3 Kasım 1928’de yasalaşan ve Lâtin kökenli, dilimizin fonetiğine uyarlanmış yeni Türk Alfabesi, son yıllarda bitmek tükenmek bilmeyen tartışmaların odağında yer alıyor. Tarihçi Necdet Sakaoğlu hem eleştirileri cevaplıyor hem de “Türk devrimlerinin en kalıcı ve güvenceli olanıdır” diye tanımladığı yeni Türk alfabesinin öncesindeki ve sonrasındaki durumu gözler önüne seriyor.
Alfabenin değişmesiyle “mezartaşlarını okumaktan bile yoksun bırakıldık” savlarını siz de duymuşsunuzdur. “Alfabe değişince nüfusun tamamı ümmi oluverdi” de deniyor. Arap alfabesinden önce Türklerin yazısı yok muydu?
Necdet Sakaoğlu:
Önce “Türklerin alfabeleri yok muydu?” sorusu üzerinde duralım. Anayurtta dilimizin yazımına özel, Göktürk ve Uygur alfabeleri vardı. Bu yazıyı İslâmiyet’e girdiğimiz süreçte ve İran üzerinden göçmeden önce zaten bırakmış ve unutmuştuk. Türk/Turan ulusları kendi yazılarını 9. yüzyıla kadar kullanmışlardı. O uzun dönemde Göktürk yazısıyla kağıt üzerine işlenmiş belgelerden elimizde tek bir örnek bile yok! Taşa yazılı Göktürkçe metinler, Orhun ve Yenisey anıtlarında kalıcı olabilmiş. Geçenlerde muştu gibi bir buluntudan haberdar olduk: Bir köyde, Göktürk alfabesiyle yazılı bir mezar taşı! Arap elifbasıyla okuyup yazmayı, hatta doğru kullanabilmeyi de yaklaşık 1000 yıl sürdürdük. 3 Kasım 1928’de de Lâtin kökenli, dilimizin fonetiğine uyarlanmış yeni Türk Alfabesi yasalaştı.
Yazı, uygarlıkların ulaşabildiği bir yetkinliktir. Sümer yazısı denen çivi yazısının bir uygarlığa anahtar olması, kimbilir kaç yüzyıllık bir ilerlemenin sonucudur? Sesleri işaretlerle buluşturarak anlamlandırma, herhalde zor iş; harfler sıralayarak meram anlatmaksa bir uygarlık noktasıdır. Demek ki Türkler bu seviyeye iki bin yıl önce ulaşmışlardı. Sonrasında “nasıl oldu?” diyebileceğimiz ikinci bir evrim yaşanmış.
Arap ordularının 8. 9. yüzyıllardaki Asya seferlerinde Türkler, inançları yanında yurtlarını, yazılarını da Asya’da bırakarak İslâm dininin yayıldığı coğrafyaya göçmeye başlamışlar. Arap yazısını da bu süreçte benimsemişler. Bu geçişin İran’da başladığını, kimi İslâmi öğretilerin, örneğin abdest, namaz, oruç gibi din kavramlarının Farsça oluşu kanıtlıyor. Şöyle de denebilir: Türkler, Arap yazısını daha önce öğrenen İranlılardan ve onların işaretlerle zenginleştirdikleri biçimiyle almışlardı. Yani Anadolu’ya yerleştiğimiz zamanlarda, Elifba düzenimiz Arap harfli ama Acem usullerinde harekelenmiş, kimi Arap ünsüzlerine ünlü işlevi yüklemişiz. Bundan dolayı Türk Elifasınıbilmeyen bir Arap, bir Osmanlı mektubunu okurken telaffuz gülünçlüğüne düşer. Doğal ki bir Türk de bir Arap mektubunu düzgün okuyamaz. Kaldı ki Arap harfleriyle okur yazarlarımızda, alışık olmadıkları elyazılarını okumakta zorlanırlardı.
Önemli bir engel Arap alfabesini Türk diline uymamasıydı. Tek ünlüsü vardır Arapçanın: “Elif”. “Ayın” bir ünlüdür ama, ünlendireceği Türkçe sözcük yoktur. Biz yazarken 8 ünlü kullanıyoruz. Din gerekçesiyle dayatılan Arap yazısının, Türk okur-yazarı her dönemde küçük bir azınlık olabilmiştir. En iyi bilenlerse Divan yazıcıları, Kâtip Çelebi gibi aydınlar, ulema seçkinleri, saray, sadaret bürokratları ve kâtipleriydi.
Zorluk, Osmanlı uyruğu Arap okur-yazarlar için de söz konusuydu. Bir de şu var: Eski yazıyla yazılmış bir Türk mektubunu hatta arşiv belgesini, bir Arap aydını Türk arşivlerinde çalışmamışsa sökemez. Elifba Araplarındı ama, biz onu dilimize adapte etmiştik. Örnek vermek gerekirse “göz” sözcüğü belli işaretler konmamışsa yazının gelişine göre “güz” veya “köz” de okunur.
