Bu o kadar saf, o kadar güçlü bir çığlık ki! Her gün gazetelerin 3. sayfasında, sokakta, yan komşunuzda, otobüste, okulda, işyerinde, belki de kendi çatınızın altında korkulu gözleriyle karşı karşıya geldiğimiz milyonlarca kadının talebini aynı anda haykırıyor. 2013’te eşi Fedai Baran’dan boşandıktan sonra, geçen ay 10 yaşındaki kızının gözleri önünde katledilen Emine Bulut’u ve diğer kurbanları unutmamak için…
Kadınlar, “ölürken yazılan tarih”in bir parçası olmak istemiyor. Tehdit edilirken, taciz edilirken, şiddet görürken, çocuk yaşta evlendirilirken yazılan bir tarihin bir parçası olmak istemiyor. Bunun için de anlık tepkilerin ötesinde, somut bilgilere dayanan, sistematik ve kararlı bir politikaya ihtiyaç var. En önemlisi de erkek şiddetinin nedenini cinnet, alkol, psikolojik sorunlar gibi münferit meselelerin; “namus, kadınların özgürleşmesi, boşanma taleplerinin artması” gibi kadınların en temel hakları olan yaşama hakkı ellerinden alınırken bile suçlu pozisyonuna sokan bahanelerin ardında aramaktan vazgeçmek gerekiyor.
Kadına yönelik şiddet dünyanın hemen her yerinde ve en azından tarım toplumuna geçildiğinden beri tarihin her döneminde sorun olmuş. 12 bin yıl önce tarım toplumuna geçiş döneminde kadınlarla ilgili neyin değiştiğini kendi gözlerimizle görmemizi sağlayacak bir zaman makinemiz olmasa bile, günümüzde halen avcı-toplayıcılığı sürdüren toplulukların hayatına bakarak o dönemde neyin değiştiğine ilişkin bazı ipuçları elde edebiliyoruz. University College London’da avcı-toplayıcı topluluklarda toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili bir araştırma yürüten Mark Dyble, bu toplulukların yaygın algının aksine çok daha eşitlikçi olduğunu, ancak tarım devriminin ardından başlayan üretim fazlası ve kaynak birikimiyle birlikte eşitsizliğin büyüdüğünü söylüyor.
Önümüzdeki tablo, toplum içindeki görev dağılımının değişmesi, buna bağlı olarak kadınların daha çok çocuk yetiştirmek üzere ev içi rollere geçmek zorunda kalmasıyla yiyecek üzerindeki kontrollerinin, dolayısıyla toplumdaki haklarının azaldığını gösteriyor.
Eşitsizlik!
Yani 12 bin yıl önce de bugün de, kadına yönelik şiddet içinizi acıtan, acil çözüm bulmak istediğiniz bir sorunsa, bakmamız gereken tek bir nokta var: Eşitsizlik!
Kadına yönelik şiddetle ilgili bağlayıcılığı olan ilk uluslararası sözleşme, İstanbul Sözleşmesi, şiddeti “kadın ve erkekler arasında tarihsel eşitlikçi olmayan güç ilişkisinin tezahürüdür” diye tanımlar. Sözleşme, hane içi şiddeti engellerken bir yandan da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin hem sonucu hem de kaynağı olan ev içi şiddeti durdurmayı, kadınlarla erkekler arasında anlamlı bir eşitliğe ulaşmayı amaçlar. Bunun için de dört adımlı bütüncül bir yaklaşım belirler. 4P olarak adlandırılan bu yaklaşımın adımları da şöyle tanımlanır: Prevention (şiddeti önleme), Protection (mağdurları koruma), Prosecution (suçluları cezalandırma) ve Policy Making (şiddeti önlemek için politika). Sözleşmenin denetim komitesi GREVIO’nun Ekim 2018’de yayımladığı değerlendirme raporu ise, Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu bu sözleşmenin gereklerini yerine getirmekten çok uzak olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Şiddetle mücadeleye engel en temel konu olarak gösterilen neden de hiç şaşırtıcı değil: Devletin genel politikalarının kadın-erkek eşitliğine olan etkilerinin gözardı edilmesi ve hükümet yetkililerinin kadınlara yönelik geleneksel rolleri destekleyen açıklamaları.
İzleyen sayfalarda, son 15 yılın hafızalarımızdan silinmesi mümkün olmayan kadın cinayetleri, şiddete karşı kadın mücadelesinin tarihi, ilk Medeni Kanun’dan İstanbul Sözleşmesi’ne yasaların kadına yönelik şiddete yaklaşımındaki dönüşüm, geçmişten bugüne eşitsizliğin dildeki yansımaları ve ne yazık ki kapsamlı ve şeffaf şekilde tutulmayan kadına yönelik şiddet istatistikleri üzerinden de olsa sorunun kapsamıyla ilgili rakamsal bir analiz çabasını bulacaksınız.
Yarın bir Emine Bulut daha olmasın diye… Kadınlar hak ettikleri gibi özgür, eşit, mutlu yaşamlar sürdürebilsinler diye…