Ünlü Amerikalı yazar Jack London alkolikti ama, 1913’te içki yasağının en güçlü propaganda metnini o yazmıştı: “Kadınlar oy hakkını kazanınca, oylarını içki yasağı için kullanacak… Alkoliğin tabutuna eşler, kız kardeşler, anneler çiviyi çakacak”. Gerçekten öyle oldu. İçki yanlısı “yaşlar” ile içki düşmanı “kurular” arasındaki mücadele ikincilerin zaferiyle sonuçlandı. Büyük bir toplumsal hareket, 1920’de ABD’ye içki yasağını getirdi. Ama yasak beklendiği gibi gecekonduları, sarhoşluğu, sefaleti ortadan kaldırmadı; aksine ülkeyi yeni bir suç batağına soktu. 13 yıl sonra yine kadınların önderliğinde başka bir büyük toplumsal hareket, içki yasağını kaldırdı.
16 Ocak 1920, ABD’nin bütün kentlerinde gece yarısına kadar başdöndürücü bir telaşla geçti. San Francisco yollarında bugün bile rastlanmayan bir trafik vardı. Kapı girişleri, merdiven boşlukları, kaldırımlar içki kasalarıyla tıklım tıklım dolduğundan adım atmak mümkün değildi. New York’ta ünlü Gold içki dükkânı, gece yarısına doğru envanterinin son ürünlerini kaldırıma yığmış, üzerine “Şişesi 1 Dolar!” diye bir ilan yapıştırmıştı.
Saat 24.00’ü çaldığında, ABD’de içki yasağı başladı. Yasağı getirmekte en büyük rolü oynayan Anti-Saloon League (Anti-Saloon Cephesi) adlı dernek şu açıklamayı yaptı: “Gece yarısını bir geçe… yeni bir ulus doğacak”. Yasaktan beklenenleri en iyi anlatan metin, eski beyzbolcu Billy Sunday’in Virginia Norfolk’ta yaptığı ve on bin kişinin katıldığı “diriliş toplantısı”nda söyledikleriydi: “Gözyaşlarının saltanatı bitti. Gecekondular yakında sadece bir anı olacak. Hapishanelerimizi fabrikaya çevireceğiz. Erkekler dimdik yürüyecek, kadınlar gülümseyecek, çocuklar gülecek. Cehennem artık ebediyen kiralık!”
ABD kurulduğu andan itibaren, aşırı içki içilen bir yer olmuştu. 19. yüzyılda bu yeni ülkeye gelen her yabancı ziyaretçinin dikkatini çeken bir özellikti bu. Başkan Abraham Lincoln’ün 1842’de söylediği gibi, “İçki Amerikalı bebeğin ilk gıdası, ölüm döşeğindeki adamın son düşüncesi”ydi. 20. yüzyıl başında ülke “yaşlar” (içki içenler) ve “kurular” (içki içmeyen ve içki yasağı getirilmesini isteyenler) arasında ikiye ayrılmıştı.
Alkollü içki tüketilen yerlere “saloon” deniyordu. “Kuru” militanlar ses getiren ilk eylemlerini buralarda başlattı. Saloon’ların çoğu sadece erkeklerin girdiği, içki ve sidik birikintilerinin arasında zor yürünen, iğrenç yerlerdi. Kadınlar, paralarını içkiye yatıran, evlerini ihmal eden, eşlerini ve çocuklarını döven sarhoş kocalar yüzünden saloon’ların en büyük kurbanıydı.
Ohio eyaletinin Hillsboro kentinde Eliza Thompson adlı orta yaşlı bir ev kadını, 23 Aralık 1873’te peşinde yetmişbeş kadınla kentin saloon’larına karşı saldırıya geçti. Kadınlar saloon’a giriyor, diz çökerek yüksek sesle dua etmeye başlıyordu; tabii kimse onlara dokunmaya cesaret edemiyordu. Bu eylem türü hemen her yere yayıldı. Alkolü bütün günahların anası olarak gören güçlü Baptist ve Metodist kiliselerinin desteği sayesinde kadınlar büyük bir toplumsal hareket başlattı.
Birkaç yıl sonra Frances Willard adlı bir başka kadın, 250 bin kişilik bir orduya dönüşen Kadınlar Hıristiyan İtidal Birliği’ni (WCTU) kurdu. Bu dernek kadınlara oy hakkı mücadelesinde de öncü bir rol oynayacaktı. Köpeğine “Hibbie” adını (İngilizce yasak anlamına gelen “prohibition”ın kısaltması) takan ve kendisini Hıristiyan Sosyalist olarak tanımlayan Willard, eylem alanını durmadan genişleterek sekiz saatlik işgününden, Osmanlı Ermenilerinin haklarının savunulmasına kadar sayısız davaya el attı.
