Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Mehmetçik 1917’ye kadar direndi

Balkan Savaşları’nın yıkımı ve moral bozukluğu içinde cephelere sürülen Osmanlı askeri, gerek sevk-idare gerekse lojistik açıdan son derece kötü koşullara rağmen, 1. Dünya Savaşı’nda yüksek bir performans sergiledi. Feda edilen yüzbinlerin 4 yıla yayılan hikayesi…

Birinci Dünya Savaşı başladığında Osmanlı Devleti askeri ve ekonomik açıdan kötü bir durumdaydı. Türkiye o zaman harp yorgunu idi. Ne ordu, ne de memleket harbe hazırdı. Orduda ve millette Balkan Harbi’nin ağır hezimetlerinin hatıraları henüz çok canlı idi. Türk ordusunda, subaylar, talim ve terbiye görmüş erler, her türlü harp malzemesindeki kayıplar henüz yerine konmamıştı.

1914 yılı başında ordu, Enver Paşa’nın Harbiye Nazırı olmasıyla yeni bir yapılanma içine girmişti. Enver Paşa orduda yapacağı yenileşmenin önünde engel olarak gördüğü yaşlı ve yüksek rütbeli subaylardan 1300’den fazlasını Balkan Savaşı’nda görülen başarısızlık ve liyakatsizlikleri gerekçesiyle zorunlu emekliye sevketmişti. Bu düzenleme ile boşalan kadrolara, yaşları 30-40 arasında genç subaylar atanmıştı. Öyle ki kolordulara albay, tümenlere yarbay rütbesinde subaylar komuta etmeye başlamıştı. Buna rağmen başlangıçta ağır sorumluluk isteyen görevlere atanan genç subayların enerjisinin orduya yeni bir hava kazandırdığında şüphe yoktur.

Irak Cephesi’ndeki Türk süvari birliğinden bir müfreze.

Ordunun yeniden yapılandırılmasında Alman ordu sistemi örnek alınmıştı. Bu amaca hizmet etmek üzere bir Alman askeri heyeti getirildi. Liman von Sanders başkanlığında gelen 42 Alman subayından oluşan bu heyetin sayısı giderek artacaktı. Ne var ki tüm bu çabalar meyvesini vermeden başlayan genel savaş orduyu hazırlıksız yakalayacaktı.

Savaşın arifesinde Osmanlı hükümetinin İngiltere ve Fransa ile olan ittifak arayışları sonuçsuz kalıp Almanya ile ittifak gündeme geldiğinde, hem Alman askeri heyeti başkanı Liman von Sanders hem de İstanbul’daki Alman büyükelçisi Wangenheim Osmanlı Devleti’yle ittifak yapılmasına karşı çıkmıştı. Bunun sebebi Balkan Savaşı’nda Türk ordusunun son derece kötü performansı ve devletin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılardı. Onlara göre Türkiye, her açıdan yardıma muhtaç bir ülkeydi ve güvenilecek bir müttefik olmaktan çok Almanya için bir kambur demekti.

Ancak Alman imparatorunun düşüncesi bu yönde değildi. Güçsüz de olsa Türk ordusu Boğazlar’ı kapayarak ve Kafkasya’da Ruslara, Süveyş Kanalı’nda İngilizlere karşı işe yarayabilirdi. Sonuçta imparator emretti ve Türk-Alman ittifakı 2 Ağustos 1914’te imzalandı.

Avrupa’da savaş başladığında Türkiye’de büyük çoğunluk Almanya yanlısıydı, küçük bir azınlık da İtilaf Devletleriyle ittifakı arzu ediyordu. Ancak son sözü, sayısı az olmakla beraber iktidarı ve karar alma yetkisini elinde tutan askerlerle siyaset adamları söyleyecekti. Türkiye 1914 Ekim ayı sonunda bir oldu bitti ile Almanya’nın safında savaşa girdi. 1. Dünya Savaşı arifesinde Türkiye’nin nüfusu 23 milyondu. Bu rakamın 13 milyonu Türk, geri kalanı Arap, Rum, Ermeni ve diğer unsurlardan oluşmaktaydı. Savaşın başında seferberlikle beraber 500 bin kişilik dört ordudan oluşan bir kuvvete sahipti. Bu orduların sayısı 1915’ten itibaren arttı; Çanakkale için 5. Ordu, Irak cephesi için 6. Ordu, Yıldırım Ordular Grubu için kurulan 7. ve 8. Ordular ile savaşın son demlerinde Doğu Cephesinde oluşturulan 9. Ordu ile ordu sayısı dokuza çıktı.

