Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Kehanetlerden anketlere, geleceği göremeyenler

Churchill 1943’te savaşın geleceğini soranlara “Önceden kehanette bulunmaktan hep kaçınmışımdır çünkü olay olduktan sonra kehanette bulunmak çok daha iyidir” diye cevap vermişti. Buna rağmen insanlar geleceği merak etmekten, kahinler, müneccimler ve toplumbilimciler de gelecekle ilgili ahkam kesmekten hiç vazgeçmedi.

En şaşırtıcı seçim deyince akla hemen 1948 ABD başkanlık seçimleri gelir. Bu seçimler sadece sürpriz sonucuyla değil, kamuoyu araştırmaları alanındaki büyük bozgun nedeniyle de ünlüdür. Demokrat Partinin adayı Harry S. Truman’ın seçimleri kaybedeceğine, Cumhuriyetçi aday Thomas E. Dewey’nin kazanacağına mutlak gözüyle bakılıyordu. Gallup araştırma şirketinin yaptığı dokuz ankette Dewey galip çıkmıştı. Truman’ın taraftarları, hatta eşi bile seçimi kazanacağına ihtimal vermiyordu. Basın da aynı telden çalıyordu. Newsweek dergisi elli uzmana sormuş, hepsi de Dewey’e şans tanımıştı. Life dergisi, seçimden önceki sayısında “Müstakbel başkanımız feribotla San Francisco limanına geliyor” başlığıyla Dewey’nin büyük bir fotoğrafını yayınlamıştı.

Erken öten gazete, eğlenen Truman!


1948 ABD başkanlık seçimlerinin sürpriz galibi Truman, Dewey’in kazanacağından emin olduğu için “Dewey Truman’ı yenilgiye uğrattı” başlığıyla çıkan Chicago Daily Tribune gazetesiyle alaycı bir zafer pozu veriyor.

Seçim kampanyasını başkanlık treniyle adım adım ABD’yi dolaşarak yapan Harry Truman’ın bu uzun gezisine gazeteciler fazla rağbet etmemişti. Oysa onu yakından izleselerdi, işlerin sanıldığı gibi gitmediğini görebilirlerdi.

Seçimler 2 Kasım 1948’ de yapıldı. O gece Dewey, geniş ekibiyle birlikte New York’ta bir otelde sonuçları beklerken, Truman, Missouri eyaletinde küçük bir şehirde bir otele sığınmıştı. Sonuçlar bütün ülke için tam bir sürprizdi: Truman, oyların yüzde 49.55’ini alarak başkan olmuştu.

En meşhur müneccim


Nostradamus’un Kehanetler isimli 1555 tarihli kitabındaki öngörülerin günümüzdeki gelişmeleri bile açıkladığına dair yorumlar, internetten eksik olmuyor.

Ertesi sabah Chicago Daily Tribune gazetesi satışa çıktığında, herkes gülmekten yerlere yattı. Gazete editörleri bir önceki akşam kendilerinden o kadar emindiler ki, “Dewey Trumann’ı Yendi” başlığını atıp gazeteyi baskıya yollamaktan çekinmemişlerdi. Başkanın elinde gazeteyle gülerek çektirdiği fotoğraf, hem gazetecilik hem kamuoyu araştırması konusunda önemli bir ders oldu: Gallup son araştırmasını seçimden on beş gün önce yapmış, son iki haftada seçmenlerin eğilimlerinin değişebileceğini gözden kaçırmıştı. Bir daha aynı hatayı tekrarlamadı. Gazete editörleri ise bir olay gerçekleşmeden tahmin üzerine başlık atmamayı öğrendiler.

Geleceği önceden bilmek, insanoğlunun çok eski tutkusuydu. Orta Asya’daki şamanlardan eski Yunan ve Roma dünyasındaki kahinlere, kuş bilicilere ve Ortaçağ’daki müneccimlere kadar bunun pek çok yolu vardı. Bunlardan en çok bilineni Delphi kehanet tapınağı, Yunanistan’da Delphi’nin dağlık bölgesinde bir Apollon tapınağıydı. Tapınağın iç odasında, Pythia denilen ve bölgedeki kadınlar arasından seçilen bir rahibe, elinde bir tasla üç ayaklı bir taburenin üzerinde oturur, vecd içinde başvuranların geleceğini haber verirdi (Tapınağın iki fay hattının keşistiği noktada bulunduğu ve yeraltından çıkan etilen gazının rahibenin kendinden geçmesine yol açtığı düşünülüyor).