Ancak Anti-Saloon Cephesi (ASL) adlı örgüt, bu siyasi hatayı yapmadı. Hedefler ne kadar çoğalırsa onlara ulaşmanın da o kadar zorlaşacağını anlayan cephe, kendine tek bir hedef belirledi: İçkiyi yasaklamak. Kurucusu Howard H. Russell’in sözleri açıktı: “Anti-Saloon Cephesi bir parti değil. Zinayı, kumarı, at yarışını, cinayeti, hırsızlığı veya kundakçılığı ortadan kaldırmaya da çalışmıyoruz. Altın standardı, serbest ticaret, reform gibi konular bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyor”. Yöntem konusunda da şunları söylüyordu: “Anti-Saloon Cephesi, siyasi cezalandırma ve ödüllendirme üzerine kuruludur”. ASL hiçbir zaman çoğunluğu elde etmek için uğraşmadı, çünkü herhangi bir siyasi yarışta oy verenlerin onda birini kazanması, sonucu belirlemesi için yeterliydi.
ASL 1910’larda kendisine müthiş bir önder buldu: Wayne Wheeler. Her siyasi parti ve sivil toplum kuruluşunun sahip olmak isteyeceği biriydi. Çok çalışkandı, siyasi zekası parlaktı, herkesle iyi geçinebiliyordu. “Baskı grubu” (pressure group) terimini ilk ortaya atan oydu. Kongre seçimlerini izliyor, her partiden adayları “yaş/kuru” diye ikiye ayırarak ele alıyordu. İki aday arasında yakın bir rekabet varsa, dernek bütün gücüyle “yaş aday”ı mahvetmek için kampanyaya başlıyor ve öbür adayın kazanmasını sağlıyordu.
ASL’nin bağrında her kesim ve siyasetten insanlar toplanmıştı. Aralarında ABD’nin en zengini petrol milyarderi John Rockefeller da vardı; işçi sınıfının içkinin kurbanı olduğunu düşünen sendikalar ve sosyalistler de. Eski köleci eyaletlerde siyahlardan nefret edenler de, onların yaşam standartlarını düzeltmek isteyen reformcular da içkiye karşıydı. Siyahları linç etmesiyle tanınan ırkçı Klu Klux Klan örgütü, içki yasağı kampanyası sırasında büyümüştü. O dönemde böyle bir örgüt, öteden beri köleliğe karşı çıkan, en büyük siyah cemaatine sahip Baptistlerle aynı cephede yer alabiliyordu.
Ancak alkollü içkiler 1910’da federal hükümetin vergi gelirinin yüzde 30’unu sağladığından, içkiyi yasaklamak için devlete yeni bir vergi bulmak gerekiyordu. Bankacılara ve büyük tekellere karşı nefretin zirveye ulaştığı 1890’larda gelir vergisi kampanyası zaten başlamıştı. Sonunda, “kurular”ın da desteğiyle 1913’de Anayasa’ya eklenen 16. Madde, ABD hükümetine herkesten gelirine göre vergi alma hakkı tanındı.
ABD Anayasası’na yeni bir madde eklemek bugün olduğu gibi o gün de şöyle bir süreç izliyordu: Kongre’de bir madde tasarısı öneriliyor, bunun önce Kongre’yi oluşturan iki organda yani Temsilciler Meclisi ve Senato’da oyların üçte ikisini alması, sonra da eyaletlerin yasama organlarının dörtte üçü tarafından onaylanması gerekiyordu. Siyasi öngörü yeteneği yüksek olan Anti-Saloon Cephesi, gelir vergisi kabul edilir edilmez bir an önce içki yasağını getirmenin peşindeydi; çünkü 1920’de yapılacak nüfus sayımında, genellikle “yaş” olan kentli nüfusun genellikle “kuru” olan kırsal nüfusu geçeceği anlaşılıyordu. ABD Anayasası, her sayımdan sonra Kongre üyelerinin dağılımını yeni nüfusa göre tekrar düzenlemeyi öngördüğünden, bu önemli nüfus kaymasından önce içki yasağı maddesi Kongre’nin önüne getirilmeliydi. 1917’de ABD’nin Almanya’ya karşı 1. Dünya Savaşı’na girmesi de kuruların işine yaradı, çünkü ülkedeki bira sektörü Alman asıllıların elindeydi. Savaş, bu Almanca bira markalarının ardındaki isimleri halk düşmanı ilan etmek için bereketli bir zemin hazırladı.
