Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

II. Abdülhamid’in cihadı Cumhuriyetin savaşı

19. yüzyılın son çeyreğinde vereme karşı mücadeleyi bir devlet politikası haline getiren Sultan II. Abdülhamid’den sonra, Cumhuriyet idaresi de ciddi önlemlerle hastalığın geriletilmesini sağladı. Veremle savaş dernekleri ve idealist doktorlar bu sürecin kahramanlarıydı.

Avrupa’yı özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda etkileyen verem salgınları, Osmanlı coğrafyasını da ciddi şekilde sarstı. Savaşlarda insanlarını ve topraklarını kaybeden, ekonomik gücü zayıflayan ve büyük göçlere sahne olan imparatorlukta, verem önemli bir sağlık sorunu haline geldi. Halk arasında hızla yayılmasından başka, sarayda da verem vakaları arttı. II. Mahmut’un annesi, kendisi ve oğlu Abdülmecit ile onu takip eden sultanların hemen hepsi bu hastalığa yakalandı. Hatta II. Mahmut 1839’da bu yüzden öldü; yerine geçen 17 yaşındaki oğlu Abdülmecid’in de tüberkülozlu olduğu bilinmesine rağmen hastalığı bir süre gizli tutuldu ama, o da babası gibi 1861’de 38 yaşında vefat etti. Öldüğünde hareminde bulunan 18 kadından yarısı veremliydi; bunların arasında, II. Abdülhamid’in annesi Tirimüjgan, V. Mehmet Reşat’ın annesi Gülcemal ve Vahdettin’in annesi Gülüstü kadın da vardı.

1876’da tahta çıkan ve padişahlığı sırasında kendisi de uzun süren ateşli bir hastalık devresi geçiren Sultan II. Abdülhamid, hem dedesini hem babasını hem annesini öldüren vereme karşı savaş açtı. Halk sağlığına da daha önce hiçbir dönemde görülmediği kadar önem veren Abdülhamid, Cemiyet-i Tıbbiye-i Şahane’nin 8 Şubat 1895 tarihli toplantısında veremin bulaşıcılığı ve korunma konusunun müzakere edilmesini emretti. Bu toplantıda, Dr. Nazım Şerafettin’in veremden korunma tedbirlerini belirten çalışması ile Dr. Avlonitis’in vereme karşı bir savaş derneği kurulması önerisi ilgi gördü. Dr. Stehepaliew ise Prens Adaları’nda bir sanatoryum kurulmasını önerdi.

Haseki Nisa (kadın) Hastanesi’nin tüberküloz koğuşu. 1890.

II. Abdülhamid hazırlanan raporun kendisine sunulmasından sonra veremin yayılmasını önleyici tedbirler alınmasını, hastane ve hapishanelerde veremlilerin ayrılmasını emretti. Kışla ve okullarda yere tükürmek artık yasaktı. Fermanla birçok sağlık kurumu ve hastane kuruldu. Özellikle ikitanesi önemlidir: Gülhane’deki Rüştiye Mektebi’nin 1 Ocak 1899 tarihinde Prof. Dr. Robert Rieder tarafından askerî hekimler için Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mektebi ve Seririyat Hastanesi haline getirilmesi ve 5 Temmuz 1900 tarihinde hizmete açılan Hamidiye Etfal Hastanesi’nin aynı zamanda ilk resmî çocuk hastanesi olması.

20. yüzyıl başında İstanbul nüfusu 1.2 milyondu. 1901-1923 istatistiklerine göre yılda ortalama 2.800 kişi akciğer vereminden ölüyordu. Bu sayı, kentteki tüm ölümlerin %15.8’ine karşılık gelmekteydi. 13 Nisan 1914’te yayımlanan Emraz-i Sariye ve İstilaiye Nizamnamesi’nin ilk maddesiyle veremden ölenlerin ihbar edilmesi mecburi tutuldu; 33. Madde veremlinin okula devamını yasaklıyor, 53. Madde eşyaların dezenfekte edilmesini öngörüyordu.

l. Dünya Savaşı sırasında, Avrupa’da olduğu gibi veremden ölümler yükseldi. 8 Haziran 1918’de Osmanlı Veremle Mücadele Cemiyeti kurularak, Besim Ömer Paşa başkanlığa getirildi. 1923’te Dr. Behçet Uz tarafından İzmir Veremle Mücadele Cemiyet-i Hayriyesi, ardından Balıkesir Veremle Mücadele Cemiyeti kuruldu.