Delphi Tapınağı’ndaki Pythia’ya başvuranlar, ne zaman evlenmeleri gerektiğinden savaştan sağ dönüp dönmeyeceklerine kadar her türlü soruyu sorabilirlerdi. Antik Çağ yazarlarının anlattığı kehanet öyküleri, bunların çoğunun sonradan uydurulduğunu gösteriyor. Örneğin Büyük İskender dünyayı ele geçirip geçiremeyeceğini sorduğunda Pythia cevap vermeyi reddetti. Öfkelenen İskender kadıncağız saçlarından tuttuğu gibi dışarı sürükledi, Pythia çaresiz “Sen yenilmezsin oğlum!” diye bağırdı. İskender “İşte şimdi cevabımı aldım!” diyerek rahibeyi bıraktı. Roma İmparatoru Nero ise, annesi Agrippina’yı öldürttükten sonra Delphi’ye gitti. Pythia’nın kehaneti şu oldu: “Buradaki varlığın tanrıları rencide ediyor. Geri dön, anne katili! 73 rakamı düşüşünün işareti olacak!” Öfkelenerek Pythia’nın yakılmasını emreden Nero yine de memnundu: 73 yaşına kadar yaşayacağına inanıyordu. Ancak bunun yerine 73 yaşındaki Galba tarafından tahttan indirildi…

Önbilgi, savaşta en çok ihtiyaç duyulan unsurdu. Gerçi Sun Tzu veya Machiavelli gibi “savaş sanatının” eski kuramcıları, bununla düşman hakkında edinilecek somut bilgiyi kastettilerse de, uygulamada komutanlar savaş öncesinde kuşbilicilere (augur) veya müneccimlere danışmaktan vazgeçmedi. Roma ordusunda tavukların yem yiyip yemediğine göre saldırı kararı alınırdı ve orduda bunlara bakmakla görevli “pullarius” denilen kişiler vardı. Komutanların çoğu işi bu tür kehanetlere bırakmazdı. Ama ordunun morali açısından kutsal tavukların yem yiyip yememesi önemliydi. Bu konudaki anekdotların en ünlüsü şudur: MÖ 249’da Kartaca ve Roma donanmaları Sicilya’daki Drepanum (bugün Trepani) limanı önünde karşılaştılar. Roma komutanı Publius Claudius Pulcher, kutsal tavukların getirtilmesini emretti. Güvertede tavukların kafesi açıldı ama hayvanlar yem yemeyi reddettiler. Bu durumda saldırıya geçilmemesi gerekiyordu. Ama Claudius Pulcher “yemiyorlarsa içsinler!” diye haykırarak tavukların denize atılmasını buyurdu. Elbette sonuç, Romalılar için ağır bir yenilgi oldu.

Ortaçağ’da müneccimler çağı başladı. Aralarından en ünlüleri, kral ve komutanların vazgeçemediği kişiler haline geldi. En tanınmış müneccim Nostradamus denilen Michelde Nostredame’dı (1503-1566). Les Prophéties (Kehanetler) adlı 1555 tarihli kitabına dayanılarak bugün bile internette “Paris saldırılarını bildi” şeklinde yorumlar yapılan Nostradamus, bir gökbilimci bile değildi. Ancak Kraliçe Catherine de Médicis’nin hayranlığını kazandı ve Kral IX. Charles’ın doktoru oldu. Hazırladığı yıldız fallarında kraliçenin bütün çocuklarının genç yaşta ölüp gideceklerini ve Valois hanedanının sona ereceğini öngördü mü, bilinmiyor.

Bize geleceği söyle


Phytia, Atina Kralı
Aegeus’un geleceğini
okuyor. MÖ 440’a ait
çömlek resmi.

Günlük politikayı ondan çok daha fazla etkileyen müneccimler vardı. Otuz Yıl Savaşları’nda 1618-1634 arasında imparatorluk ordularına komuta eden Albrecht von Wallenstein, müneccimlere başvurmadan adım atmazdı. Wallenstein, henüz 25 yaşındayken, büyük astronom (veastrolog) Johannes Kepler’e başvurarak yıldız haritasını çıkartmıştı. Kepler, genç adamın “akıllı, çalışkan, uyanık, yenilikçi” olduğunu belirttikten sonra ayın duruşu nedeniyle başına çok dert açılacağını, çevresi tarafından “yalnız, kaba bir adam” olarak görüleceğini bildirmişti. Wallenstein bu falı yıllarca yanında taşıdı.