Aralık 1917’de Anayasa’ya eklenecek ve “sarhoş edici içeceklerin imalatını, satışını, nakliyatını, ihracatını ve ithalatını” yasaklayan 18. Madde tasarısı, her iki meclisten şimşek hızıyla geçti. Tek tartışma, bu yasaktan zarar görecek sektörlere tazminat ödenip ödenmeyeceğiyle ilgiliydi. Eski köleci eyaletten bir senatör “Zencileri elinden alındığında benim dedeme kimse tazminat ödemedi” diyerek sorunu halletti. Yasağın eyaletlerce onaylandıktan bir yıl sonra yürürlüğe girmesi koşulu, ilgili sektörler için yeterli bir telafi sayıldı. Kongre’den geçen tasarı eyaletlerin dörtte üçü (o sırada 36 eyalet) tarafından kabul edildiğinde, “yaşlar” sarhoşluktan uyandılar.
Anayasa’daki değişikliğin ardından, Temsilciler Meclisi üyesi Andrew Volstead’in hazırladığı “Ulusal İçki Yasağı Yasası” kabul edildi. Volstead Yasası denilen bu düzenlemede birkaç istisna vardı: Köy evlerinde meyvelerden yapılan, ev halkının tüketimine yönelik içkiler yasak kapsamı dışındaydı. Tıbbi nedenlerle alkol kullanımı da yasaklanmamıştı; ancak bunu yalnız doktor reçetesiyle eczaneden almak mümkündü. Katolik ve Yahudilerin ibadetlerinde kullandığı şarap da yasak kapsamı dışındaydı. Bu muafiyetler, gri bir bölge yaratarak içki kaçakçılığının önemli bir kolunu oluşturacaktı.
Yasağın ilk birkaç yılında gerçekten sarhoşluktan dolayı meydana gelen olaylar ve hapishanedeki insan sayısı ciddi biçimde azaldı. Öte yandan içki kaçakçılığı da hemen başladı. Kanada’nın Montréal kentinde bir viski fabrikası kuran, ayrıca İskoçya’dan da viski ithal eden Sam Bronfman, ABD sınırında Kanada gümrüğüne gereken vergiyi ödüyordu. Ama sonra, buz tutmuş sınırdan geçen kamyonlar veya Detroit Nehri üzerinden yola koyulan tekneler ABD gümrüğüne uğramadan ülkenin içlerine doğru akıyordu.
Bir başka yöntem, içkileri önce İngiliz sömürgesi Bahama adalarındaki Nassau’ya yollamaktı: Oradan kasalarla dolu gemiler ABD karasularının açığına, uluslararası sulara demir atıyor, müşterilerin kendi tekneleriyle gelip siparişleri almasını bekliyordu. Bahamalar’a küçük bir vergi sayesinde girip çıkan içki sayesinde adada yeni bir kanalizasyon sistemi, yeni bir liman, kilometrelerce yol inşa edildi. Sömürgenin İngiliz valisi Sir Bede Clifford, adadaki Kristof Kolomb ve Kraliçe Victoria heykellerinin yanına bir de ABD Temsilciler Meclisi üyesi Andrew Volstead’in heykelinin yapılması gerektiğini bile söyledi. Aniden ekonomik patlama yaşayan bir diğer ada da, ABD’nin kuzey kıyılarına yakın Fransız sömürgesi St. Pierre’di.
California’nın Napa Vadisi’ndeki bağcılar, ürettikleri sıradan bir üzümü ülkenin heryerine gönderiyor, isteyen evinin bodrumunda kendi şarabını kendisi yapıyordu. Bölgenin en iyi bağcısı Fransız asıllı Georges de Latour, Katolik Kilisesi ile yaptığı anlaşma sonucu şarap yapımında ustalaşıp zenginleşti. Önce alkolsüz bira yapımını deneyen biracılar ise sonradan yasal olarak glukoz şurubu satmaya başladı; yanında bira yapımında kullanacak alet-edevatı satmayı da ihmal etmiyorlardı. Hekimler ve eczacılar güya sağlık nedeniyle hastalara dağıtılan alkol reçeteleri sayesinde refaha kavuştu; hatta sadece reçeteli viski satan, ilacı da süs olsun diye vitrinine koyan eczaneler türedi.
Bakanlar ve kongre üyeleri bir kadeh içmek için büyükelçilikleri dolduruyor, yabancı diplomatlar ABD Dışişleri Bakanlığının resepsiyonlarından “Sular şampanya gibi aktı” diye dalga geçiyordu. Kentlerde yeni bir “saloon” tipi türemişti. Bugünkü barların atası olan bu eğlence yerlerine “speakeasy” deniyordu. Sözde yalnız üyelerin kabul edildiği bu kulüplerde yemek yeniyor, bardan içki alınıyor, dans ediliyordu. Vaktiyle saloon’lara sadece dua etmek için giren kadınlar şimdi speakesy’lerde içip içip dans ediyordu.