2 Ağustos’ta ilan edilen seferberlikle silah altına alınan yüzbinlerce asker, bir süre sonra beslenemez hale gelmişti. Seferber edilen çoğu köyünde çiftçilikle uğraşan bu askerlerin silah altında olması ekonomik açıdan da olumsuzluğa yol açmıştı. Kırsal alanda yaşanan işgücü kaybı tarımsal üretimde düşüklüğe yol açmıştı. 1914 Eylül ayında savaşa hemen girilmemesi durumunda beslenip bakılmaları yük haline gelen ordu kadrolarının nöbetleşe olarak evlerine gönderilmeleri bile planlanmıştı. Böylelikle bu erlerin tarımsal üretime katılmaları da sağlanabileceği öngörülmüştü.

Balkan Savaşı’nda ordu ağır bir mağlubiyet almış, firarlar had safhaya çıkmıştı. Bu yüzden Türk askerinin Dünya Savaşı’nda nasıl bir performans sergileyeceği bir muammaydı. Kriter Balkan Savaşı olunca asker hakkında olumlu düşünen yok gibiydi. Müttefikimiz Alman subayları Türk ordusunun savaş kabiliyetinin kalmadığına inanıyorlar ve bunu açıkça dile getirmekten çekinmiyorlardı. Birliklere komuta eden Türk subaylarında da aslında böyle bir endişe vardı. Düşmanla karşı karşıya gelindiğinden asker ne yapacaktı? Hücum emri alan bir kıtanın bunu yerine getirip getirmeyeceği merak konusuydu. Balkan Savaşı’nı yaşamış subay ve erler savaşın başlangıcında “Balkan utancı” olarak nitelendirdikleri ve ordunun alnına sürülmüş bir leke olarak gördükleri o felaketi bir daha yaşamamak ve gerekirse bu uğurda ölmek için kendilerini motive etmeye çalışıyordu.

Kafkas Cephesi’nde karların içinde Türk makineli tüfek birliği.

1. Dünya Savaşı’nda sıcak çatışmaların başladığı ilk cephe Kafkas cephesi olmuştu. Sarıkamış Harekatı gibi kış mevsiminde Doğu Anadolu’nun yüksek yaylalarında sadece düşmanla değil tabiatla da mücadele edilen bir harekatta, Türk askeri donmayı bile göze alarak verilen emir ve hedefleri yerine getirmeye çalışmıştı.

1915’teki Çanakkale cephesinde ise Mehmetciğin performansı zirveye çıkmıştır. Çanakkale Boğazı’nı denizden geçmek isteyip başaramayan düşmanın bunu karaya asker çıkararak başarmaya çalışması üzerine başlayan ve 8,5 ay süren muharebelerde zaman zaman çok buhranlı anlar yaşamasına rağmen Türk askeri her zorluğu göğsünü siper ederek aşmayı bilmiştir. Türk erlerinin Çanakkale’de göstermiş olduğu cesaret ve savaşçılık, karşısındaki düşmanı da etkilemiş, savaşın başında “Abdul” ismiyle karikatürize edilen Türk askeri algısı, zaman içinde değişerek bizdeki Mehmetciğin karşılığı olan “Johnny Turk / Tommy Turk”e dönüşmüştü.

Çanakkale Cephesi’nde bir ateşkes sonrası defnedilen şehitler.

Esasında Balkan Savaşı’nda alınan feci mağlubiyetten dolayı sorumlu tutulacak son kişi Türk eri idi. Zira bu savaşta yapılmaması gereken her şey yapılmıştı. Türk askerinin özünde askerlik mayası vardır. Gereken şartlar sağlandığında neler yapabileceğini Çanakkale’de göstermişti. Bunun bizzat şahidi olmuş olan, Çanakkale ve Filistin cephelerinde ordu komutanı olarak bulunan Liman von Sanders’in gözünde Türk ordusunun erleri bir asker olarak mükemmeldi. Yaradılıştan gelen birçok askerî meziyetlere sahip olan Anadolu askeri, mükemmel, cesur, kanaatkâr, gözüpek, dayanıklı, itaatkâr, aza kanaat edebilir ve sadık bir askerdir. Özenli bir şekilde bakılıp yeterince beslenerek iyi bir talim ve terbiye verildiğinde ve güzelce idare edildiğinde bu askerlerle büyük işler başarmanın mümkün olduğuna inanıyordu.