Millî Mücadele yıllarında nüfusun önemli kısmı sağlığını kaybetmiş, salgın hastalıklar artmıştı. 13 milyonluk nüfusun 1 milyonu veremliydi. Fakirlik ve sefaletin bu hastalığa yakalanmada önemli sebep olduğu bilinmekte, buna rağmen temizlik kurallarına uyulmaması hastalığın geniş kitlelere bulaşmasını hızlandırmaktaydı. İstanbul, dünyadaki diğer büyük şehirler gibi veremden büyük zarar görmüştü; devamlı artan nüfus hastalıklara zemin hazırlıyor ve verem kayıpları en çok 15-25 yaş grubunda yoğunlaşıyordu.

Veremle savaş derneklerinin Cumhuriyet döneminde hem halkı bilinçlendirmek hem de maddi destek sağlamak amacıyla çıkardığı pullar, kitaplar.

Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti’nin (Sağlık Bakanlığı) vazifeleri, Afet İnan adıyla yayımlanan Medeni Bilgiler’de “yeni neslin sağlıklı yetişmesini temin etmek için memleketin sağlık şartlarını ıslah etmek ve bütün hastalıklarla mücadele etmek” olarak izah edilmekteydi. 1923’te ilk verem savaş dispanseri İstanbul’da açıldı. Bunlar hem hastaya teşhis ve tedavi imkanı sağlıyor, hem de yakın çevresine bulaşmayı önleyerek onları korumuş oluyordu.

Veremle mücadele esasen idealist hekimlerin sivil girişimleriyle başlamıştı. 1925’te Tevfik Sağlam’ın organize ettiği Milli Türk Tıp Kongresi’nde esas konu olarak veremle savaş gündeme girdi. İlk özel sanatoryum 1923’te Dr. Musa Kâzım tarafından Büyükada’da açıldı. 1925’te Heybeliada sanatoryumu İstanbul Verem Savaş Derneği tarafından kuruldu.

1928’de yapılan II. Milli Türk Tıp Kongresi’nin ana gündemi de veremdi. 1930’da çıkarılan “Umumi Hıfzıssıhha Kanunu” ile verem mücadelesi “devlet politikası” haline geldi. Verem, sağlık kuruluşlarına haber verilmesi mecburi bir hastalıktı. 1932’de Erenköy Sanatoryumu, 1936’da Yakacık Sanatoryumu açıldı.

Türkiye’de BCG aşısı 1931’de yeni doğanlara yapılmaya başlandı. Verem mücadelesi takdire değer bir başarı göstermişti, fakat 1940’tan itibaren hastalık grafikleri yeniden dirildi. Bu durumun en önemli nedeni, tahmin edileceği üzere 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı iktisadi ve sosyal sıkıntılardı. Savaşın Türkiye’de yarattığı ağır şartlar, veremi geniş ölçüde arttırmış ve hastalık ülkenin her köşesinde tekrar kendini göstermişti. Bunun üzerine verem mücadelesi yeniden ön plana alındı.

1947’de yılın 1 haftası “verem haftası” olarak kabul edildi; verem savaş dernekleri propaganda faaliyetlerine girişti. Belediyelerin topladığı eğlence vergisinin %10’unun verem savaş derneklerine aktarılması kararlaştırıldı. İstanbul’da verem savaş dispanserlerinin sayısı artarken 1948’de Çapa’da Naile Sağlam Verem Araştırma Enstitüsü kuruldu. 1950’li yıllara kadar veremle savaşmak için dispanserler ve sanatoryumlar açılmaya devam etti. 15 Nisan 1949’da, 5368 sayılı verem savaşı hakkındaki kanun ile devletin veremle ilgili politika ve programları netleşti. 1953’te WHO ile işbirliği yapılarak ülke sathında BCG aşı kampanyası başlatıldı. 1953-59 arasında bütün ülkede BCG uygulaması tamamlandı. 1960’ta seçilmiş bölgeler, 1966’da ise tüm ülke taramadan geçirildi.

Bütün yurttaşlara veremi öğretmeyi, ondan korunma çarelerini tatbik ettirmeyi ve onların verem mücadelesine doğrudan katılmalarını temin etmek amacıyla kurulan ve İstanbul, İzmir gibi şehirlerde faaliyet gösteren dernekler, bu mücadelede uzun yıllar boyunca halk ve hükümet üzerinde önemli tesirler yaptılar; meselenin devlet ve millet tarafından ele alınmasında büyük rol oynadılar.

