Kasım
sayımız çıktı

Liyakat unutuldu, sonuç tensikat oldu

II. Meşrutiyet döneminin tensikat siyaseti haklı bir nedene dayanıyordu. Zira, Sultan II. Abdülhamit döneminde, Tanzimat’ın devlet hizmetinde çalışmanın tek ölçütü olarak getirdiği liyakat ilkesi büyük yara almış, olur olmadık insanlar hak etmedikleri yerlere getirilmiş, kendilerine yüksek rütbeler bahşedilmişti. Meclis-i Mebusan, tasfiyenin adaletli bir biçimde yürütülebilmesi için azami gayreti gösterdi, fakat uygulamanın bir toplumsal deprem yaratmasının önüne geçemedi.

27 Ağustos 1908 tarihli Tanin’de, İstanbul be­lediye seçimlerinde ya­şanan gecikmelere ilişkin bir haber, “eskiden kalma beledi­ye müdürlerinin su-i fikir ve niyetleri karşısında belediye meclislerini bir an evvel teş­kil etmek, işe başlattırmak mümkün olmuyor” değer­lendirmesiyle bitiyordu. İş önemliydi. Zira Seçim Kanu­nu’na göre İstanbul’da ayrıca ikinci seçmen seçimi yapıl­mayacak, belediye meclisle­rine üye seçilenler aynı za­manda İstanbul milletvekil­lerini belirleyecek olan ikinci seçmenler olacaklardı. Yani gazetenin yorumu, Sultan II. Abdülhamit döneminde işe başlamış olan görevlilerin İs­tanbul seçimlerini sabote et­tiği yönündeydi. Bunların bir an önce işten çıkarılması ge­rekiyordu.

Gerçi Tanin gazetesi baş­yazarı ve İstanbul Mebusu Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey, bu tarihten bir-iki hafta ön­cesinden başlayarak yönetim kadrolarında tensikat yapılmasının en ateşli savunucu­ları olmuşlardı. Ama Ağustos ayının bu son günlerinde söz konusu süreç için hazırlıklar başlamıştı bile ve üç koldan sürüyordu: eski rejimin ada­mı olanlar, buna bağlı olsun ya da olmasın, bulundukları memuriyetlerin gerektirdiği uzmanlıkları yani eğitimle­ri olmayanlar ve gereğinden fazla maaş alanlarla birden fazla görevden maaş alan­lar topun ağzındaydı. Her bakanlıkta oluşturulan ko­misyonlar yeni kadro cet­velleri hazırlıyor ve bunlara göre tek tek bütün çalışan­ların görev yerlerini değişti­riyor, maaşlarını düşürüyor ya da emekliliklerine karar veriyordu. Ancak süreç tam bir keşmekeşe dönüştü. Ba­zı bakanlıklar, sürecin çeşitli ayrıntılarını Meclis-i Mebu­san’ın açılmasından sonraya ertelerken, bazıları tensika­ta başlamışlar, bazı bakanlık ve kurumların hazırladıkları cetveller ve tensikat planları ise Bakanlar Kurulu’nca red­dedilmişti. Tensikat uygula­malarında da birçok haksız­lık ve kayırma yapıldığı gibi, birçok kişi çeşitli biçimlerde mağdur edilmişti. Ayrıca es­ki rejimin bazı kötü şöhretli kişilerine de dokunulmamış­tı. Maaşlarını alamayanlar, kendilerine mazuliyet maaşı bağlanmayanlar vardı. Bağla­nan maaşlarda da bazen öy­le orantısızlıklar olmuştu ki, tensikatın ateşli savunucula­rından Hüseyin Cahit Bey bi­le birkaç yazısında bunlarla alay etmişti.

İnmek mi zor, düşmek mi zor 7 Ocak 1909 tarihli Dalkavuk dergisinde yayımlanan karikatürde, basamaklarında en düşüğünden en yükseğine doğru memur rütbeleri yazılı bir merdiven taşıyan zabit yüksek bürokrata sesleniyor: “İn aşağı!” İnmek için düşmekten başka çaresi kalmayan bürokrat yakınıyor: “Nasıl ineyim, merdiveni çektin altımdan”…

Bu karmaşa ortamında, 17 Aralık 1908’de açılan Mec­lis-i Mebusan’ın en önemli gündem maddelerinden biri de ister istemez tensikat me­selesi oldu. Konuya ilişkin ilk görüşmelerde sürecin olduğu gibi sürdürülmesi, yani dev­let dairelerinin kendi tensi­katlarını kendilerinin yap­maları fikriyle, bütün tensi­kat sürecinin tek bir kanuna bağlanması görüşü çatıştı. Mağdur ailelerinin Meclis önünde biriktikleri ve tensi­kata tâbî tutulanların sokak gösterileri yaptığı bir ortamda Meclis, iki ateş arasında kalmıştı. Bir yanda yasama kurumunun yürütmeye iliş­kin bir işe burnunu sokma­ması, diğer yanda da devlet hizmetinde yıllarca liyakatle çalışmış kişilerin geleceği­nin birkaç komisyon üyesi­nin iki dudağı arasından kur­tarılması gerekiyordu. Öte yandan, Meclis’in İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne muha­lif mensupları arasında hem tensikata hem de maaşların düşürülmesine karşı çıkanlar da vardı.