1. Dünya Savaşı gibi uzun ve yıpratıcı bir savaşı sürdürmek için geniş maddi imkanlar gerekliydi. Başlangıçta nispeten iyi giden işler, savaşın son iki senesinde alınan, akılcı hedeflerden uzak kararlar ve yanlış stratejiler yüzünden savaşın seyri aleyhimize dönmüş, Irak ve Filistin cephesinde peş peşe alınan mağlubiyetler sonun başlangıcı olmuştu.

Uzak cephelerdeki askerin her türlü ihtiyacını temin etmek için gereken lojistik faaliyet son derece yetersizdi. Askerin cepheye nakli uzun ve meşakkatli bir süreci gerektiyordu. Anadolu’yu batıdan doğuya geçen tek demiryolu hattı vardı. Bu demiryolu hem asker hem de cephelere gerekli olan her çeşit mühimmatın sevkinde kullanılıyordu. Demiryollarının kapasiteleri üzerindeki yükünü azaltmak için, askeri mühimmat trenlerle gönderilirken, asker sevki yaya olarak yapılmak zorunda kalıyordu. Bu da birliklerin cepheye varışlarını geciktiriyor, yol boyunca firar, hastalık gibi sebeplerle verilen döküntü önemli bir sayıya ulaşıyordu. Doğu cephesindeki 3. Ordu’nun en yakın demiryolu istasyonu olan Ulukışla’ya mesafesi 800 km idi. Musul’daki 6. Ordu’nun en yakın demiryoluna olan mesafesi 200 km idi. Musul’dan Bağdat’a olan 350 km ilkel sallarla nehir yoluyla yapılmaya çalışılıyordu.

İstanbul’dan hareket eden bir birliğin güney veya doğu cephesine ulaşması için hesaplanan süre 40 günden fazla oluyordu. Demiryolunun kesintiye uğradığı Toros ve Amanos dağlarında kara yolundan sevkiyat yük arabaları ve kağnılarla yapılıyordu. Almanya’dan gelen kamyon kolları 1917’nin sonlarında bölgeye ulaşabilmişti. Yetersiz demiryolu kapasitesine kömür yokluğu da eklenmiş, trenler odunla işletilmeye çalışılmıştı. Odun tedariki de güçleşince 1918 Ağustosu’nda Halep’ten güneye tren işleyemez olmuş nakliyat durmuştu.

9 Aralık 1917’de Kudüs’ü ele geçiren İngilizlerin esir aldığı Türk askerleri

Ordunun cephane sıkıntısı savaşın en başından itibaren çok büyüktü. Her ne kadar bir Türk tümeni topçusu 24 top kuvvetinde idiyse de elde mevcut olan cephane miktarı daha ilk muharebesinin ihtiyacını karşılayamayacak halde bulunuyordu. Bilhassa topçu cephanesi ikmali her zaman büyük sorun oluşturdu. Buna ilave olarak Türk ordusunda bulunan savaş malzemesi aynı çeşit olmayıp farklı ülkelerin fabrikalarının ürettiği modellerden olması da cephane ve mühimmat ikmalini son derece güçleştiriyordu.

Bir diğer yoksunluk da dünya savaşı ile ordularda kullanılmaya başlanan yeni ve etkili silahlara sahip olamamaktı. Bu savaşla birlikte, havacılıkta keşif için kullanılan uçaklar zaman içinde geliştirilerek savaşın sonuna doğru taşıdıkları bombalar ve monte edilen makineli tüfeklerle ölüm saçan bir silah haline gelmişti. Türk ordusu sava- şın başında 8 uçağa sahipti. Alman yardımları sayesinde uçak filosu giderek artmış 1918’de 100’den fazla uçağa sahip olmuştu. Ancak bu cephedeki İngiliz hava filosunun üstünlüğü tartışılmazdı. Türk ordusunun 1918 Eylül ayında Nablus muharebesindeki mağlubiyetten sonra İngiliz hava filosu makineli tüfeklerle, ricat eden savunmasız Türk piyade birliklerini acımasız bir şekilde biçmişlerdi.

Filistin Cephesi’nde Kızılay’ın sahra hastanesinde yaralılar yemekte.

Denizaltılar da yeni savaş vasıtalarından biri olarak etkili kullanılmıştı. Türk deniz kuvvetlerinde denizaltı yoktu. Alman denizaltıların yardımı yeterli olamadı. Bilhassa Çanakkale muharebeleri esnasında düşman denizaltıları Marmara’ya girerek nakliye gemilerini ve savaş gemilerini batırmış, cepheye yapılan nakliyatı sekteye uğratmıştı.