Wallenstein’ın kadrolu müneccimi ise İtalyan Giovanni Battista Seni’ydi. 1630’da İmparator Ferdinand Wallenstein’i ordu komutanlığından aldığında, müneccimi Wallenstein’a “seni daha parlak günler bekliyor” diye moral vermişti. Gerçekten iki yıl sonra Wallenstein yeniden imparatorluk orduları başkomutanı oldu. Astrologunun sözlerine güvenerek imparatordan bağımsız hareket etmeye, kendi başına barış-savaş kararları almaya başladı. 1634’te imparator “astrolojiye meraklı, muhtemelen kaya büyüye de başvuran” bu başbelası komutanının gizlice öldürülmesini emretti. Giovanni Battista Seni, Schiller’in Wallenstein Üçlüsü (1799) adlı tiyatro oyunlarında önemli bir karakter oldu. Ancak efendisinin odasında kendi yakınları tarafından öldürüleceğini tahmin edememişti.

Siyasi öngörülerin birer propaganda malzemesi olabileceğini gösteren örneklerden biri de, İngiliz içsavaşı sırasındaki müneccimler kavgasıydı. O sıralarda müneccimler her yıl almanaklar çıkararak olacakları anlatır, ucuza satılan bu risaleler kapışılırdı. İngiltere’de Kral ile Parlamento arasında iç savaş başladığında o güne kadar basımı sıkı bir sansür altında olan almanaklar birden serbest kaldı. 1644 almanağında parlamentonun kralı yeneceğini öngören müneccim William Lilly, Avam Kamarası’nda tartışmaya konu oldu, “İngiliz Merlin’i” (Kral Arthur efsanesindeki büyücü) lakabını aldı. Lilly’ye karşılık Kralcılar da kendi astrologlarını, Naworth takma adıyla yazan George Wharton’ı öne çıkardılar. Kralcı yazarlarla parlamentocu yazarlar, yayınladıkları risalelerde müneccimlerini çarpıştırıyordu. Bir kralcının “Eğer Kral kendi tarafına çekebilirse, Lilly yarım düzine tabura değer” diye yazması, müneccimin propaganda değerini gösteriyordu.

2. Dünya Savaşı sırasında İngiliz gizli servisinin Macar müneccim Louis de Wohl’u bünyesine almasının nedeni de buydu. Louis de Wohl’ün öngörüleri elbette muharebe alanında kullanılmıyor duama 1941 başında bir dizi konferans için ABD’ye gönderildi. Amerikan medyasının “Modern Nostradamus” dediği Wohl, Hitler’in yenileceği konusundaki kehanetlerini her konuşmasında tekrarladı. Ama Pearl Harbor baskını olup ABD savaşa girince, İngiliz gizli servisi onu hemen geri çağırdı çünkü artık Amerika’da propaganda yapmaya ihtiyaç kalmamıştı.

Kamuoyu yoklamalarının da müneccim kehanetleri gibi bir propaganda değeri olduğundan, seçim araştırmalarının yayınlanmasına yasaklar konuldu. Bu önlemin, İngiltere’de Kraliçe I. Elizabeth döneminden itibaren hükümdar ve hanedan üyelerinin yıldız fallarının yayınlanmasının yasaklanmasından hiçbir farkı yoktu. Raymond Aron’un söylediği gibi: “Geleceğe yönelik tahminler, insanın hem düşmanlarını hem de taraftarlarını manipüle etmesini sağlar”(L’opium des intellectuels).

Peki eğer 1948 ABD seçimi gibi beklenenin tersi gerçekleşirse ne olur? O zaman politikacılar, gazeteciler ve diğer bütün ilgili uzmanlar, tahminlerin neden doğru çıkmadığını açıklayarak geçmişe yönelik kehanetlerde bulunurlar. Churchill’in 1943Kahire konferansında o sırada devam etmekte olan savaşla ilgili soruya verdiği cevap gibi: “Önceden kehanette bulunmaktan hep kaçınmışımdır çünkü olay olduktan sonra kehanette bulunmak çok daha iyidir.”

1929 ve 2008: Piyasa guruları nasıl çuvalladı?

1929’daki ‘Büyük Depresyon’ öncesi “korkunç çöküş geliyor” diyen Roger Babson’a deli muamelesi yapılmıştı. 2008’deki global krizi de ne merkez bankaları, ne ünlü yatırımcılar ne de akademisyenler öngörebildi.

