunarak Kâbe’yi onartıp avlusunu geniş­letmiş, sel baskınlarını önleyici setler yaptırmıştır.

Kâbe yapısı ve anlamı

Kâbe’ye Beytullah, Beyt-i Mu­azzam da denir. Ancak yeryü­zünde Tanrı’ya bir yer/ev ya­kıştırmak (Beytullah), İslâm inancı açısından tartışmalı olmalıdır. Tapınaklara “Tan­rı Evi” demek Sümer çağından beri söylenegeldiğinden İslâmi­yet öncesi Cahiliye Dönemi’nde de geçerliydi. İlah, Lat, Menat… nitelemeli putlar Kâbe içinde korunup bunlara o ortamda dua edildiğinden Kâbe’ye “Beytul­lah’ denmiş olabilir mi? Dinler tarihi profesörü merhum Mük­remin Halil Yınanç (öl. 1961), Mezopotamya uygarlıklarında Bab-il’in Tanrı kapısı/ tapınak, Cebrail’in Haber Tanrısı, Az­ra-il’in Ölüm Tanrısı anlamın­da olduğunu; Semavi dinlerde ise Tanrı “İl”in ilâh, Cebrail ve Azrail’in de melek sayıldığını söylemişlerdi.

Hangi önceki inancın tapı­nağı olduğu bilinmese de, İbra­him ve İsmail’in yaptıkları ilk tapınağa kare-küp biçiminden dolayı Kâbe adını verdikleri; Kızıldeniz, Yemen, Basra, doğu­da Suriye’den gelen çöl yolları­nın buradaki panayırda insan­ları buluşturduğu; Sûku’l-Ukaz çarşı-pazarı ortamında Kâbe ve Mekke söylencelerinin de Kı­sas-ı Enbiya anlatılarına katıl­dığı malumdur.

Kâbe, İslâmiyet’in doğduğu yıllarda üstü açık, dörtgen biçi­minde, 1 adam boyu yükseklik­te, ahşap hatıllı taş duvarla çev­rili tek kapılı bir tapınakmış. Her yıl yinelenen Sûkü’l-Ukaz panayırlarına gelenlerden Hz. İbrahim öğretisine inananlar, Kâbe’yi ve Zemzem Kuyusu’nu ziyaret eder, kurban keserler­miş. Olasılıkla Kureyş toplumu da bu inançtaydı. Ancak Müs­lümanlar bunlara “Müşrikler” (Allah’a ortak koşanlar) demiş­lerdi. Bu ayrılış nedeniyle yüz­yıllardır işleyen düzenin Hz. Muhammed’in peygamberliği­ni ilanı sonrasında dağılacağı kaygısı doğdu. Yeni dine dire­nenler arasında Peygamber’in en yakın akrabaları da vardı. O zamana kadar Mekke kervan­larıyla Yemen üzerinden Çin ipeklileri ve seramikleri, Hin­distan’dan baharat ve kokular Kızıldeniz’e, oradan da Akde­niz dünyasına ihraç ediliyordu. Mekke pazarı her anlamda bir ihracat anbarı ve merkeziydi.

Hattat Mustafa Nazif kaleminden 1718’de yazılmış Muhammediye’nin 1881’de resimlendirilen taşbaskısı nüshası (solda). 1933’te Devlet Matbaası’nda basılan Tarih II’de Mekke, Mescid-i Haram ve Mekke çizimi (sağda).

Hz. Muhammed’in Kâbe’ye ilgisi konusunda bir anekdot vardır: Daha genç ve peygam­ber değilken selden yıkılan ta­pınağın duvarları yeniden örül­düğü sırada, kutsal taş Hace­rü’l-Esved’i eski yerine Kureyş ulularından kimin koyacağı kendisine sorulmuş. O da taşı sırtından çıkardığı hırkasına koyarak, Kureyş’in ulularına bi­rer ucundan tutturup kaldırt­mış ve yine kendisi alıp doğu köşedeki yerine koymuş. Bu an­latı, Hacerü’l-Esved’i ve Kâbe’yi Hz. Muhammed’in İslâmî açı­dan da kutsal saydığına kanıt gösterilir.

Daha Mekke’nin fethin­den önce, Hicret’in 2. yılında Kudüs’ün yerine Kâbe’yi kıb­le gösteren Hz. Muhammed, Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’nin yapısında bir değişik­lik yaptırmamış; ancak için­de-çevresinde taştan, çömlek çamurundan, ahşaptan putla­rı kaldırtmış veya kırdırmış­tı. Mekke’nin fethinden beri Kâbe’nin 4 cephesi de kıble; Mescid-i Haram/Harim denen tavaf avlusu da açık mescit iş­levinde tavaf ve ibadet alanıdır. Bu avluda yürümece dönüş­lerle Kâbe tavaf edilir. Kâbe içinde ibadet yapılmaz. Kâbe ve Mescid-i Haram Müslüman olmayanlara kapalıdır. Burada ve çevresinde pek çok ziyaret yerleri ve mezarlar varken, Hz. Hadice-i Kübra’nın türbesi dı­şındakileri, Suudîler bidat sa­yarak yıkmışlardır.