Gelelim diğer meseleye. Arap alfabesini terk edip Latin kökenli Türk alfabesine geçince herkes kara cahil mi oldu, kimse dedesinin mezarını okuyamaz hale mi geldi? Hayır. Arap alfabesiyle okuyup yazan kuşaklar arasında, annem, babam, öğretmenlerim de vardı. Yüzlercesini tanıdım. Babam yeni harfleri halk dershanesinde bir akşamda öğrenmiş. Övünçle anlatırdı. Anneme de evde öğretmiş.
1928/29 sonrasında Türk aydınları yeni yazıyla dünyayı izlerken, eski yazıyla okur-yazarlıklarını da o kültürün bir mirası olarak korudular. İlk tayyarecilerimizden, Amasra’da tanıdığım Emekli Albay Mazlum Keyüsk, Harp Okulu da dahil bütün öğrenimini, subaylığının da ilk 18 yılını eski yazıyla geçirmişti. Enver Paşa alfabesini de subaylık yıllarında (1910’larda) öğrenmişti. Bana gülünç örnekler yazardı. Almanca ve Fransızca da bilirdi. Arşiv ve kütüphanelerden aldığım kopyaları birlikte çalışır, çevirirdik. Okumakta zorlandığı eski sözcükler olurdu. Lügatlere başvurarak “doğru” okur ve anlamlandırırdık. Ancak askerlikle ilgili ibareleri duraksamadan okurdu. Yine o kuşaktan merhum Basri Sıdal, İstanbul Muallim Mektebi mezunu idi. Yazı hocası, hattat İsmail Hakkı Altınbezer’miş. Kendisi de hattattı. Yıllarca belge okuduk. Bana yazı hocalığı da yaptı. Çalıştığım defterleri saklarım. Onun da sökemediği sözcükler olurdu.
“Harf Devrimiyle herkes cahil oldu” (!) safsatasına dönelim: Hayır! Tam tersi, milyonlar okur-yazar oldu. Şu gerçeği hatırlatalım: Yeni yazının kabul edildiği 1928’de Türkiye nüfusu 15 milyondu diyelim. Ne kadar iyimser düşünsek de, acaba o dönemde bu toplumun 1 milyonu okur yazar mıydı? O kuşaklardan pek çok tanıdıklarım vardı. İlkokuldan yüksekokula kadar öğretmenlerimin çoğu da o kültürle yetişmişlerdi. Kimileri okul çağı alışkanlıklarını sürdürerek eski yazı not tutar, mektup yazarlardı. Bana yazılmış eski mektupları saklarım.
Bir kasaba ortamında kimler okur-yazardı derseniz; mesela annem okuryazardı ama, üç ablası bilmiyordu. Babam biliyordu ama, dükkân komşularının çoğu bilmiyordu. Büyükbabam kasabanın ileri gelenlerindenmiş. Okuması yok, ezberi kuvvetliymiş. Resmî ilanları okutarak ezberler, gür sesiyle belediyenin penceresinden halka ilan edermiş. Denecek o ki okur-yazarlık kentlerde az, nüfus çoğunluğunun yaşadığı köylerde ise ara ki bulasın!
Araştırmalar yaparken mezarlıkları birçok kez gezdim, taşları okudum veya okumaya uğraştım, Bana Rüştiye’de okumuş yaşlılar eşlik ederlerdi. Sonuç şudur: Eski harflerle okur-yazarlar dahi her mezartaşını okuyamazlardı. İdadi mezunu, yerel tarihçi Kâzım Erçoklu (öl. 1974) bile arada takılır, “gözlerim mâni oluyor, seçemiyorum” derdi. Haklıydı; çünkü yazılar bozuk, silik, giriftti. Tarih yazıtlarımızı daha çok Avrupalı oryantalistler okumuş ve yayımlamışlardır. Doğru ve hakça saptamayı şöyle yapabiliriz: Yeni harflerin kabulüyle çoğunluğu cahil bir ulus, okur-yazarlık erdemini kazanmıştır.
Son örneği kendi yaşadıklarımdan vereyim: 65 yıldır eski kitaplarla, belgelerle, yazıtlarla uğraşıyorum. Arşivlerde de çalıştım, eski kitaplar topladım. Kanımca Türk halkının -mevcut birikimleri ötesinde20. yüzyılda ve sonrasında Arap elifbasıyla ulaşabileceği bir kültür ve uygarlık şansı asla olamazdı. Keşke bu devrimi, II. Mahmud veya oğlu Sultan Abdülmecid başararak Avrupa devleti olmanın temelini yüzyıl önce atsalardı! Bir daha vurgulayalım: Harf İnkılabı bu ulusun aydınlanmasını sağlamıştır. Öğrenilmesi zor eski yazı ise toplumu cehalet yenikliğine mahkûm etmiştir. İki dönem arasında böyle bir fark vardır.