Yale Üniversitesi profesörü Irving Fisher (1867-1947), herkes tarafından tanınan “star” iktisatçıların ilk örneklerindendi. 16 Ekim 1929’da New York Times gazetesinde onun ağzından çıkan ünlü cümle yayımlandı: “Hisse senedi fiyatları kalıcı olmak üzere yüksek bir seviyeye ulaştı”.

Kimse öngöremedi Hem 1929 “Büyük Buhran”ında, hem de 2008 global krizinde çöküşün yaklaştığını öngören az sayıda iktisatçı oldu. Fakat çokbilmiş ekonomi guruları aksi fikirdeydi, onlara bel bağlayan piyasa aktörleri, fena halde hazırlıksız yakalandı.

Ekonomi tarihinin çuvallamış tahminleri arasında en ünlüsü olan bu cümleyi, New York’ta borsa simsarlarının bir kulübünde yaptığı aylık konuşmada söylemişti. Bunu söylemesinin nedeni de, rakip piyasa uzmanı Roger Babson’ın (1875-1967), 5 Eylül’de “Er geç bir çöküş geliyor ve korkunç olabilir” şeklinde tahminde bulunmuş olmasıydı. Fisher aklı sıra Babson’a haddini bildiriyordu. Herkes Fisher’i alkışladı, Babson’a deli gözüyle baktı. Çünkü 3 Eylül 1929’da New York Bosası Dow Jones Sanayi Endeksi 381.17 puanla 1920’den beri sürdürdüğü çıkışın en yüksek noktasına ulaşmış, tarihî bir rekor kırmıştı.

Ancak Fisher, hisse senedi fiyatlarının ulaştığı yüksek düzeyin “kalıcı” olduğunu söylediği sırada, aslında borsa 3 Eylül’deki rekordan geriye doğru inmeye başlamıştı. Fisher iyimser görüşünde ısrarlıydı. 23 Ekim’de bankacıların bir toplantısında “hisse senedi değerleri hiç de aşırı şişkin değil” diye beyan etti. Ertesi gün, yani 24 Ekim 1929’da “Kara Perşembe” yaşandı, borsada panik halde hisse satışları başladı. 28 Ekim’de sıra “Kara Pazartesi”deydi, hisseler yüzde 12.8 oranında indi. Ertesi gün yani “Kara Salı” düşüş yüzde 11.73 ile devam etti. Dow Jones Endüstri Endeksi, 3 Eylül 1929’da kırdığı rekor düzeye bir daha ancak 25 yıl sonra ulaşacaktı. O sırada Fisher çoktan ölmüştü.

2008 Krizi

Ekonomiyle çok az ilgilenenler bile 15 Eylül 2008’de büyük yatırım bankası Lehman Brothers’ın iflas haberini hatırlar. Bugün hâlâ etkileri hissedilen son büyük global kriz, aslında o tarihten bir yıl önce ilk ipuçlarını vermişti. Bu krizi tetikleyen kredili konut satışlarındaki müthiş patlamanın hayra alamet olmadığını önceden kim tahmin etmişti? Amerikan ekonomisinin aktörleri bunu tahmin edememiş, daha doğrusu tahmin etmek istememişti. Kriz başladıktan az sonra ABD Merkez Bankası’nın bir önceki başkanı Alan Greenspan şöyle söylemişti: “Herkes kaçırdı: Akademi dünyası, Merkez Bankası, bütün regülatörler…” ABD Merkez Bankası’nın kriz sırasındaki başkanı Ben Bernarke ise “Bütün bu rakamları biliyorduk tabii. Bir dolu zeki insan bunun bir krize doğru gittiğini düşünmüştü. Ama tahminleri doğru çıkmadı. Onlar dolarda bir çöküş bekliyorlardı ancak başka tür bir kriz oldu. Öngörmenin ne kadar zor olduğunu kanıtlayan bir örnek daha…”

Piyasa oyuncuları arasında en zekileri olarak bilinen iki kişi, yani George Soros ve Warren Buffett krizi öngöremediler. İlki iflas etmeden az önce Lehman Brothers’a yatırım yaptı, ikincisi de krizde milyarlarca dolar kaybetti. Buffett 2010’da Mali Kriz Soruşturma Komisyonu’nda verdiği ifadede “Hiç kimse kredili ev balonunun patlayacağını tahmin edemedi” dedi. Oysa bugün 85 yaşında olan bu iki adama kahin gözüyle bakılırdı. George Soros 1992’de sterlinin düşeceğini öngörerek aldığı pozisyonla 1 milyar dolar kazandığı gibi “İngiltere Merkez Bankası’nı batıran adam” olarak meşhur olmuştu. Dünyanın en zengin insanlarından biri olan Warren Buffett ise doğru zamanda yaptığı yatırımlarla ve bu yatırımları doğru zamanda elden çıkartmasıyla tanınan, “Büyücü” takma adını hak eden bir yatırımcıydı.

