Dünya edebiyatının en ünlü kadın yazarı, tam 200 yıl önce 41 yaşında öldü. Yazdığı altı romandan hiçbirinin ilk baskısının kapağında kendi adı yer almıyordu. Bunlardan sadece dördünün basıldığını görebilmişti. Öldükten sonraki iki yüzyılda Jane Austen romanları bir endüstriye dönüştü. Büyüledikleri arasında 1. Dünya Savaşı siperlerindeki İngiliz askerleri de vardı, günümüzde televizyon başındaki Türk seyirciler de.

Bugün dünyanın en zengin kadın yazarının (hatta yazarının) yaklaşık 1 milyar dolarlık bir servetle İngiliz J. K. Rowling olduğu tahmin ediliyor. Garip bir tesadüf sonucu, 200 yıl önce ölen yine İngiliz, yine kadın bir başka yazar, onunla rahatlıkla rekabet edecek durumda. 41 yıllık hayatında altı romanı tamamlayabilmiş, bunların yalnız dördünü yayınlatabilmiş. Kitaplarından elde ettiği tüm gelir 684 sterlini (bugün 60 bin sterlin) ancak geçen Jane Austen (1775-1817) bugün neredeyse bütün dillere çevrilmiş romanlarıyla, 1930-2017 arasında bunlardan uyarlanan, esinlenen, başka dönem ve ülkelere taşınan 75 sinema, televizyon filmi ve dizisiyle, başka yazarların kaleme aldığı “esinlenme” ve “devam romanları” ile 1 milyar doları çoktan aşmış, çarkları bir türlü durmayan büyük bir endüstrinin kaynağı.
Jane Austen’ın yaşamı, dünya tarihinin en çalkantılı geçiş dönemlerinden birine tekabül ediyordu. Doğduğu yıl Amerikan Bağımsızlık Savaşı başlamış, sonra ABD kurulmuş, Fransız Devrimi olmuş, Napoléon iktidara gelip Rusya’yı işgal etmiş sonra düşmüş, İngiltere’de endüstri devrimiyle birlikte ilk işçi eylemleriyle köle ticaretine son verilmesine yönelik ilk kampanyalar başlamış, ilk büyük fabrikalar kurulmuş, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi Hindistan’daki egemenliğini genişletmişti.

Bütün bu başdöndürücü gelişmeler romanlarında ancak çok uzaktan yankılanıyordu; çünkü Jane Austen, çok iyi bildiği İngiliz taşrasındaki orta sınıfın ve küçük toprak sahiplerinin sıradan yaşamını anlatıyordu. Gerçi sonradan göreceğimiz gibi, bu uzak yankılar bile sonraki eleştirmen ve tarihçiler açısından dönemi yansıtan önemli kanıtlar olarak yorumlanacaktı. Yazar bu çevreyi anlatmaktan hiç vazgeçmedi.
Yeteneğine hayran olan entelektüel erkekler, kendisine çeşitli akıllar fikirler vermekten vazgeçmiyor, heyecanlı bir macera romanı veya ahlakçı bir didaktik roman yazmasını tavsiye ediyorlardı. Sonunda Jane “Çeşitli Çevrelerden Gelen İmalar Üzerine Bir Roman Planı” adlı bir hiciv yazarak kendisine verilen öğütlerle dalga geçmekle yetindi.