Tanklar 1916’dan sonra piyadeye yardımcı savaş vasıtası olarak kullanıldı. Türk ordusu hiç tanka sahip olamadı. Filistin cephesinde İngiliz ordusu birkaç tank kullandı. Bu yeni silah askerin gözünü korkutmuştu. 1917 Nisanında 2. Gazze muharebesinde İngiliz tanklarından biri hasara uğrayıp cephe hattında terk edilmişti. Ordu komutanlığı bu tankı askerlere ziyaret ettirerek korkulacak bir silah olmadığını anlatmaya çalışmıştı.

Orduyu ikmal için çölde yol alan deve nakliye kolu.

Ordunun başa çıkmakta zorlandığı en büyük yokluk iaşe sıkıntısıydı. Savaşın başında nispeten dolu askeri depolar sayesinde askerin iaşesi oldukça iyi idi. Yalnız askerin donanımı konusunda sıkıntı çekilmekteydi. 1914-15 kışında girilen savaşta askeri soğuğa karşı koruyacak giysi eksikliği vardı. Genelkurmay Başkanlığı ihtiyacı gideremeyince İstanbul başta olmak üzere her tarafta halkın yardımına müracaat edildi. Gazeteler ve dernekler ortaklaşa kampanyalar başlattı. Bilhassa kadınlara yönelik ilan ve davetlerde “askere kışlık hediye” adı altında çamaşır, eldiven, çorap bağışı toplandı.

Daha savaşın birinci yılında Çanakkale’de bile askerin iaşe ve donanımında eksiklikler görüldü. Savaşın başı olduğu ve İstanbul’un savunulduğu Çanakkale için eldeki bütün imkanlar seferber edilerek askere olabildiğince yokluk çektirilmemeye çalışıldı. Buna rağmen yerli kaynaklarda bahsedilmese de Alman subayların hatıratlarında Çanakkale’de bile askerin yıpranan üniformasını kum torbalarından yaptıkları yamalarla tamir etmeye çalıştıklarından bahsedilir. Çanakkale’deki orduyu ayakta tutmak için boşaltılan depoları yeniden doldurmak mümkün değildi. Bu durum savaşın son iki yılında her türlü askeri mühimmat ve donanım sıkıntısı çekilmesine yol açmıştı. Askeri ihtiyaçları karşılamanın tek yolu Alman yardımına bakıyordu.

Askerin iyi beslenememesi ve mevsime uygun giydirilememesi sorunu ordu kadrolarında meydana gelen boşluğun en mühim sebeplerinden olan hastalıkları beraberinde getiriyordu. 1916’dan sonra Doğu cephesinde muharebelerin sebep olduğu zayiat azdı. Birlikler asıl zayiatı açlık ve soğuktan veriyordu. Bu cephedeki askerler mevsime uygun kendilerini sıcak tutacak elbise olmamasından büyük zayiat veriyordu. Birçok er yazlık elbiseli, kaputsuz ve ayakkabısızdı.

Erlere verilen erzak günlük miktarın üçte biri oranında olduğundan askerler zayıf düşmüşlerdi. Türk askerleri güçlerini koruyacak yeterince ekmeğe sahip değillerdi. Hemen hemen hiç et, yağ, şeker, sebze ve meyve yemiyorlardı. Cephelerdeki askerlere aylarca aynı yemek, un çorbası bulgur pilavı verilebiliyordu ve bir süre sonra kaşığa dokunmak dahi istenmiyordu.

Bu durum diğer cephelerde de farksızdı. 1917 yılı sonunda Suriye-Filistin cephesindeki askerin donanımının kötülüğü askerlerden birçoğunun hastalanmasına sebebiyet vermişti. Bu yüzden savaşın ilk yılından itibaren Türk askeri için öl- dürücü en büyük düşman, hiç kuşkusuz düşman silahı değil hastalıklar olmuştur.

1915 kışında Sarıkamış felaketinden sonra doğu cephesindeki 3. Ordu’yu tifüs salgını perişan etmişti. Salgın o derece yaygındı ki ordu komutanı olan Hafız Hakkı Paşa 1915 Şubat ayında tifüsten ölmüştü. Tifüs kurbanı bir diğer ordu komutanı da Irak cephesindeki 6. Ordu komutanı Alman generali Goltz Paşa olmuştu.