İstanbul Verem Savaş Derneği’nin çıkardığı Yaşamak Yolu dergisi, ülkedeki tüm okullara veremle ilgili afiş ve levhaların yanısıra gönderiliyordu. Sağlık Bakanlığı Verem Savaş Derneklerine propaganda konusunda destek veriyordu. Sinema ve elektriğin bulunduğu şehir ve kasabalara gönderileren filmler, halka, öğrenci ve öğretmenlere, askerlere ücretsiz gösteriliyordu. Temizlik kuralları, hastalıktan korunma yolları, hastalığın utanılacak bir durum olmadığı ve mücadelenin başarı kazanmasında dört altın kuralın “iyi beslenme, dinlenme, temiz hava ve moral” olduğu anlatılıyordu. Verem mücadelesi 1950’lerden itibaren beklenen sonuçları verdi. 1948’de İstanbul’da veremden ölüm oranı 100 binde 261 iken, 1954’te 100 binde 97’ye gerilemişti. 

Padişah özel ilgi gösterdi

Hastalığın yayılmasını önlemek için alınan tedbirler, II. Abdülhamid döneminde başlatıldı. Abdülhamid’in Başkatibi Ali Cevad tarafından, padişahadına sadrazama yazılan yazı şöyledir: “Verem hastalığının yayılmasını önlemek adına Fransa’da kurulmuş olan ‘Au-delâ de la Tuberculose’ isimli dernek, Osmanlı memleketinde bir şube açılmasına karar vermiş olup bu şubenin Sultan II. Abdülhamid’in himayesi altında kurulmasının kabulünü rica eden bir yazı göndermiştir. Bu konuda bir karara varmak için ilgili yazı, görüş bildirilmesi için Sadaret’e gönderilmiştir.”

TÜRK SANAT VE EDEBİYATINDA İNCE HASTALIK

Hüzün dolu filmler, acılı dizeler, inleyen nağmeler

MAHMUT TOKAÇ

Yeşilçam’ın siyah-beyaz günlerinden beri filmlere en çok konu olan hastalıktır verem. Veremi konu alan Yeşilçam filmlerinin en meşhurları arasında, başrolünde Sadri Alışık’ın oynadığı, bir yangın nedeniyle günümüze hiçbir kopyası ulaşamamış olan 1959 yapımı Metin Erksan imzalı “Hicran Yarası”; Ertem Eğilmez ve Bülent Oran’ın senaryolarını yazdığı, Ertem Eğilmez’in yönettiği, Hülya Koçyiğit ile Kartal Tibet’in oynadığı 1969 tarihli “Boş Çerçeve”; Filiz Akın ve Kartal Tibet’in başrollerini paylaştıkları 1970 yapımı “Beyaz Güller“ yer alır.

Yakın dönemlerde ise Özcan Alper’in yönettiği “Sonbahar”; 2. Dünya Savaşı döneminde Zonguldak’ta yaşayan ve genç yaşta veremden ölenşairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun yaşam öykülerinin anlatıldığı, başrollerini Kıvanç Tatlıtuğ ve Mert Fırat’ın paylaştığı Yılmaz Erdoğan filmi “Kelebeğin Rüyası” filmi sayılabilir.

Şiir ve romanlarımızda da verem teması sıkılıkla işlenmiştir. Şair Abdülhak Hâmid Tarhan’ın (1852-1937) eşi Fatma Hanım veremdir ve hastalık üçüncü devresindedir. Hindistan’dan deniz yoluyla dönerken Fatma Hanım Beyrut’ta kötüleşir ve 1885’te orada ölür. Hâmid, her gün Fatma Hanım’ın mezarını ziyaret eder; geceleri de bir bodrum katında meşhur şiiri “Makber”i yazar:

Eyvah! Ne yer ne yar kaldı

Gönlüm dolu ah u zar kaldı

Şimdi buradaydı gitti elden

Gitti ebede, gelip ezelden (…)

Faruk Nafiz Çamlıbel’in (1898-1973) Han Duvarları bir diğer meşhur şiirdir:

Garibim namıma Kerem diyorlar Aslı’mı el almış haram diyorlar

Hastayım derdime verem diyorlar Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben

Kelebeğin Rüyası Verem temalı en son film Kelebeğin Rüyasıydı. Aktör Kıvanç Tatlıtuğ, senaryosu gerçek olaylardan esinlenen filmde, verem hastası şair Muzaffer Tayyip Uslu’yu canlandırıyordu.