Aslında Jane Austen etrafında olan bitenlerden tamamen kopuk bir yaşam sürmemişti. İngiliz kraliyet donanmasının şöhretinin en yüksek olduğu bu dönemde iki ağabeyi denizci olmuş, amiralliğe kadar yükselmiş ve Karayipler’den Hint Okyanusu’na kadar deniz savaşlarında yer almışlardı. En yakın arkadaşı, sonradan ağabeylerinden biriyle evlenen Eliza de Feuillide’in Fransız kocası devrim sırasında giyotinle idam edilmiş, Eliza İngiltere’ye sığınmıştı. Jane Austen’ın hayranlarından biri İngiltere Naip Prensi George’du (sonradan Kral IV. George), ancak Jane Austen onun kişiliğinden de politikalarından da her zaman nefret etmiş, özel mektuplarında kendisiyle acımasızca dalga geçmişti.
Jane Austen, düşük gelirli, çok çocuklu bir papaz ailesinin küçük kızıydı. Ailenin erkek çocukları kendi başlarının çaresine baktılar. Birini zengin akrabaları evlat edindi, ikisi donanmaya girdi, birisi banker oldu ve iflas etti. Ailenin kızları Cassandra ve Jane, ikincisi ölene kadar birbirlerinden hiç kopmadı. Aralarındaki mektuplaşma, sonradan Jane Austen’ın yaşamıyla ilgili en önemli kaynak haline geldi.
Ailenin en büyük zevki amatör tiyatroculuktu ve Jane bu ortamda ilk yazı denemelerine çok küçük yaşta başlamıştı. 15 yaşındayken yazdığı “İngiltere Tarihi”nin başına “taraflı, önyargılı ve cahil bir tarihçi tarafından kaleme alınmıştır” notunu düşmüş, bunları 1. Cilt, II. Cilt ve III. Cilt diye toplamıştı; hiciv yeteneği ilk kez bu denemede ortaya çıkıyordu. Zaten hiciv en önemli yeteneklerinden biriydi. Mektup-roman şeklinde yazdığı uzun öyküsü Lady Susan, ünlü Fransız mektup-romanı Tehlikeli İlişkiler’i andıran bir baştan çıkarma, komplo, ahlaksızlık öyküsü anlatıyordu; ama yazar kitabın sonunu şu sözlerle hafifletmeden duramamıştı: “[Kahramanlarımız] arasındaki bu mektuplaşma da, Posta İdaresi’nin gelir kaybına rağmen, nihayet sona erdi”.

Jane Austen doğduğu sırada yayıncılar, yeni telif hakkı yasaları nedeniyle eski kitapların yayın hakları dolduğu için sürekli yeni yazar peşindeydi. Öyle bir kadın yazar furyası vardı ki, 1810’larda kadınların kaleme aldığı yeni eserlerin sayısı erkeklerinkinden yüzde 23 daha fazlaydı (bu durum 1820’lerde erkeklerin yeniden öncülüğü almasıyla sona erecekti). Kadın yazarlar, “gotik” denilen, hayaletli perili macera romanlarıyla popüler okuru ele geçirmişti. İşte Jane Austen’ın edebi üretimi, bu gotik romanlarla 19. yüzyılın Thackeray, Dickens, Trollope gibi yazarlarının gazetelerde tefrika edilen uzun romanları arasındaki kısa bir döneme denk gelmişti.
Bu olumlu koşullara rağmen, aynı zamanda Fransa ve İngiltere arasındaki neredeyse hiç bitmeden süren savaş, özellikle de Napoléon’un Britanya adasına uyguladığı abluka nedeniyle kağıt zor bulunuyor, bu da yayıncıları zorluyordu. Jane Austen ömrü boyunca ağabeylerini aracı kullanarak romanlarını bastırmak için uğraştı. Romanını satın alan ancak basmadan bekleten yayıncılardan iki kere el yazmalarını geri satın almak zorunda kaldı.
Hiçbir zaman istediği parayı elde edemedi. Londra’da banker olan ağabeyi Henry, sürekli olarak kız kardeşinin “amatör” bir yazar olduğunu etrafa yayıyordu; çünkü o dönemde genç, bekâr bir kadın bir “profesyonel” olamazdı. Oysa 15 yaşından ölene kadar durmadan yazan Jane’in kendisini hiç de böyle görmediği belliydi. Kızkardeşi Cassandra’ya, “Yazacak bir ruh halinde değilim, ama hevesim gelene kadar yazmalıyım” diyor, özellikle Pride and Prejudice (Gurur ve Önyargı) adlı romanıyla övünüyor ve bu kitaptan “benim sevgili çocuğum” diye sözediyordu.
Jane Austen’in hayattayken sadece dördü basılan romanlarının ilk baskılarının hiçbirinin kapağında kendi adı yoktu. İlk romanın kapağında “bir hanım tarafından yazılmıştır” (“by a lady”), sonraki romanlarının kapağında ise “bir öncekilerin yazarı tarafından yazılmıştır” denilmişti.