Benim tanıdığım kuşak, Elifba mekteplerinin taşraya yayıldığı, hatta büyükçe köylere de muallim atandığı, okuma yazma öğretiminin önemsendiği II. Abdülhamid ve II. Meşrutiyet dönemlerinin çocuklarıydı. O zamanki ilkokul programları incelendiğinde, Nümune mektepleri dışında taşra mekteplerinde en alt düzeyde bir eğitim vardı: Elifba cüzü, Kur’an’dan namaz surelerinin ezberlenmesi, “kara cümle”, ilmihal, hesaptan dört işlem öğretilirdi.
Bildiğimiz kadarıyla imparatorluğun son döneminde İstanbul’da ve başka büyük kentlerde Latin alfabesiyle Fransızca, İngilizce, Almanca dil ve yazı öğreten okullar da var mıydı?
Elbette. Azınlık okullarında Ermenice, Rumca, Osmanlıca hatta bir de yabancı dil öğretiliyordu. Ermeni edebiyatının güçlü kalemlerinden Hagop Mintzuri (1886-1978) Fransız mektebinde 1, Ermeni ilkokulunda 2 yıl okumuş, bir süre de Robert Kolej’e devam etmişti. Elyazısı bu dört dilde, özellikle Osmanlıca’da mükemmeldi. Buradan da şu çıkıyor: Okulun süresi değil, verdiği eğitim önemlidir. Sultan Abdülaziz, Avrupa seyahatinden dönüşte Osmanlıca ve Fransızca öğretim veren Mekteb-i Sultanî’yi yani Galatasaray’ı açtırmıştı. Zamanın aydınları bu kuruma “Batı’ya açılan pencere” demişlerdir. Giderek okullara da yabancı dil dersleri konuldu. İstanbul’da ve başka kentlerde yabancı dille öğretim veren kolejler vardı. Yani cumhuriyetten önce Latin alfabesi kimi okullarda, Hariciye Nezaretinde, elçiliklerde, uluslararası ticaret ve hukuk işlemlerinde zaten kullanılıyordu. Daha eskilere gidildiğinde de bir halife-padişah kızının (III. Mustafa’nın kızı, III. Selim’in kız kardeşi Hatice Sultan), sarayını yapan Melling’den Fransızca öğrendiğini, ona da Osmanlıca öğrettiğini biliyoruz.
Mustafa Necati’nin Türk alfabesi hizmetinden sözeder misiniz?
Millî Mücadele yıllarıyla cumhuriyetin ilk evresinde, eğitimimizi çıkmazdan kurtaran iki bilge vardır. Biri ulusunun başöğretmeni de olan –o zamanki adıyla Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal, diğeri ise eğitim devrimcisi Maarif Vekili Mustafa Necati. Atatürk bu idealist aydını 1925’in sonlarında Maarif Vekili atadı. Yeni Türk Harflerinin Kabulü ve Millet Mektebi yasaları Mustafa Necati’nin bakanlığında 3 Kasım 1928’de kabul edildi. O aşamada geceli gündüzlü çok yoğun bir çalışma içinde sağlığını yitiren bu yiğit adam, Millet Mektebi’nin açılacağı 1 Ocak 1929’da, 35 yaşında öldü. Atatürk, onun ölümüne gözyaşı dökerek ağlamıştı. Önümüzdeki 1 Ocak, ölümünün 90. yılı. Milli Eğitim Bakanlığı belki onu hatırlar.
Peki Arapça harfleriyle yazılı kültür birikimimiz…
Merhum Seyfettin Özege, yıllarca süren bir çalışmayla eski harflerle basılı bütün yayınları kataloglamıştır. 1727’de kurulan ve ilk Türkçe baskıları yapan İstanbul’daki Müteferrika Matbaası’ndan başlayarak 1928’e kadar eski harflerle Türkçe yayınlar, bu katalogda 23.000 dolayındadır. Ortalama her yıla 110 kitap demek! Günümüzde yılda 300 bin kitap basılıyormuş. Bu erişim, yeni Türk harfleri sayesindedir.
