Avrupa Birliği’nin oluşumunda büyük pay sahibi olan Jacques Delors, Türkiye’de maalesef “Batı ve Hıristiyan kulübü”nün sözcüsü olarak tanıtıldı, yansıtıldı. Kendi kulüpçülüklerini sürdürmek için Avrupa’dan medet umanların yazdıklarının aksine, “Türkiye’ye tavır almak, AB’yi Hıristiyan kulübüne dönüştürme riski taşır” demişti.
Geçen yılın son haftasında 98 yaşında hayatını kaybeden Jacques Delors, bugünkü Avrupa Birliği oluşumunun, hem fikirsel hem de uygulamadaki en önemli figürüydü. Vizyonu, tutkusu ve çalışkanlığıyla en fazla iz bırakan liderlerden biri oldu. “Modern Avrupa’nın mimarı olarak” adını tarihe kazıdı.
1985-1995 arasında AB Komisyonu’nun başkanlığını yürüten Delors, her kafadan ayrı bir sesin çıktığı Avrupa Birliği’ni usta bir orkestra şefi gibi yönetti. Tek para birimi Euro, tek pazar, Schengen Ortak Vize Sistemi, Erasmus Öğrenci Değişim Programı, onun imzasını taşıyan eserlerden sadece birkaçı…
Türkiye’nin de 14 Nisan 1987’de AB’ye yaptığı tam üyelik başvurusu, Delors dönemine denk düştü. Delors’un Türkiye’nin adaylığı ve AB üyeliğine dair görüş ve tutumu geçmişte çok tartışıldı. Ve akıllarda esas olarak Delors’a atfen dolaşıma sokulan “AB’nin bir Hıristiyan Kulübü olduğu” ve bu nedenle Türkiye’nin üyeliğine karşı çıktığı cümlesi kaldı. Vefatının ardından da Türk basınında -hangi çizgide olursa olsun- bu şekilde anıldı.
Oysa, Delors’un ağzından hiç böyle bir söz çıkmamıştı. Peki nasıl oldu, ne oldu da bugüne kadar süren böyle bir yanlış algı oluştu?
O dönem Brüksel’de görev yapan Türk gazetecilerden biri olarak, gerçeğin ve hadisenin perde arkasının en yakın tanığıyım. Her şey Delors’un 1989 Eylül’ünde Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi önünde yaptığı konuşma ile başladı. Delors, 17 sayfalık konuşmasının 8. sayfasında şöyle bir cümle kullanıyordu: “Tarihçi Fernand Braudel, Avrupa’nın Hıristiyan dini, rasyonel düşünce biçimi, bilim ve teknik gelişimi, devrim ve sosyal hakkaniyet arzusuyla hep birlikte aynı kadere bağlandığını ortaya koydu.” Delors tarafından Avrupa’nın kültürel kimliğinde Hıristiyanlığa atıf yapılması kimi Türk gazeteciler açısından bir yargıda bulunmak için yeterliydi.
Konuşmasının ardından düzenlenen basın toplantısında Delors, bu konuya ilişkin bir soruya da şu cevabı verdi: “Okuduğum kitaplarda, Avrupa’nın kültürel açıdan Hıristiyanlığın, Roma Hukuku’nun ve Yunan hümanizmasının bir ürünü olduğunu gördüm.” İşte o sözler bazı gazeteciler için bir itiraftı. Diğer meslektaşlarımızın hakkını yemeyelim, “Delors AB’nin bir Hıristiyan Kulübü olduğunu kabul etti” başlığı Fehmi Koru’ya aittir. Burada daha çarpıcı olan ise, Türkiye’de kendisini “ulusalcı, milliyetçi, muhafazakar, İslâmcı” olarak niteleyen neredeyse tüm Sol ve Sağ kesimlerin bunu doğru kabul edip “işte Avrupa’nın gerçek yüzü bu” diye ortalığı birbirine katmasıydı.
Delors’a 1997 Mayıs ayında, İsveç’in Malmö kentinde düzenlenen Avrupa Sosyalist Partiler toplantısında, o yaptığı konuşmanın Türkiye’de “Avrupa Birliği bir Hıristiyan Kulübüdür. Bu yüzden Türkiye’nin üyeliğine karşıyım” şeklinde yansıdığını söylediğimde çok şaşıracak ve şöyle diyecekti: “Bunu reddediyorum. Biz Hıristiyan bir Avrupa kurmuyoruz. Başta dinî açıdan olmak üzere, Türkiye’ye yapılacak her türlü ayırımcılığa karşıyım. Türkiye ile ortak bir geleceğimiz var ve bu geleceği birlikte kuracağız.”