Çanakkale cephesinde yaygın olan ve asker kaybına neden olan hastalık dizanteri, Filistin cephesinde ise sıtma (malarya) idi. Bununla birlikte hasta ve yaralı erler için en müsait cephe şüphesiz Çanakkale olmuştur. Yakınlığı dolayısıyla bu cephede yaralananlar İstanbul’daki zamanın şartlarına göre iyi durumda olan hastanelerde tedavi edilmekteydi. İstanbul’u kurtaran kahramanlar olarak karşılanan bu askerler, İstanbul halkının bağışladığı tıbbi malzeme ve her çeşit eşya ile donatılmış hastanelerde iyi bakılmaktaydı. Bir kampanya haline getirilen askere yardım konusu gazetelerin teşvik ve yönlendirmesiyle yaygınlaşmış, hastanelerde tedavi gören erler hediye yağmuruna tutulmuştu. Merkezden binlerce kilometre uzaktaki Kafkasya, Filistin ve Irak cephesindeki askerler o kadar şanslı değildi. Açlık ve soğuk doğal olarak hastalıkların artmasına sebep oluyordu. Hastalanan erler acınacak durumlara düşüyordu. Hasta askerler kirli ve bitli olmak bir yana gıdasızlık ve zayıflık sebebiyle hastalığa karşı direnç gösteremiyor ve ölüyordu.

Hastalanan erler cephe gerisindeki seyyar hastanelere ve yakın şehirlerdeki hastanelere sevk ediliyordu. Zayıf düşmüş hasta askerlerin nekahat süresi uzuyor, tebdil-i hava edilen erlerin tekrar birliklerine dönmesi ayları buluyordu. Sayıları yetersiz olan hastanelerde gerekli sıhhi şartlar mevcut değildi. Tıbbi donanım eksikti. Savaşın son zamanlarında ise ciddi ameliyat gereken durumlarda ameliyatlar uyuşturulmadan yapılıyor, cephede yaralanan zayıf ve güçsüz askerler direnci kalmadığından ameliyat yapılmazsa ölüyor, ameliyat yapılırsa yine ölüyordu.

Cephelerde beslenme ve donanım konusunda yaşanan tahammülün üstündeki yokluklar, sürekli ateş hattında kalmak giderek askerin maneviyatının bozulmasına psikolojik çöküntüye sebep olmuştu. Bu durum savaşın başında tolere edilebilecek seviyede olan firarları artırmış, savaşın son iki yılında asker kaçakları ordudaki kadro eksikliğinin temel sebebi haline gelmişti. Cephe şartlarının kötülüğü yüzünden, yakalandığında idam veya kürek cezası ile yüzleşme ihtimaline rağmen asker firar etmeyi göze alıyordu. Firariler cephelerdeki şehit, yaralı ve hastalıktan dolayı verilen zayiatın önüne geçerek 1918 yılı başında 300 bin gibi olağanüstü bir rakama ulaştı.

Firarlar genellikle birliklerin sevki esnasında yollarda meydana gelmekteydi. Buna bir örnek olarak Haydarpaşa’dan Filistin cephesine gönderilmek üzere trene bindirilen 10.000 mevcutlu 24. Tü- men, cepheye yalnızca 4.600 erle ulaşabilmişti. Bu tümenin %19’u hastalanarak yolda hastanelere teslim edilmiş, %24’ü firar etmiş ve %8’i de izinden dönmemişti. Bunun yanısıra askere olan ihtiyaçtan dolayı silah altına çağrılanlardan bu davete icabet etmeyerek firari durumuna düşenler de önemli bir yekun tutuyordu. Firariler memleket içlerine çekilerek bir kısmı evlerine, bir kısmı da kaçak olarak çeteler kurarak yağma ve haramilikle uğraşarak emniyet ve asayişi bozmakta idi. Bunların takibi için de her tarafta müfrezeler kurulmak zorunda kalınıyordu.

Kanal Harekatı’na katılan kolorduya mensup bir karargah çadırında çay molası.

1917 yılı sonunda birliklerdeki firarlar o dereceye varmıştı ki firari erlerle birlikler ikmal edilebilse ordu mevcudu, kadro fazlasına yükselebilirdi. 1918 yılında firarlar ve hastalıklar ordu kadrolarını iyice boşaltmıştı. Kafkas Cephesinde 2. ve 3. Ordular cephesinde kullanılabilecek durumda ancak 20 binden biraz fazla asker kalmıştı. Batıda Trakya’dan Akdeniz’e kadar olan sahil mıntıkasını muhafaza eden 5. Ordu’nun mevcudu ise 26 bin muharipten oluşuyordu. Irak cephesindeki 6. Ordu’nun toplam kuvveti 13 bindi. Suriye-Filistin cephesindeki taburların 800-1000 olması gereken mevcutları 80-120 ere düşmüştü. Türk tümenlerinin kadro mevcudu seferi kuruluşlu bir tabur seviyesindeydi. Bu cephedeki 7. Ordu 11 bin, 8. Ordu 7 bin ere sahipti.