Sonuçta tensikatın ka­nun çerçevesinde yapılma­sı ve Meclis’in denetiminde olması fikri üstün geldi. Ama söz konusu kanunun çıkma­sı epey zaman aldı ve ancak 31 Mart Vakası’ndan son­ra kurulan 2. Hüseyin Hilmi Paşa Kabinesi döneminde, 17 Haziran 1909’da yürürlü­ğe girebildi. Tensikat Kanu­nu’na göre, devlet memurla­rının emekliye sevkedilme­leri, açığa alınmaları veya görev yerlerinin değiştiril­mesi, her bakanlık için ayrı ayrı oluşturulan beş kişi­lik komisyonlarca yürütüle­cekti. Bu komisyonlara Âyân Meclisi’nden bir kişi baş­kanlık, Mebusan Meclisi’n­den bir kişi ikinci başkanlık yapacak, diğer üç üye ise il­gili bakanlıkça belirlenecek­ti. Kanun, iyi niyetle hazır­lanmıştı. Ama aynı sorunlar ve aynı adaletsizlikler gene yaşandı. O kadar ki, Meclis-i Mebusan, kendisine yüzlerce itiraz dilekçesi yollanmış ol­duğu için, bir Tedkik-i Ten­sikat Komisyonu oluşturmak zorunda kaldı. Bu komisyo­nun çalışmaları sırasında, özellikle eski rejimin adamı olmakla suçlananların iti­razları sorun yaratmıştı, zi­ra birçok suçlama kesin bir biçimde kanıtlanamıyordu. Bunun üzerine mebuslardan bazıları, 31 Mart Vakası’n­dan sonra Yıldız Sarayı’nda ele geçirilmiş ve Harbiye Ne­zareti’ne devredilmiş olan, zamanında Sultan II. Abdül­hamit’e verilmiş jurnalle­rin de tek tek incelenmesi­ni istediler. Bu öneri işleme konulmadı; ancak Tensikat Kanunu’nda birçok değişik­lik yapılması da Meclis’te tartışılmaya başladı. Ertesi yılın Mayıs ayında, İbrahim Hakkı Paşa Kabinesi iktidar­dayken, “Adl-i İhsan” takma adıyla anılan yeni bir ka­nunla, Tensikat Kanunu’nda önemli değişiklikler yapıl­dı. Bu kanun da daha sonra, Sait Paşa (1911), Gazi Ahmet Muhtar Paşa (1912) ve Kâmil Paşa Hükümetleri’nce deği­şikliklere tâbî tutulacak, so­nuç olarak tensikatın doğur­duğu sıkıntılar ve sorunlar Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’na girdiği za­man bile hâlâ halledilememiş olacaktı.

Üç maaş olmaz!
Medresetü’l-Hattatin ve Kanuni Sultan Süleyman Numune Mektebi hocalarından, ayrıca Üsküdar Gülnuş Valide Sultan Camii’nde imam olan Necmeddin (Okyay) Efendi bu üç görevinden de maaş almaktadır. Tensikat Kanunu mağdurlarından olmasa da üç yerden aldığı maaşından bazı kesintiler yapılarak haksızlığa uğradığını dile getirmektedir. Maliye haklı olduğunu ispatladığından Hattat Necmeddin Efendi’nin dilekçesi geri çevrilmiştir.

II. Meşrutiyet dönemi tensikatından söz ederken, silahlı kuvvetlerde yapılan iki tasfiye hareketine değin­meden geçemeyiz. Bunların birincisi, 7 Ağustos 1909 ta­rihli Tasfiye-i Rüteb-i Aske­riyye Kanunu’yla başlayan süreçtir. Bu kanunla önemli iki şey yapılıyordu. Bunların birincisi, Meşrutiyet Devrimi öncesinde gizli polislik gibi işlere karışmış olanlar asker­likten çıkarılacaktı. İkinci­si ise, Osmanlı hizmetindeki yabancı subaylarla şehzade­ler haricinde kendilerine as­keri okullarda okurken veya daha sonra verilmiş olan bazı rütbeler geri alınıyordu. Ge­riye kalan uygulamalar ise, okullu ve alaylı subayların hangi rütbelerde kaç yıl bu­lunacakları gibi, silahlı kuv­vetlere özgü düzeltimlerdi.