Gelelim sorunuza: Resmî-özel kütüphanelerde yüzlerce yılın birikimi yazma eserlerin kesin sayısı ise saptanmış değildir. Yüz binlerden söz ediliyor. Diyelim ki 500 bin. Bunun yarıdan fazlası Arapça ve dinî içeriklidir. Kalan Türkçe yazmaların çoğu da edebiyatla ilgilidir. Tarih, coğrafya, tıp-hekimlik, astronomi eserleri azdır. Bu asırlar külliyatı için 100 binden fazladır diyebilir miyiz, bilemiyorum. Topkapı Sarayı Müzesi kütüphanelerindeki Türkçe eserler 2500 dolayındadır. Katalogu yayımlanmıştır. Süleymaniye Kütüphanesi’nde toplanan yazmalar için 150 bin sayısı veriliyorsa da, pekçoğu Arapça, tefsir, hadis, şerhler, haşiyeler, zeyillerdir… Kişisel, özel koleksiyonlar da var. Ancak asıl koleksiyonlar ve kütüphaneler yabancı ülkelerdedir. Denecek şudur: Eski yazı kaldırılarak milletin tamamı karacahil yapıldı diyenlere sormalı: Peki siz ne yaptınız, ne yapıyorsunuz? Kataloglar niçin hazırlanmıyor? Yurtiçi yurtdışı Türk mezarlıklarındaki yüzbinlerce yazılı taş, eski yapıların kitabeleri niçin okunmadı? Kara cehalet, ulus bireylerini bu kaynaklardan yoksun bırakmaktır.
Türk eğitim tarihi üzerine yeniden çalıştım; yakında inşallah kitap olacak. Şunu söylemek isterim: 1857-1924 arasında 41 Maarif Nazırı görev yapmış. Bunlardan hizmeti görülenler beşi geçmez. Onları saygıyla anmak gerekir. Örneğin kız mektepleri açan Saffet Paşa, “Kızlarını okutmayan bir millet ne büyük günah işlemektedir” demiş 1880lerde. “Erkekler eğitimden ne kadar yararlanıyorsa, kızlar da öyle yararlanmalı” diyen de odur. Münif Paşa, Şükrü Bey, Emrullah Efendi… Bunların da eğitimimize hizmetleri unutulmaz. Cumhuriyetin Milli Eğitim Bakanlarına gelince… Sayı 60’tan fazladır ama, eğitim tarihinde adları övünçle anılanlar Mustafa Necati ve Hasan -Âli Yücel’dir.
Son olarak ekleyeyim: Mustafa Necati’nin (1925-1929) Maarif Vekilliğiyle başlayıp Hasan Âli Yücel’in (1938-1946) Maarif Vekilliğinden ayrılışı ile noktalanan 21 yıl, Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitimi devlet görevlerinin en başına aldığı, Öğretim Birliği Yasası’nı, Harf Devrimi, Köy Enstitüleri atılımlarını gerçekleştirdiği altın yıllardır. Sözü edilen üç atılımın yıkılmaz kalesi ise sonsuza kadar yeni Türk harfleri olacaktır.
OSMANLICA BİLMEK VE OKUMAK
Karacaahmet çalışması ve eski Türkçe’nin ölümcül güçlükleri…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2010’da tarihî mezarlıklar üzerine bir çalışma başlattı: Karacaahmet’teki tarihî mezartaşları numaralandırıldı, fotoğrafları çekildi. Bir okuma ekibi kuruldu. Okunamayan sözcükleri birlikte çözmeye çalışıyorduk. Geçen beş asırda en az 500 bin yazılı taş olması tahminimizdi. Oysa 14 bin kadar yazılı taş saptanabildi ve okundu. Eski yazı bilen arkadaşlar vardı ve istekle çalıştılar; saygıyla anarım. Bu süreçte sorun, saptamakfotoğraflamak değil, okumak; hatta okumak da değil çözmekti. Zira eski yazıyı bilmekle okumak farklıdır. “Ben çok iyi biliyorum, okurum” diyenler, Süleymaniye veya Eyüp’deki hazireleri dolaşıp kitabeleri, mezartaşlarını okumaya çalışarak yetkinliklerini ölçebilirler!
Osmanlı döneminde sıbyan mektepleri programlarındaki yazı dersleri, belki zeki çocuklara meramlarını anlatacak düzeyde yazı pratiği kazandırıyordu. Oysa devlet ve diğer kamusal kuruluşlar, okur-yazarlarını kendi kurumlarında usta-çırak düzeninde yetiştiriyorlardı. Bunların kültür donanımları ileriydi. Yani apayrı bir zümre idiler. Edebiyat, kültür ve bilim insanları da bunlar arasından sivriliyordu. Bunlar, sıradan mekteplilerin okuyup yazamayacağı karakterlerde ve uzmanlık isteyen yazılardı. Resmî, diplomatik, edebi yazılar, hem yetenek hem tezgahta yetişmeyi gerektiriyordu. Kâğıt, mürekkep, kalem de sıradan insanların gereksinimi değildi. Örneğin Divan-ı Hümayun’dan çıkmış bir metni, ancak kadı ve vilayet kâtipleri okuyabiliyordu.