Hicaz’ın ikinci merkezi ko­numundaki Medine de Hac’cın ikinci ziyaret yeri, rüknü/nok­tası olageldiğinden burada da başta Harem-i Şerif ile Mes­cid-i Saadet ziyaret edilir.

 Krize yolaçan fotoğraf Padişahın doğumgünü kutlaması için yapılan tören esnasında Harem-i Şerif’te çekilen fotoğraf krize neden olmuş; fotoğrafı çektiren Mekke Vali Vekili Halil Bey (işaretli), Mekke Emareti Kaymakamı, Naibü’l- Harem Muavini ve Mekke Mahkeme-i Şeriyye Naibi başkente şikayet edilmişti.

Kâbe’deki değişimler

Kâbe tarihi esatire uzanan bir zamanı hatırlatsa da İslâmiyet öncesi kapalıdır. Müslüman­ların yöneldiği ilk Kâbe, kaba hasırlarla kaplı ahşap bir kafes içindeydi. Sonra dört duvarına ahşap sütunlar dikilip dışarı­dan hasırlarla, daha sonra ka­lın perdelerle kuşatıldı. Amaç, daha somut yapısal bir kütle görünümü kazandırmak, bir zamanlar putların sıralandığı iç görüntüyü de olasılıkla unut­turmaktı.

Hacca gidenlerin vakfeye durmak için çıktıkları Arafat tepesi ve hacılar, 1890’lar. (üstte). Kâbe-i Mükerreme
ile etrafındaki görünen hânelerin suretidir. Taşbaskı Muhammediye 1881, sf. 164 (üstte sağda).

Bu ilk ahşap Kâbe, bakı­cısı ve tütsüleyicisi kadının elindeki buhurdandan tutu­şup yanınca, Cidde’de kara­ya oturan bir Bizans gemisi­nin enkazından yine taş temel/ su basman duvarları üstüne ahşaptan yapılmış ama bu da kısmen yanmıştır. Emevi Ha­lifesi Yezid’e karşı Mekke’de halifeliğini ilan eden Abdul­lah bin Zübeyr, Kâbe’yi onara­rak Mescid’i Haram’da çadır kurmuş ama, 683’te bir Emevî ordusu Kâbe’yi mancınık­larla taş yağmuruna tutarak tahrip etmiş. Çıkan yangın­da da Hacerü’l-esved çatlayıp üç parçaya ayrılmış. Abdullah bin Zübeyr kendisi de çalış­mış; Mekke taşından, Yemen harcından yeni Kâbe yapılmış. Sonraki dönemlerde de Kâbe, Mescid-i Haram ve o çevrede­ki “makam” denen ziyaret yer­leri, mezarlar birçok tahribat görmüş ve onarılmıştır.

Emevîlerden sonra Mek­ke’nin yönetimi ve Kâbe’yi tavaf işleri Abbasi halifeleri­ne geçmiştir. Halife Harun Reşid’in (783-805) Bağdat’ta toplanan hacı kafileleriyle 9 defa Hacca gitmesi ilginçtir. Mekke’yi, Kâbe’yi, Hac işlerini düzene koyan da bu halifedir. Harun Reşid’in Mekkelileri ti­caretten uzaklaştırarak onlara hazineden ödenek bağlaması daha ilginçtir!  

Surre Emini efendinin Mekke’de, Medine’de surre dağıtacağı görevlileri gösteren defterden…

9. VE SON YAPI

Bugünkü Kâbe 1630 Osmanlı yapısı

1. Ahmed’in oğlu Sultan 4. Murad (1623-1640), 1629’daki aşırı yağmurlarla Mekke’yi basan selde Kâbe’nin de 1.5 metre su için­de kaldığı, daha sonra yıldırımların isabetiyle yapının tamamen yıkıl­dığı haberini alır. Bunun üzerine Nakibüleşraf Sofçu Emir Efendi’yi bina emini göreviyle, hassa mimar­ları ocağından kalfalarla Mekke’ye gönderir. Yapılan keşifte, yıkılan duvarların temel taşları seviyesine indiği saptanır ve Mekkeli bilenler­le incelemeler yapılarak Kâbe’nin eski durumuna göre restitüsyonu yapılır. Söylenceye göre bu işlemden sonra ortaya çıkan yapı, 9. ve son Kâbe kabul edilir. Eğer Suud hükü­metinin daha sonra yapısal bir mü­dahalesi olmamış ise, günümüzde tavaf edilen Kâbe, Osmanlı hassa mimarlarının eseri olup 1630’da bugünkü hâlini almıştır.  