Firarileri cepheye geri getirmek için Haziran 1918’de genel af ilan edildi. Bu ilanlarda ülkeyi savunmak için silah altına alınan çavuş ve erlerin birliklerini terk ederek dağlara kaçtıkları, halkın asayiş ve güvenliğini tehdit ettikleri belirtiltikten sonra hükümetin bunları cezalandırmayarak affetmeye karar verdiğini, bütün kaçakların bu aftan faydalanabileceklerini ve birliklerine katılmaları halinde affedileceklerini bildiriyordu.

Af müjdesine karşı hiçbir pişmanlık emaresi gösterilmeyince daha şiddetli bir tonda Temmuz 1918’de bir diğer ilan yayınlandı: “Kaçaklar! Allah’a giden yola davet edildiniz. Eğer bu yolda bırakın askerlik hizmetini cehennemin ta kendisi ile karşılaşmış olsanız bile kaçma fikrini taşımamalıydınız. Sabırlı olmalı ve parçalara ayrılsanız bile cephenizde kalmalıydınız. Açlık ve acı hizmetinizi engellememeliydi. Oysa siz sadece kendi memnuniyetinizi düşündünüz ve düşmanın ekmeğine yağ sürdünüz”.

Hiçbiri kâr etmedi. Silah altındaki asker sayısından daha fazla asker kaçağı vardı. Bu durum çeşitli yönlerden üzerinde durulması gereken bir konudur. Firarın önü alınamıyordu zira firarlara sebep olan olum- suzluklar giderilemiyordu. Türk askerinin Alman subaylarının hatıratlarında da övgüyle bahsedilen sadık ve savaşcı özellikleri göz önüne alındığında kaçak sayısının bu raddede olması düşündürücüdür. Savaşın başında direnci ve savaşma arzusu yerinde olan Türk askerinin savaşın son senesine girerken merkezden uzak bu cephelerde sürekli yokluk ve yoksunlukla mücadeleden dolayı psikolojik ve fizyolojik direnci kırılmıştı. Firarlara en önemli etken, cephede yaşanan açlık, donanımsızlık, hiç dinlendirilmeden sürekli ateş hattında bulunmanın getirdiği ruhsal çöküntü gibi cephe şartları ile askere alınan ileri yaşlardaki aile sahibi erlerin uzun zaman haber alamadıkları geride bıraktığı ailelerinin kaygısına düşmesi, artık her tarafta aşikar hale gelmiş, ortalıkta konuşulan tartışılan genel bir hal alan devlet memurlarının tüccarlarla ortaklaşa yürüttükleri yolsuzlukların, karaborsacılığın alıp yürüdüğü ortamda cepheye ölüme gitmeyi reddetmekti. “Harp, harp” deyip kendileri ve çocuklarını harbe göndermeyenler, harbe yardım için gerekeni yapmayanlar, harbi para, servet edinmek için fırsat bilip yolsuzluklara karışanların olduğu bir ortamda halkı harbe teşvik etmek tam bir çelişki olmuştu.

Beşinci Ordu’nun haberleşme işlerini düzenleyen posta merkezi.

Firarlarla beraber savaşın son senelerinde asker kaybını artıran diğer bir husus esirlerdi. Savaş boyunca İngilizlere 135 bin, Ruslara 70 bin, toplamda 200 binden fazla civarında esir verilmişti. Esir düşen askerler Sibirya, Hindistan, Burma (Myanmar), Mısır, Malta, Korsika gibi uzak yerlerde tutulmuşlar, zor şartlar altında yaşamışlar sağ kalanlar savaşın bitiminden sonra binbir zorlukla ülkeye dönmeye çalışmışlardır. Esirlerin vatana dönüşü 1921 yılına kadar sürmüştür. Esir olduğu tespit edilen ve yerleri belli olanlarla Kızılay ilgileniyordu. Kızılay, esirlerin listesini tutuyor, hediye ve bağış kampanyalarını organize ediyor aileleriyle olan yazışma, para ve paketleri dağıtımında aracı vazifesi görüyordu.