Ancak konut kredilerinin zehirli bir balona dönüşeceğini tahmin edenler çıkmadı değil. Bunlardan en tanınmışı, İstanbul doğumlu İran asıllı Amerikalı iktisatçı Dr. Nouriel Roubini oldu. Kriz başlamadan önce bir IMF toplantısında “Bugün için duyduğum kaygı, konut kredisi balonunun patlamasıdır… Henüz görmedik ama bu balon patlayınca bankacılıkta daha geniş sistemik sorunlara yol açacak… Ödenmeyen kredilerdeki ve ipotekli konutlara konulan hacizlerdeki artış başka banka ve finans kurumlarına da yansıyacak…” Roubini bu sözleri söyledikten sonra oturumun moderatörü “bu sözlerden sonra galiba şöyle sıkı bir içkiye ihtiyacımız var” diye espri yaptı ve herkes güldü. Ancak Roubini öngörülerinde haklı çıktı.“Dr. Kıyamet” (Dr. Doom) takma adını kazandı ve şöhrete kavuştu.

25 yıl arayla Avrupa’da iki büyük barış illüzyonu

1 Dünya Savaşı 1914’ün Eylül ayında patlak verdiğinde, Avrupalı komutan ve politikacıların ezici çoğunluğu askerlerin Noel’de evde olacağını söylemişlerdi. 2 Dünya Savaşı arefesinde, Almanya dönüşü İngiltere Başbakanı Chamberlain de halka “artık evinize gidin, yataklarınızda rahatça uyuyun” demişti.

Ağustos 1914’te Alman İmparatoru II. Wilhelm, savaşa giden askerlere yaptığı konuşmada “Sonbahar yaprakları dökülmeden evlerinize geri döneceksiniz” diye söz vermişti. Almanya’nın Britanya Elçisi Prens Lichnowsky’nin 27 Temmuz 1914’te imparatoruna yolladığı “kıtada bir savaş olursa Almanya kazanamaz” şeklindeki telgrafın II. Wilhelm’e gösterilmediği söylenir. Alman Başbakanı Bethmann Hollweg ise, savaşın üç veya dört ay süreceği şeklindeki tahminini, bu süre bitene kadar defalarca tekrarlamıştı.

Onun gibi pek çok yönetici de savaşın kısa süreceğine inanıyor veya konuşmalarında böyle söylüyorlardı. Bütün ülkelerde “kısa-savaş illüzyonu” adı verilen bir yanlış öngörü hakimdi. İngiltere’de Seferberlik ve İstihbarat Müdürlüğünün (Directorate of Mobilization and Intelligence) stratejik bölümünün başında bulunan E. A. Altham, planlarını yaparken, ticari bir imparatorluk olan Büyük Britanya’nın kısa süreli bir savaş yapacağı düşüncesine dayandırmıştı. 1912’de İngiliz genelkurmayı muhtemel bir savaşın en fazla altı ay süreceğini, Alman genelkurmayı ise 4 ile 9 ay arasında devam edeceğini öngörüyordu. 5 Ağustos 1914’te savaşın başlamasından az sonra İngiliz amiral David Beatty karısına yazdığı bir mektupta, savaşın kış gelmeden biteceğini söylüyordu: “Dünyada bu kadar büyük çarpışmayı daha uzun süre sürdürmeye yetecek kadar para yok.”