SİTARE-RİDA-KİSVE

Kisve/Sitare yün
ipek dokumalı kalın
kumaşa Kur’an âyetleri
dokunuyordu (18.
yüzyıl). Her yıl yenilenen
Kâbe örtüsünden bu
parça, bir hacıya hediye
edilmiş.

Kâbe’nin örtüsü Mısır’da dokunuyordu

Kâbe’nin eski çağ tapınakların­da da görülen, dikkati çeken özellikleri vardır. Kaba taştan örülü bir küp/kare prizma biçimi, yalınlığı, içinin ibadete kapalı olması, tavaf denen ibadetin dışar­da-etrafında dönülerek yapılması, rida-perde-sitare-kisve denen si­yah örtüsü bunlardandır. Sözkonu­su örtü, Kâbe’yi gizlerken, duvara kapanarak tapınmayı önlemek için de olmalıdır. Dört yönde duvar­ların üstündeki bakır halkalara tutturulan özel dokuma siyah kalın perdeler her yıl yenilenir. Etekleri, yağmurdan-selden etkilenmeye­cek yükseklikte kesiktir ve bağlıdır.

Halife Harun Reşid’in katıldığı Kâbe ziyaretlerinde, eski-yeni örtü değiştirme töreni de yapılırmış. Sonraki devirlerde sitare işini üstlenen Osmanlı padişahları, yün ve ipek karışımı kalın dokumalı, Kur’an ayetleri desenli örtüleri Mısır’da belli köylerde dokutur, bu işi yapanlar vergiden muaf tutu­lurmuş. Sitare balyaları develere yükle­nerek Mısır’dan Şam’a, oradan da surre alayı ile Mekke’ye gönderilirmiş. Kendisi için bir Kâbe maketi yaptıran dindar padişah 1. Ahmed, onun karşısında namaz kılarmış.

SURRE ALAYI /MAHMİL-İ ŞERİF

Mekke ve Medine’ye giden altın-gümüş yüklü develer

Abbasi halifelerinin başlattığı surre alayı geleneğine önce Memlûk sultanları, sonra Osmanlı padişahları vâris olmuşlardır. Bunun anlamı şudur: Mekke ve Medineliler Hz. Muhammed’in akraba ve hem­şerileri sayıldığından, onları refah içinde yaşatmak bütün Müslüman­lara, başta da sultanlara düşen bir görevdi! Bunun için Hac mevsimi yaklaşınca surre denen altın-gümüş dolu ve mühürlü keseler sandıklara doldurulur; “mahmil” denen bu sandıklar develere yüklenir; mah­mil-i şerif/surre alayı, surre emini başkanlığında törenle uğurlanırdı.

Durak yerlerinde vakıf gelirleri, zekât ve hayır paraları da teslim alınır; aylar süren yolculukla Şam’a ulaşılınca buradan sonra soyguncu­lara karşı surre kervanını bir süvari alayı korurdu.

Yolda sadaka dağıtılır, Medine ve Mekke’de Surre emini elindeki deftere göre bu iki kent halkına bir dahaki hac mevsimine dek ge­çimlerine yetecek ödentileri, hayır paralarını dağıtırdı. Hicaz Müslü­man Arapları vergiden muaftılar. Anadolu ve Rumeli’de yoksulluk önlenemezken, Hac mevsiminde Hicaz yoksullarına (!) develere yüklü altın-gümüş dağıtmak yet­mezmiş gibi, Hac’ca gidenler de bir bakıma “inanç turistleri” olarak o topraklara para taşırlardı.

KAVM-İ ARAB-I NECİB VE ETRAK

Müslüman Arap Türkten de üstün!

Arabistan Yarımadası çöl bölgeleri dışında 1517’den 1918’e kadar 401 yıl Türk-Os­manlı yönetiminde kaldı. Bu süre, Abbasîler ve Memlûkler de dikkate alındığında Arabis­tan Yarımadası’ndaki en uzun hakimiyettir. Diğer yandan Os­manlı padişahları ve yöneticileri, Müslüman-Arap kabilelerine, Türklerden ve öteki ulus-top­luluklardan daha üstün bir say­gınlık bahşetti. Resmî yazılarda “kavm-i Arab-ı necib” derlerken, kendi soylarına “etrak” (Türkler, köylüler) dediler. Arabistanlı veya Arap kökenli köle alım-satı­mı yasaktı.