Babası öldükten sonra annesi ve ablasıyla birlikte o taşra kentinden bu taşra kentine sürekli yer değiştiren Jane Austen, sonunda zengin ağabeyinin malikanesinin yakınlarında bir eve yerleşti. Romanlarına son halini verdiği yuvarlak sehpa, oturma odasının bir köşesinde duruyordu. Yeğeni yıllar sonra halasını şöyle anlatıyordu: “Çalışmalarının çoğu, birçok kez rastgele yarıda kesilme pahasına herkesin oturduğu oturma odasında kaleme alınmış olmalı”. Yani Jane Austen, 1928’de Virgina Woolf’un Cambridge Üniversitesi’nde verdiği ünlü konferansına sonradan “Kendine Ait Bir Oda” başlığını atmasına yol açan kadın yazarlardan biriydi. Woolf’a göre, bir kadının büyük bir yazar olması için kendine ait bir odası olması gerekiyordu. Şunları söylemişti Virgina Woolf: “Acaba, Jane Austen elyazmalarını konuklardan saklamayı gerekli görmemiş olsaydı, Pride and Prejudice daha iyi bir roman olur muydu? Anlayabilmek için birkaç sayfa okudum, ama içinde bulunduğu koşulların yapıtını en küçük biçimde zedelediğine dair hiçbir iz bulamadım. Belki de onun en büyük mucizesi buydu”.
Özenli bir kurguyla yazılmış bu romanların en büyük özelliği, yazarın sanki hep anlattıklarına bıyık altından güldüğü izlenimi yaratmasıydı. Konu hiç değişmiyordu: Taşrada yaşayan, az gelirli genç kadınlar, geleceklerini sağlama almaya çalışıyorlardı. Bu nedenle aşk kadar para da bu romanların başlıca temasıydı. Öyle ki, California Üniversitesi’nde ekonomi tarihçisi Shannon Chamberlain, Jane Austen külliyatının modern ekonomi tarihine giriş dersi olarak okutulabileceği kanısındaydı. Ona göre Jane Austen’ın eserleri, Ulusların Zenginliği’nin yazarı, büyük iktisatçı Adam Smith’inkilerle aynı rafta durmalıydı; çünkü ahlak-para ilişkilerine bakışları aynıydı.
Jane Austen’ın romanları şu tür klasikleşmiş cümlelerle doluydu: “Parası pulu olan her bekâr erkeğin kendine bir yaşam arkadaşı seçmesinin kaçınılmaz olduğu, herkesçe benimsenen bir gerçektir (…) Bu gerçek çevredeki ailelerin kafasına öyle bir yerleşmiştir ki, zengin bekârı, kendi kızlarından birinin tapulu malı sayarlar” (Pride and Prejudice). Veya kahramanlarından birine söylettiği ve için için dalga geçtiği şu sözler: “Yılda iki bin (sterlin) son derece mutevazı bir gelir. Fazla iddialı olduğumu sanmıyorum. Hizmetkârlar, bir veya belki iki araba, av için birkaç at, daha azına olmaz” (Sense and Sensibility). “Bugüne kadar duyduğum en iyi mutluluk reçetesi, yüksek bir gelirdir” (Mansfield Park).