Dünya Savaşı boyunca Türkiye, 2.800.000 kişiyi silâhaltına almış ve bunlardan en az yarım milyonu şehit düşmüş veya hastalık veyahut da aldıklar yaralardan ölmüştür. Hasta ve yaralı sayısı bir milyonu bulmuştur.

Türk ordusu için savaş son senede kaybedilmişti. Ancak bu kayıp, dört sene boyunca memleketin savunulmasını üstlenmiş ve her türlü mahrumiyetler içinde sayı, silah ve askeri malzeme itibarıyla kendisinden kat be kat üstün olan düşmanlarıyla cesaret ve kararlılıkla dövüşen Mehmetciğin kabahati değildi. Kabahat, devletin imkan ve gücünün sınırlarını hesap etmeksizin, mevcut silah ve muharip kuvvete uygun ve uyumlu gerçekçi hedefler ve savaş stratejisi geliştiremeyenlerindi. 

OSMANLI CEPHELERİ

4 ana 4 tali cephede 4 yıllık savaş

MEHMET TANJU AKAD

Osmanlılar bu son savaşlarını dört ana cephe ile dört tali cephede sürdürdüler. Ayrıca bir de isyanlara karşı küçümsenmeyecek bir iç emniyet cephesi vardı. Ana cepheler Kafkasya, Çanakkale, Irak ve Filistin; tali cepheler ise Galiçya (ve Romanya), Selanik (ve Makedonya), Libya, Arabistan (kuzeyden güneye sırasıyla Hicaz, Asir, Yemen) cepheleriydi. Balkan felaketinden yeni çıkmış olan Osmanlı orduları 1914’te henüz toparlanamamıştı. 2. Ordu dağılıp gitmiş, 1. Ordu da aşırı kayıp vermiş, tüm orduda sadece 6 tümen bu savaşı zararsız atlatmış, toplam 250 bin personel ve büyük ölçüde malzeme yitirilmişti. 1914’te yeniden kurulmakta olan 36 tümenin 14’ü sıfırdan oluşturuluyor, 8’i de çok büyük ölçüde yeniden örgütleniyordu. Ayrıca silah, malzeme temininde ve ulaştırmada büyük sıkıntı vardı. Subay kadroları eksik olup, astsubaylar ise rakip ordularla karşılaştırılabilecek düzeyde bile değildi. İşte Osmanlı ordusu savaşa bu yeniden örgütlenmenin ortasında girdi. Kendisinden çok daha iyi eğitilmiş ve donatılmış ordular karşısındaki performansı bu durumun ışığı altında değerlendirilmelidir.

KAFKASYA

Sarıkamış katliamı ve komuta zaafı

Bu cephede savaşın Sarıkamış harekatıyla açılması büyük bir talihsizliktir. Alman baskısı altında Rus birliklerini buraya çekmek için girişilmiş bu operasyon çok daha az birlikle, örneğin donatımsız altı tümen yerine iyi teçhiz edilmiş üç tugayla da aynı sonucu elde edebilirdi. Burada uygulanan plan iklim koşullarını hesaba katmadan, en kısa ve en soğuk günlerde uygulanmış, teçhizatsız olarak dağlara çıkarılan binlerce asker donmuş, akabinde tifüs salgını kayıpları artırmıştır. Ertesi yıl 3. Ordu takviye edilerek tekrar savaşa girdi ama Rusların karşısında çok zayıf kaldı. Ruslar, 1916 başında çok başarılı bir taarruz yapıp Tirebolu ve Erzincan’a kadar ilerledi. 2. Ordu’nun hazırlığında yavaş kalınması ve hazır olduğu kadarının karşı taarruz için geride tutulması, 3. Ordu’nun felakete uğramasına neden oldu ki, bu vahim bir yüksek komutanlık zaafıdır. Ne var ki 1916 krizi, 1917 İhtilali ile yerini kısmi bir rahatlamaya bıraktı ve bölgedeki Ermeni birlikleri 3. Ordu’yu durduracak kadar güçlü değildi. 1918’de ise ordu Bakü’ye kadar ilerleyip aldı ama mütareke imzalanınca çekilmek zorunda kaldı.