Bu röportaj Milliyet gazetesinde bu şekilde yayımlandığında, Fehmi Koru Zaman gazetesinde Taha Kıvanç takma adını kullandığı “Kulis” köşesinde “Yaşlılık Kötü Şey” başlığıyla uzun bir yazı yazacak ve Delors’un yaşlandığı için o zaman söylediklerini hatırlamadığını ileri sürecekti! Koru ayrıca, “Öyle sanıyorum ki, Ahmet Sever, kendisiyle bir daha karşılaştığında, Strasbourg konuşmasını kendisine hatırlatacaktır” diyecekti.
Ben de 17 Haziran 1997 tarihli Milliyet gazetesindeki köşemde, “Fehmi Koru’ya açık mektup” başlığıyla uzun bir yazı kaleme aldım. Delors’a Strasbourg’taki konuşmasını hatırlattığımı, sözlerinin Türkiye’de, “AB Hıristiyan kulübüdür” şeklinde algılandığını söylediğimde bunu kesin bir dille reddettiğini ifade ederek şunları yazdım:
“Fehmi Koru Delors’a ‘sen bunadığın için daha önce söylediklerini hatırlamıyorsun’ diyor. Şimdi Avrupa’nın kültürel kimliğinde Hıristiyanlığın da yer aldığı yalan mı? Bu gerçeği yok mu sayacağız? Ama burada önemli bir çizgi var: Avrupa’nın temelindeki unsurlardan birinin Hıristiyanlık olduğunu söylemek başka şey, buradan yola çıkarak, ‘Avrupa’nın Müslümanlara kapalı bir Hıristiyan Kulübü’ olduğunu ileri sürmek başka şey… Her şeyden önce bir kompleksimizden kurtulmamız gerekiyor. Avrupalının ağzından bir Hıristiyan lafı çıkmaya görsün, bundan hemen kendimize dönük bir ‘dışlama payı’ çıkarıyoruz. Sanırsınız ki, Türkiye, ekonomide, demokrasi ve insan haklarında tüm koşulları yerine getirmiş; Avrupa, bizi sadece Müslüman olduğumuz için içine almak istemiyor. Ayrıca, bir gazeteci olarak, bir konuşmayı aktarırken, ne kolay tırnak içine alıyoruz. Delors, iki nokta üst ste tırnak aç, ‘AB, Hıristiyan Kulübüdür’ tırnağı kapat dedi. Delors, ‘Ben böyle bir şey söylemedim’ dediğinde de yanıt hazır: ‘O anlama gelen sözler söyledin’. Hem biraz da kendimize bakalım. Müslümanlık Türk kültürel kimliğinin bir parçası değil mi? Refah Partisi’ni geçtim, Türkiye’de Avrupa bayrağını taşıyan Başbakan Çiller bile, ‘Avrupa’ya cami ve ezanı sokacağız’ diye haykırmıyor mu?”
Ancak tabii olan olmuş ve o sarfetmediği sözler Delors’un üstüne yapışıp kalmıştı.
Oysa Delors, daha sonraki yıllarda Türkiye ve İslâm hakkındaki görüşlerini net biçimde aktaracak; 2007’de yayımlanan Trajik ve Muhteşem Avrupa isimli kitabında, Avrupa’nın çoğul bir kimliği olduğunu, kültürel kimliğin siyasi bir ilke haline getirilemeyeceğini, Avrupa’nın farklılıkları biraraya getiren kimliği içinde İslâm’ın da yer aldığını vurgulayacaktı. Dahası, 27 Mayıs 2009 tarihinde Paris’te verdiği bir konferansta, Türkiye’nin üyeliğine olumsuz bakan Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Alman Başbakanı Merkel’e hitaben şunları söyleyecekti: “Türkiye’ye ‘hayır’ denmesine kesinlikle karşıyım. Türkiye’ye karşı tavır almak, Avrupa Birliği’ni Hıristiyan kulübüne dönüştürme riski taşır.”
Bu beyanat da Türkiye’de hiçbir yankı bulmadı; zira hüküm verilmişti bir kere.
AYLA ALGAN (1937-2024)
Türk sanatında iz bırakan emek ve ışık dolu bir yaşam
86 yaşında aniden ölen usta sanatçı sadece başarılı bir oyuncu değil, aynı zamanda eğitimci, yönetmen ve şarkıcı olarak da hayatımızda yer aldı. En ağır rolleri daima yoğun emekle sırtladı, Türkiye prömiyerlerinde sundu. Dürrenmatt’ın “Fizikçiler” oyunundaki yorumuyla efsaneleşen oyunculuğu onu ışıltılı yıldızlar katına yükseltti.