Jane Austen’ın döneminde kadınların “iyi bir evlilik” dışında bir kariyerleri olamayacağı için, kahramanlarının başlıca kaygısının bu olması şaşırtıcı değildi. Oysa kendisi, pek çok talibi çıkmasına ve pek çok erkekle flört etmesine rağmen hiç evlenmemişti. 1802’de zengin bir evde misafirken, ailenin oğlu Harris Bigg-Whither’ın evlenme teklifini kabul etmiş, ancak gece fikrini değiştirmiş ve ertesi sabah alelacele çıkıp gitmişti.
Romanlarında sık sık rastlanan bir tema da, meşhur İngiliz “ekber evlat” sistemiydi. Toprakların parçalanmaması için mülklerin en büyük oğula bırakılması ve özellikle kızların baba mirasından mahrum kalması, Jane Austen’ın eleştirdiği geleneklerden biriydi.
Peki romanlarında anlattığı “yılda iki (veya üç, dört, beş) binlik” erkeklerin geliri nereden geliyordu? Mansfield Park romanında, toprak sahibi Sir Thomas Bertram, işlerini düzeltmek için Antigua’ya gidiyordu. Antigua, ancak 1961’de Barbuda ile birlikte bağımsızlığına kavuşmuş, Karayip Denizi’ndeki İngiliz sömürgesi adalardan biriydi. Bu şeker adalarının bütün serveti, Afrika’dan getirilmiş siyah kölelerin emeğine dayanıyordu. Yani Jane Austen’ın karakteri bir köle sahibi ve bir sömürgeciydi. Edward Said’in Culture and Imperialism (1998) kitabına aldığı makalelerinden biri “Mansfield Park” adını taşıyordu; ona göre romanda Antigua’dan şöyle bir bahsedilmesi, 19. yüzyıl başında İngiliz toplumunun bu uzaklardaki kölelere bakış açısını yansıtıyordu. Ertesi yıl 1999’da “Mansfield Park” sinemaya uyarlandığında, senaryoya kölelikle ilgili daha açık bir öykü eklendi ve Sir Thomas Bertram rolünü de 2005 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Harold Pinter üstlendi.
Jane Austen külliyatı, öldükten sonraki 200 yıl içinde çeşitli aşamalardan geçti. Taşra yaşamının kimilerince sıkıcı sayılabilecek, büyük maceralardan yoksun anlatımı, zaman zaman edebiyat çevrelerinde “Jane Teyze” gibi alaycı yorumlara neden oldu, ancak okurların sevgisini hiç kaybetmedi. Tek oğlunu 1. Dünya Savaşı’nda kaybeden şair Rudyard Kipling, bu romanları okuyarak avunmuş, bir öyküsünde de Batı cephesinde siperlerdeki bir grup askerin kurduğu “Jane Austen Kitap Kulübü”nü anlatmıştı. Winston Churchill de II. Dünya Savaşı’nın çalkantıları sırasında akıl sağlığını Jane Austen okuyarak koruduğunu yazmıştır.
Belli ki bu romanlar okurlar üzerinde avutucu bir etki yaratıyordu. Bu ihtiyaç devam ettiği sürece de satış rakamları düşmeyecekti. Jane Austen’ın dediği gibi: “Birine gelir bağlamaya görün, o artık sonsuza kadar yaşar”.
TÜRKÇE’DE JANE AUSTEN
Onlarca çeviri sayısız baskı
Jane Austen’ın eserleri Türkçe’de sayısız defalar ve farklı çevirilerle yayınlandı. 1960’larda başlayan bu yayınlar günümüze kadar sürdü. Altın Kitaplar, 1968’de Nihal Yeğinobalı’nın çevirisiyle Aşk ve Gurur adı altında Pride and Prejudice’i yayınladı. 2006’da romancı Hamdi Koç’un yaptığı yeni çeviri ise Gurur ve Önyargı adını taşıyordu. Nihal Yeğinobalı Mansfield Park’ı Umut Parkı, Sense and Sensibility’yi Kül ve Ateş adıyla çevirdi. Sonraki yayınların bazılarında romanların adı Mansfield Parkı veya Akıl ve Tutku veya Aşk ve Mantık olarak değiştirildi. Emma’nın çevirmeni de yine Nihal Yeğinobalı’ydı. Northanger Manastırı, Hamdi Koç tarafından çevrildi. Sevim Anlı Persuasion’ı İnanç olarak Türkçe’ye aktarırken; Meryem Kutlu Yıldız Lady Susan’ı, Rana Tekcan ise Gençlik Eserleri adı altında yazarın diğer yazılarını Türkçe’ye çevirdi.
AŞK VE GURUR
Türkiye’de bile TV dizisi oldu

Sadece Pride and Prejudice’i (Gurur ve Önyargı veya ilk çevirinin adıyla Aşk ve Gurur) ele alsak bile, Jane Austen’ın yarattığı endüstrinin boyutlarını görebiliriz. Bu romandan 1938, 1940 ve 2005’de birer sinema filmi yapıldı. Roman 1952, 1957 (İtalya’da), 1958, 1961 (Hollanda’da), 1967, 1980 ve 1995’te televizyon filmlerine uyarlandı.
Tabii bir de “gevşek uyarlamalar” var; 2004’te romanın kahramanı bir Hintli oldu ve “Bride and Prejudice” (Gelin ve Önyargı) adlı Hint-Amerikan filmi çekildi. Gazeteci Helen Fielding’in Bridget Jones adlı roman dizisi ve bundan yapılan filmler, açıktan açığa Pride and Prejudice’den esinlenmişti. 2009’da Aşk ve Gurur ve Zombiler adlı roman ve bundan yapılan film, ünlü hikayeyi zombiler arasına taşıdı. Roman elbette bir Marvel çizgi filmi de oldu. Youtube’da yayınlanan vloglar şeklindeki, Emmy ödüllü “Lizzie Bennet Diaries”, romanın günümüz hayatına ve teknolojisine uyarlanmış şekliydi. Ayrıca pek çok “devam romanı” yazıldığı gibi, İngiliz ve Amerikan popüler edebiyatında “Regency novels” (Niyabet Dönemi romanları) adı verilen, İngiltere’de 1811-1820 döneminde geçen bir aşk romanı akımını doğurdu. Son örnek Türkiye’den: Bu yıl Show TV’de gösterilen “Aşk ve Gurur” dizisi, romanı bugünün Türkiye’sine taşıyor.