Yasak yılları, ABD’deki “Kokteyl Çağı” denilen dönemi doğurmuştu. Kaçak içkilerin kalitesi kuşkulu olduğundan, bunlara meyveler ekleyerek kokteyl denilen yeni bir içki türü geliştirilmişti. Örneğin New York’ta (bugün de varlığını sürdüren) 21 Club adlı speakeasy, bir baskın olduğunda, duvarın içine girip gözden kaybolan barı ve kimsenin bulamadığı gizli mahzeniyle ünlüydü.
Amatörce başlayan içki kaçakçılığı ABD’nin ilk büyük suç örgütlerinin kurulmasını sağladı. Eski mahalle çeteleri, bildiğimiz mafya teşkilatına dönüştü. New York’ta Lucky Luciano, Frank Costello ve Meyer Lansky, Chicago’da Al Capone gibi gangsterler türedi. Yasak başladığında 20’li yaşlarda olan bu kabadayıların, 1929’da Atlantic City’de yaptıkları bir zirvede, ülkeyi aralarında parselledikleri söyleniyordu. Ticaret Bakanlığı bünyesinde, işi Volstead Yasası’nı çiğneyenleri yakalamak olan federal bir Yasak Bürosu kurulmuştu. Burada görevli “yasak ajanları” için aranılan tek ölçüt “kuru” olmalarıydı.
Büyük umutlarla başlayan içki yasağı hayalkırıklığıyla sonuçlandı. 1910’larda “kurular”ın ilerleyişi nasıl durdurulamaz gibi gözüküyorsa, 1930’larda “yaşlar”ın ilerleyişi de önüne geçilemez hale geldi. 1927’de Anti-Saloon Cephesi’nin önderi Wayne Wheeler’ın ölümü, derneği Metodist Piskopos James Cannon’un eline bırakmıştı. “Kuru Mesih” lakabıyla tanınan Piskopos Cannon’da önceki liderin zekası ve insan ilişkilerindeki becerisi yoktu. Onun önderliğinde Anti-Saloon Cephesi, gayriresmi bir polis örgütüne benzemişti. Otomobil antifrizlerindeki alkolü içerek ölenler için “hak ettikleri cehenneme gittiler” gibi açıklamalar yapması, halkın tepkisine yol açıyordu.
Cephe 1928 başkanlık seçimlerinda “yaş” Demokrat Parti adayı Al Smith’in “kuru” Cumhuriyetçi Parti adayı Herbert Hoover karşısında yenilmesini sağladı. Bu seçimi büyük bir zafer sanan Piskopos Cannon, “yaşlar”a hadlerini bildirmek istedi. Ertesi yıl Kongre’den geçirttiği Jones Yasası, içki yasağı cezalarını on kat artırdı. Bir kadeh içki satın alan insan önceden para cezasına çarptırılırken, şimdi içki kaçakçısının suç ortağı kabul edilerek üç yıl hapse mahkûm edilebilecek, birkaç dolarlık ek gelir için evde yaptığı elma şarabını satan köylü üç-beş yıl hapse atılabilecekti.
Aurora adlı küçük bir kentte, makineli tüfekler, kurşun geçirmez yelekler ve gözyaşı bombalarıyla bir eve baskın yapan Yasak Bürosu ajanları, kaçakçının karısını mutfağında öldürünce, “Aurora Katliamı” gazetelerin manşetine taşındı.
1929 sonunda başlayan Büyük Bunalım, Amerikan toplumunu baştan aşağı sarsıyordu. İçki vergisini telafi eden gelir vergisi, 1930’da yüzde 15, ertesi yıl yüzde 37, bir sonraki yıl yüzde 26 oranında azaldı. Doğal olarak Yasak Bürosu’na ayrılan gelir daha da kısıtlandı; oysa Piskopos Cannon’a göre, içki meselesini halletmek için ülkede en az 100.000 Yasak Bürosu ajanına ihtiyaç vardı. Bu ajanların yolsuzlukları ayyuka çıktığından artık politikacılar alay ediyordu: “Evet, 100 bin ajan gerekiyor; bir de onları kontrol etmek için bir 100 bin ajan daha…”
Her kesimde içki yasağının ülkeyi cennet yerine cehenneme çevirdiği düşüncesi yaygınlaşıyordu. Bayrağı yine kadınlar taşıdı. 1929’da kurulan WONPR’nin (İçki Yasağı Reformu İçin Kadınlar Örgütü) üye sayısı 1 milyona yaklaştı. WONPR’nin kurucusu Pauline Sabin, Temsilciler Meclisi Adalet Komisyonu’na içki yasağının kalkmasını kadınların neden istediklerini şöyle açıklıyordu: “Eskiden saloon’lar söz konusu olduğunda anneler hiç değilse çocukları için kaygı duymuyordu, çünkü küçük yaştakilere içki satan bir yerin izni hemen elinden alınıyordu. Şimdi ABD’nin herhangi bir yerinde bir speakeasy’ye girin, 15-16 yaşında bir sürü sarhoş çocukla karşılaşacaksınız”.