Ayla Algan’ı 4 Ocak’ta yitirdik. 86 yaşındaki sanatçı İstanbul Drama Sanat Akademisi’nde verdiği derslerle hem tiyatro hem de dizi oyuncuları yetiştiriyordu.
Algan, 1960’larda olgunluk dönemine ulaşan Türk tiyatrosu için bir armağan, benzeri zor bulunur bir başrol oyuncusuydu. Paris’te Versailles Lisesi’nde okumuş, eşi yönetmen Beklan Algan’la birlikte New York’taki Actors Studio’da eğitim görmüştü. Ülkemize 1960’ta dönüşlerinde Muhsin Ertuğrul genç çifte kollarını açmış, onları İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun vazgeçilmezleri yapmıştı. Alganlar’ın, oyuncu ve yönetmen olarak ortaya koydukları yetkinliğin tanığıyım…
Ayla Algan, ağır rolleri yoğun emekle sırtlayarak Türkiye prömiyerlerinde sunmayı sürdürdü. Katkıda bulunduğu “ilk”lerden yalnızca kendi bildiklerimi sıralayayım. 1963-64’teki ilk profesyonel Brecht oyunu Sezuan’ın İyi İnsanı, tutucu zorbalar tarafından saldırıya uğramış ve kısa süre sonra kaldırılmıştı. Ayla, Türkiye’de sahneye çıkan ilk “Shen-Te/Shui-Ta” karakteriydi.
Onu 1 yıl sonra, Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sının Tuncay Çavdar’ın sahnelediği Kent Oyuncuları yapımında Müşfik ve Yıldız Kenter, Şükran Güngör ile birlikte görüyoruz. Gangster Mac’in sevgilisi Polly’deki -Brecht müziğinin gerektirdiği gibi yorumlanmış- şarkılarıyla ve güçlü oyunculuğuyla ustalar karşısına yaman bir “rakip” olarak çıkan sanatçıyı aynı oyunda tam 3 kez izlemiş olmanın mutluluğunu şimdi daha çok duyuyorum.
1965’te İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda Türkiye prömiyeri yapılan Dürrenmatt’ın Fizikçiler oyunundaki yorumuyla efsaneleşen oyunculuğu Ayla’yı ışıltılı yıldızlar katına yükseltmiştir. Aynı dönemde dünya prömiyeri yapılan Oktay Rifat’ın Çil Horoz’unda yine öndedir…
1970’te Ayla’yı, Genco Erkal ve arkadaşlarının kurdukları Dostlar Tiyatrosu’nda izliyoruz. Alain Decaux’nun Rosenbergler Ölmemeli başlıklı yapıtında casusluk suçuyla ABD’de mahkemesi yapılan ve idam edilen Rosenberg çiftini, hayranlık uyandırıcı yorumlarla canlandıran Ayla ve Genco’nun başarısı tiyatro tarihimize kazınmıştır.
Ayla, Paris’in ünlü Olympia’sında sahneye çıkan ilk Türk şarkıcıdır (1971)…
1984’te Bilsak Tiyatro Atölyesi’nde, 1988’de Tiyatro Araştırma Laboratuvarı’nda (TAL) çalışmalar yapılır. Ayla, 1989’da Uluslararası Tiyatro Enstitüsü’nün (ITI) İstanbul kongresinde, La Mamma’nın kurucusu Ellen Stewart’ın sahnelediği, St. İrene Kilisesi’nde sunulan müzikli “Yunus Emre” gösterisinin yıldızlarındandır. 13. İstanbul Tiyatro Festivali’nin açılışı için Rumelihisarı’nda Genco Erkal’ın düzenlediği ve tiyatromuzun “büyük kadınları”nı buluşturduğu “Nâzım’a Armağan” gösterisinde Ayla Algan da vardır…
Tiyatro, sinema ve dizi sanatçısı, yönetmen, şarkı ustası, tiyatro eğitimcisi, oyuncu koçu, güzel insan Ayla Algan’ı hep o sıcacık anlarda anımsayacağım.
(16 Ocak 2024 tarihli Cumhuriyet gazetesinden kısaltılarak alıntılanmıştır.)
MEHMET EYMÜR (1943-2024)
Çok fazla konuştu, ama birçok sırrı yanında götürdü
Yazdığı MİT raporları, siyasilerle ve üst düzey bürokratlarla girdiği polemiklerle bilinen Mehmet Eymür, istihbarat dünyasının en “renkli” isimlerindendi. İşkence yaptığını gizlemeyen Eymür, 12 Mart sürecine bizzat damgasını vurmuştu.