Bu tamamen yanlış tahminlerin nedeni, ülkelerin 1866 Prusya-Avusturya ve 1870 Prusya-Fransa savaşını kendilerine örnek almasıydı. (Son yapılan büyük savaşlar bunlardı; Balkan Savaşları “gelişmemiş” ülkeler arasında olduğundan, Avrupa’nın “gelişmiş” büyük güçleri tarafından dikkate alınmıyordu). Ancak ülkeler, bu savaşlardan sonra geçen sürede kaydedilen askerî gelişmeleri göz önüne almıyorlardı. Mâli tahminlere bakıyor, yeterli kaynağın olmadığını düşünerek çarpışmaların mecburen biteceğine hükmediyorlardı. Yöneticiler böyle olunca, halkların da kısa savaş illüzyonuna kapılmaları normaldi. Askerler 1915yılına girildiğinde ilk yorgunluk belirtilerini vermeye başladılar. Ancak o zaman bile savaşın 1918 sonbaharına kadar uzayacağına inanmıyorlardı. Asker mektuplarında bunların örnekleri bulunabilir. Örneğin psikanalizin babası Dr. Freud, Ocak 1915’te Macar yedek süvari birliğinde çarpışan arkadaşı Dr. Sandor Ferenczi’den bir mektup aldı. Freneczi şöyle diyordu: “Savaş uzun süreceğe benziyor… Ta ekim ayına kadar sürebilir.” Oysa savaşın süresi bu tahmini de çok çok aşacaktı.

Büyük Savaş’ın nasıl olacağını çok önceden öngören birkaç kişi vardı. Bunlardan Friedrich Engels, 1887’de şöyle yazmıştı: “Karşılıklı silahlanma yarışı uç noktaya götürülürse, sonunda doğal meyvelerini verecek ve önceden görülmemiş yoğunlukta bir dünya savaşına yol açacak… Sekiz ile on milyon asker birbirini kesecek ve Avrupa silinip süprülecek… Ticaret ve endüstride büyük kaos yaşanacak ve genel bir iflasla sonuçlanacak, eski devletler ve gelenekleri öyle bir yıkıma uğrayacak ki, düzinelerce taç lağımı boylayacak… Bütün bunların nasıl biteceğini ve kimin zafer kazanacağını öngörmek mümkün değil ama tek bir sonuç kesin: Genel bir bitkinlik ve çalışan sınıfın nihai zaferi için gereken koşulların ortaya çıkışı…”

2. Dünya Savaşı

Naziler 1933’te iktidara geldikten sonra gittikçe saldırganlaşan ve silahlanan Almanya’ya karşı güttüğü “yatıştırma” politikası, yanlış siyasal öngörülerin en tanınmış örneği olarak görülür. Japonya’nın Mançurya’yı, İtalya’nın Habeşistan’ı, Almanya’nın Avusturya’yı ele geçirdiği 1930’larda, İngiltere ve Fransa diplomatik çaba göstermekten, saldırganları yatıştırmaya çalışmaktan öte bir şey yapmadılar. Bu tutum, Almanya’nın Çekoslovakya’nın Almanların oturduğu bölgesi Südet bölgesini (Sudetenland) ilhak etmek üzere harekete geçmesine kadar sürdü.

Eylül 1938’de Münih’te, Çekoslovakya’nın geleceğini tartışmak üzere uluslararası konferans başladı. Çekoslovakya buraya davet bile edilmemişti. İngiliz ve Fransız diplomatların tek derdi Avrupa’da yeni bir savaşın başlamasını önlemekti. Bu uğurda Münih’te Çekoslovakya’nın Südet bölgesini Hitler’e teslim etmeyi kabullendiler.

Hitler’le yaptığı ikili görüşmelerden tatmin olan veelinde yine Hitler’in imzaladığı “İki halkın birbiriyle bir daha asla savaşmama isteğinin sembolü” olan İngiliz-Alman Antlaşması’yla İngiltere’ye dönen başbakan Chamberlain, halkın tezahüratı arasında Buckingham Sarayı’na kadar geldi. Orada kralla birlikte balkona çıkarak kalabalıkları selamladı. Aynı gün başbakanlık konutundan ünlü konuşmasını yaptı: “Sevgili dostlarım, bir İngiliz başbakanı ikinci kez Almanya’dan Londra’ya şerefle dönüyor. Zamanımız için barışı sağladığıma inanıyorum. Şimdi artık evinize gidin, yataklarınızda rahatça uyuyun.”

Chamberlain’in sağladığı “zamanımız için barış” bir yıl bile sürmedi. O sürede Almanya Çekoslovakya’nın sadece Almanların yaşadığı bölgelerini değil, tamamını yuttuğu gibi Polonya’ya da saldırdı. Böylece 3 Eylül 1939’da radyodan şu konuşmayı yapmak yine Chamberlain’e nasip oldu: “Bu ülke Almanya ile savaş halindedir.”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Devamını Oku

Son Haberler