İçki kaçakçıları tabii yasağın kalkmasına karşıydı. Yazar William Faulkner “İçki yasakçılarıyla kaçakçıları arasındaki bu uzun ve mutlu evliliği bozmayın!” diye alay etmişti. “Yaşlar”ın karşı-reform saldırısı o kadar hızla büyüdü ki, 1932 seçimlerinde Demokrat Parti adayı Franklin D. Roosevelt, açıkça içki yasağına karşı olduğunu ilan ettiğinde, Anti-Saloon Cephesi’nin eli böğründe kaldı. Roosevelt seçildi, ertesi yıl şubat ayında içki yasağıyla ilgili 18. Madde’yi yürürlükten kaldıran 21. Madde Kongre’den geçti; eyaletlerin çoğunluğu tarafından onaylandı ve 5 Aralık 1933’de bu 13 yıllık toplumsal deney sona erdi. Roosevelt’in söylediği gibi “şimdi Amerika’nın şöyle bir içkiye ihtiyacı var”dı.
İçkinin yasallaşması içki içmeyi kolaylaştırmadı, aksine zorlaştırdı. Kuralsızlığın hâkim olduğu yıllarda o kadar çok içki içiliyordu ki, bir komedyen şöyle espri yapabiliyordu: “Hatırlıyor musun Yasak’tan önceki o eski günleri? Pazar gecesi şöyle bir içki bile satın alamazdık?” Oysa artık uyulması gereken gün ve saatler, yaş sınırı, okul, kilise ve hastane yakınında içki yasağı, lisanslar, cezalar, kalite kontrolü ve elbette vergiler vardı. Amerikalılar yasak sonrası bir daha asla eskisi kadar bol içki içemediler.
SİNEMADA İÇKİ YASAĞI
Dokunulmazlar efsanesi
İçki yasağı, gerçek hayattaki gibi sinemada da gangster ve mafya filmlerinin kaynağı oldu. En iyi örnek, “Dokunulmazlar” adlı televizyon dizisi ve sonra aynı adla Brian da Palma’nın sinemaya uyarladığı, Kevin Costner, Robert de Niro ve Sean Connery’nin oynadığı filmdi. Bu dizi ve filmde, efsanevi Yasak Bürosu ajanı Eliot Ness (1903-1957), gangsterlere karşı kahramanca mücadele ediyor, sonunda Al Capone’un hapse atılmasını sağlıyordu.
Gerçekte Eliot Ness, şöhrete ve kadınlara düşkün bir kabadayıydı. Al Capone’un Chicago’daki çetesini kısa süreliğine dağıtmayı başarmıştı ama, onun vergi kaçakçılığından hapse atılmasını sağlayan Amerikan vergi idaresi IRS olmuştu. Kariyerinin sonuna doğru Ness saldırgan davranışları nedeniyle tepki toplamış, İçki Yasağı sona erdikten sonra “yarı-sarhoş” olarak ölmüştü.
EDEBİYATTA İÇKİ YASAĞI
Muhteşem Gatsby gerçeği
F. Scott Fitzgerald, tanınmış romanı Muhteşem Gatsby’yi içki yasağı döneminde yazıp yayınlamıştı (1925). Bilindiği gibi bu romanda ve ilham verdiği filmlerde viski ve şampanyalar su gibi akar. Baştan sona yasadışı içkiye batmış olan roman, zenginlerin yasak döneminde yaşadığı hayatı anlatır. Romanın kahramanı Jay Gatsby, yasak sayesinde yükselmiş, kurduğu içki satan eczane zinciriyle zengin olmuştur. Sevdiği kadın uğruna yüksek sosyeteye girebilmek için göz kamaştırıcı partiler vermektedir. Seçkinler bu partilere bedava ve yüksek kaliteli yasadışı içki içmek için üşüşür. Gatsby öldüğünde, bütün bu “arkadaşlar”ı ortadan yok olur.