Türk istihbarat tarihinin en tartışmalı isimlerinden biri olan eski MİT Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür, 15 Ocak’ta 81 yaşında öldü. Babası MİT’in önemli isimlerinden Mazhar Eymür’dü. Baba mesleğine genç yaşta, öğrenciyken başladı. 1965’te girdiği MİT’te 12 Mart döneminde parladı. Adı daha sonra hep birlikte geçecek olan Hiram Abas’la birlikte 1. Ordu Komutanı Faik Türün’ün emrinde çalıştı ve ünlü Ziverbey Köşkü’nün işkencecilerinden biri oldu. Dönemin Sol gençlik liderlerinin katledildiği operasyonlara bizzat katıldı.
12 Eylül’den sonra Kenan Evren’in damadı Erkan Gürvit tarafından ASALA’ya karşı operasyonlar için görevlendirildi. Daha sonra ‘Babalar operasyonu’ olarak bilinen yeraltı dünyasına yönelik tutuklamaları yönetti. Yazdığı raporlar da büyük sansasyon yarattı.
1. MİT Raporu basına sızdırıldı ve aralarında Mehmet Ağar’ın da bulunduğu bir takım polis şefleri, mafya ile bağlantılı olmakla suçlandı. Yine basına sızdırılan 2. MİT Raporu’nda Abdullah Çatlı’nın devlet içindeki bir grup tarafından kullanılmasına yer verildi. Bu raporların ardından açığa çıkan güvenlik bürokrasisi içindeki çeteler, Abdullah Çatlı’nın öldüğü Susurluk skandalı ile gözle görülür hâle geldi. Eymür, Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ı birçok operasyonda kullandığını kabul etti. Ancak bu operasyonların yurtdışında yapıldığını ileri sürdü.
Art arda patlayan skandalların ardından ABD’de görevlendirildi. Alaattin Çakıcı’nın yakalanması üzerine Türkiye’ye çağırıldı ve emekli edildi. Emekliliğe bir süre direnen Eymür, yeniden ABD’ye döndü. Bu dönemde Analiz adlı bir kitap yazdı, kurduğu ATİN adlı site ile devlet-mafya bağlantılarına yönelik birçok iddiada bulundu.
Doğu Perinçek ile sık sık sert polemiklere giren Mehmet Eymür, katıldığı son televizyon programında işkenceyi de savunmuştu! Mehmet Eymür, bir istihbaratçıdan beklenmeyecek kadar çok konuşmasına rağmen, birçok sır ve günahla blrlikte bu dünyadan göçtü.
YÜKSEL UZEL (1950-2024)
Klasik Türk Müziği’nin önemli sanatçılarından Yüksel Uzel 7 Ocak’ta öldü. 1975-1997 arasında aktif olan Uzel, müzik dünyasına İstanbul Belediye Konservatuarı korosuyla adım attı. Sahne hayatı 1978’de Büyük Maksim Gazinosu’yla başladı ve 5 yıl sonra ilk albümü olan “Bir Seni Bir Gülü Öptüm”ü çıkardı. Müzik hayatı devam ederken sinemaya da atılan Uzel, 1987’deki “Islak Sokak” filminde başroldeydi. Sağlık sorunlarıyla uğraşan Uzel, 1997’de sahne hayatına son verdi; 2004’te Güney Afrika’ya yerleşmişti.
SÜREYYA BERFE (1943-2024)
Ocak ayında Urla’da ölen usta şair, erken dönem kariyerinde Süreyya Kapınak ismini kullandı. Hukuk ve felsefe bölümlerinde öğrenim gören yazar, İkinci Yeni Akımı’nın son temsilcilerindendi. Milliyet Sanat, Varlık, Gösteri, Papirüs dergilerinde şiirleri yayımlanan Berfe, daha sonra İkinci Yeni Akımı’nı eleştiren bir duruş sergiledi. Çeşitli yayınevlerinde çalıştı, reklam yazarlığı yaptı, 1972’de Asyalı dergisini çıkardı. Berfe’nin şiirleri, hayatı boyunca birçok ödüle layık görüldü.
SADULLAH CELEN (1960-2024)
Sinema hayatı, “Züğürt Ağa” filminde yönetmen yardımcılığıyla başlayan Sadullah Celen 3 Ocak’ta öldü. Genç yaşta kaybettiğimiz yapımcı-yönetmen Celen, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümü’nden mezun oldu. Kariyeri boyunca birçok belgesel, film ve dizinin yönetmenliğini yaptı. “Fatih-Harbiye”, “Yedi Numara”, “Sıcak Saatler”, “Elimi Bırakma”, “Güneşin Kızları” ve “Benim Güzel Ailem” gibi bir zamanların en çok izlenen dizileriyle hep akıllarda kalacak.