Hayatı “Kelebeğin Rüyası” filmine konu olan ve veremden ölen şair Muzaffer Tayyip Uslu (1922-1946) “Kan” şiirinde şöyle yazar:

Önce öksürüverdim

Öksürüverdim hafiften

Derken ağzımdan kan geldi

Bir ikindi üstü durup dururken

Verem nedeniyle birçok defalar sanatoryumda yatmak zorunda kalan Rıfat Ilgaz, “Sanatoryumda Bir Doktor Konferans Verdi” şiirini şöyle bitirir:

Sanmayın şifası yok bu hastalığın

Tıbbın elinden ne kurtulur

İniyor ak gömlekli hekim kürsüden

Alkışlanır böyle vadedenler

Biz sadece öksürüyoruz…

İsmet Özel “Dişlerimiz Arasındaki Ceset” şiirinde, sistem eleştirisi yapar: 

Saframızla kesemizi birleştiren anatomi bilgisi

Hadım tarih, kundakçı matematik, geri kafalı gramer

Evet, bunlar gizlice örgütlenerek alnımıza

Verem Olmak Üretimi Düşürür ibaresini çizer (…)

Halide Edip çocukluk yıllarını anlattığı Mor Salkımlı Ev romanında kendisi küçük yaşta iken veremden ölen annesi Bedrifem Hanım’a ait solgun hatıralara da yer verir. Aşk-ı Memnu’sunda Beşir ince hastalıktan muzdariptir. Kerime Nadir’in Hıçkırık romanı verem teması etrafında gelişir. Yaşar Kemal’in Hüyükteki Nar Ağacı romanında Memet ve arkadaşları verem salgını olduğunu bile bile, ölmeyi göze alarak para kazanmak için Çukurova’ya gitmekte diretmeleri anlatılır. CenapŞahabettin, Cahit Sıtkı Tarancı, Peyami Safa, Mahmud Yesari, Rüştü Onur Türk edebiyatının vereme yakalanmış ünlü kalemleri arasında ilk akla gelenlerdendir. Bestekâr Hacı Arif Bey (1831-1885), karısı Zülf-i Nigâr Hanım’ın vereme yakalanıp günden güne erimesi üzerine güftesi Namık Kemal’e ait olan segâh makamındaki meşhur şarkısını bestelemiştir:

Olmaz ilaç sine-i sâd pâreme

Çâre bulunmaz bilirim, yâreme

Baksa tabîbân-ı cihan, çâreme

Çâre bulunmaz bilirim, yâreme

Veremi konu eden şarkılar tabii sadece klasik Türk müziğiyle sınırlı değildir. Türkülerde de genellikle aşığına kavuşamayan gençlerin dertlerinden verem oluşu anlatılır. Bir Gaziantep türküsünde ise bir Ermeni kıza aşık olan gencin acısı, veremle eşleşir:

Bahçelerde mor meni

Verem ettin sen beni

Ya sen İslam ol Ahcik

Ya ben olam Ermeni (…)

Merhum Neşet Ertaş usta da “Aradım Derdime Çare” adlı türküsünde aşk yüzünden genç yaşında vereme tutulduğunu anlatır:

Aradım derdime çare mi buldun

Bu sevda elinden sararıp soldum

Sefil Mecnun gibi Leyla’dan oldum

Derdimi ellere diye mi bildim

Ağladı gözlerim güle mi bildim

Tutuldum vereme bu genç yaşımda (…)

Cevdet Bağca’nın Verem Olsam türküsünde de yine aşk derdiyle verem olmaktan bahsedilir:

Derdinden verem olsam

Tutuşsam Kerem olsam

Sürmem seni tenime

Yarama merhem olsan (…)

Başında kısa aralıklarla öksürük efekti duyulan Veremli Kız türkülerinin birçok versiyonundan biri de yürekleri şöyle paralar:

On beş yaşında bir melek

Veremli bir sarı çiçek (…)

Ataol Behramoğlu’nun “Bu Dert Beni Verem Eder” şiirinin Ahmet Kaya yorumu da unutulmaz verem temalı şarkılar arasında yerini almıştır:

(…) Benim annem güzel annem beni beni beni koyver

Sağ yanımda bir sızı var sol yanımda dağlar duman

Altı patlar, altı patlak bu dert beni bu dert beni verem eder (…)

Mahmut Tokaç’ın konuyla ilgili yazılarından derlenmiştir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Devamını Oku

Son Haberler