Erkekler savaştan döndü, kadınlara yol göründü
Birçoğu savaş mağduru ailelerin mensubu olduğu halde kendi ifadelerine göre “devlet işlerinin yüz üstüne kaldığı bir zamanda” belli vaatlerle memurluğa davet edilen kadınların işten çıkarılmalarına yönelik teşebbüsleri Sadrazama şikâyet ettikleri dilekçeleri. 35 imza taşıyan bu toplu dilekçe Sadrazam tarafından PTT Müdürlüğüne havale edilerek devlet hizmetindeki kadınların mağdur edilmemeleri istenilmiştir.

İkinci tasfiye hareketi ise, Balkan Savaşı’ndan sonra ya­pılandır. Aslında bu, hemen Bâb-ı Âlî Baskını’ndan sonra düşünülmüş, ama o dönemin Harbiye Nazırı Ahmet İz­zet (Furgaç) Paşa’nın tered­dütleri nedeniyle muallak­ta kalmıştı. Ertesi yıl Enver Paşa Harbiye Nazırı olunca uygulamaya geçildi; hem de gayet köktenci bir biçimde. Nitekim, konu gündeme ilk geldiğinde 163 subayın ordu­dan çıkarılması düşünülür­ken, Enver Paşa’nın yaptığı tasfiyede bu sayı 1.500’ü bul­muştu. Ayrıca, tasfiye yüksek rütbelilerle sınırlı kalmamış, birçok genç subay da emekli­ye sevkedilmişti.

Arnavut ise kesin ayrılıkçıdır!
Yanyalı Tevfik Bey 1898’de polislik mesleğine başlamış ve görevli olduğu Serfiçe Sancağı’ndan izinle İstanbul’a gelerek Üsküdar’a yerleşmiş. İzin bitince görevden alındığını öğrenmiş. Emeklilik hakkı dahi verilmediğinden itiraz etmektedir. Balkan Harbi sıralarında Arnavut milliyetçilerinin kulübü olan Başkim Kulübü’ne üye olup o yönde siyaset yapmıştır. Bu hareketi ile kendi isteğiyle Osmanlılıktan ayrıldığına ve Osmanlılık hislerini incittiğine karar verilerek, Osmanlı Devleti’nde yeniden istihdamının uygun olmadığı cevabı verilmiş.

Sultan II. Abdülhamit dö­neminde, Tanzimat’ın getir­diği okullaşma sonucunda devlet hizmetinde çalışmanın tek ölçütü olan liyakat ilkesi büyük yara almış, olur olma­dık insanlar hak etmedikleri yerlere getirilmiş ve kendile­rine yüksek rütbeler bahşe­dilmişti. Bunların en güzel ve en tanınan örneği, mareşalli­ğe terfi ettirilmiş olan, askerî doktor Cemil Topuzlu’dur. Dolayısıyla, II. Meşrutiyet döneminin tensikat siyaseti, haklı bir nedene dayanıyor­du. Ayrıca, tasfiye sürecinin getirdiği bir dizi yanlışlık ve haksızlık, artık ülkenin tek hakimi olan Meclis-i Mebu­san’ı kayıtsız bırakmamış ve mebuslar bu haklı girişimin adaletli bir biçimde yürütüle­bilmesi için ellerinden gele­ni yapmışlardı. Ancak sonuç, gene de toplumsal bir deprem oldu. Bunun iki nedeni oldu­ğunu söyleyebiliriz. Birin­ci neden, bu gibi durumlar­da her zaman olan olmuş ve, kötü niyet olmadığı durum­larda bile, kurunun yanında yaş da yanmıştır. İkinci neden ise, İttihat ve Terakki Cemi­yeti’nin bir tür devlet içinde devlet durumunda olması ve Cemiyet mensuplarının dev­letin işine karışması sonu­cunda, pek çok durumda kişi­sel hesaplaşmaların belirleyi­ci olmasıdır. Bu ise, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin liberal çevrelerin gözünden düşme­sine neden olduğu gibi, kan davasına benzer bir de sevim­sizlik yaratmış, mağdur olsun ya da olmasın, azledilenlerin Mondros Bırakışması’ndan sonra, özellikle de Damat Fe­rit Paşa Hükümeti dönemin­de yeniden önemli yerlere ge­lerek, temelde İttihatçıların örgütlediği Milli Mücadele sürecine karşı çıkmaları so­nucunu doğurmuştur.