ÇANAKKALE

Kesin zafer karşılığında ağır bedel

Çanakkale cephesinde zafer, ağır bir bedel karşılığında geldi. Burada da komuta zaafları ve silah eksikliği aşırı kayıp verilmesine neden oldu (Yaralanıp sonradan ölenlerle birlikte 102 bin şehit). Ne var ki bu cephede İngilizler de büyük hatalar yaparak kendilerini çıkmaza soktular. Osmanlı birliklerinin büyük kayıp vermelerindeki başlıca etken, ateş gücü ve eğitim eksikliği idi. Bu dezavantajı, birlikleri sıkışık düzende tutarak telafi etmeye çalışmak, düşmanın yüksek ateş gücü karşısında aşırı kayıpları getirmiştir. Bu güçlerin daha büyük bir bölümünün yarımadada (özellikle kıyı şeridine yakın bölgelerde) bulundurulması İngilizlerin ilk anda ele geçirdikleri mevzilerin hiç değilse bir kısmından püskürtülmelerini sağlayabilirdi.

Keza cebri keşif yapılmaması da ilk önce Fransızların sonra Avustralyalıların son olarak da İngilizlerin yarımadadan rahatça çekilip gitmelerini sağlamıştı. Nihayet Boğaz’a gerilen ağın yetersizliği İngiliz denizaltılarının Marmara’ya girerek çok büyük zarar vermelerine neden olmuştur. Tüm olumsuz koşullara ve hatalara rağmen Çanakkale, Osmanlıların kesin zafer kazandıkları tek cephe oldu.

IRAK

Turan hayalleri, Alman etkisi ve kaybedilen cephe

Bu cephe çoğunlukla zayıf kuvvetlerle tutulmaya çalışılmış, kimi zaman İran üzerine yapılan operasyonlar buradaki 6. Ordu’nun büsbütün zayıf kalmasına neden olmuştur. Ayrıca, bölgenin ikmali de zordu. Ordu geri çekilirken 1916’da Kutülamare’ye ilerleyen birliklerin teslim olması İngilizler için büyük bir yenilgiydi. Ama buraya büyük kuvvet yığıp 1916 sonunda hücuma geçtikleri zaman, Osmanlı Başkomutanlığı çok büyük bir hata yaptı. Orta Asya ve Turan hayallerine kapılarak buradaki 13. Kolordu’yu İran’a gönderince, tek başına kalan 18. Kolordu çekilmek zorunda kaldı ve İngilizler 11 Mart 1917’de Bağdat’a girdiler. Bu da daha sonra Musul’a ilerlemelerini kolaylaştırdı. Bu sırada Galiçya, Romanya ve Makedonya’da bulunan güçlü 15., 6. veya 20. Kolordulardan birisi bile burada olsaydı, İngiliz ilerlemesi engellenebilirdi.

Bu cephede İngiliz üstünlüğü arttıkça, komutanlık buradan kuvvet çekmiştir. Aksi halde mütareke sırasında İngilizlerin Bağdat’ın güneyinde kalmaları ve çok daha önemlisi birliklerin yitirilmemesi mümkündü. İngilizler bu ikmali zor coğrafyada güçlü birlikler karşısında istedikleri gibi at oynatamazdı.

FİLİSTİN

Sabit savunma ve 4. Ordu’nun trajedisi

Bu cephe yaratıcılıktan uzak ve esnek olmayan bir savaş anlayışının getirdiği felaketlerle yüklüdür. 1915’in ilk günlerinde gerçekleşen 1. Kanal Harekatı, aktif savunmayla düşman gayretini dağıtmanın çok iyi bir örneği olabilirdi. Ancak çok kötü planlanmış ve yönetilmiş bir operasyondu. Zaten stratejik önemi nedeniyle üç güçlü tümen tarafından korunan Kanal’ın karşısında tutunmaları ve ikmal edilmeleri olanaksızdı. İngilizler bundan sonra Sina’ya geçtiler ve boru hatları inşa ederek Filistin’e ilerlediler. Gazze’de yapılan iki savunma muharebesinde bir yanı denize dayanmış olan savunmayı aşamadılar ama daha sonra hem denizden bombardıman, hem de karadan hareketlibirliklerle geniş bir çevirme yapınca 4. Ordu çekilmekten başka çare bulamadı. Kudüs 9 Aralık 1917’de düştü. 1918’in 19 Eylül günü genel saldırıya geçtikleri zaman 8. Ordu sekiz kat güçlü düşmanın ateşi altında ezildi. Halbuki örtme birlikleri bırakıp geri çekilmesi ve oyalama muharebeleriyle zaman kazanması (esnek muharebe) gerekirdi. Birkaç hafta sonra mütareke yapacak olan Almanların sabit savunma ısrarı yeni bir felakete neden olunca, on tümen yitirildi.

GALİÇYA

Seçkin askerler Batı cephesine gönderilince…

Galiçya ve Romanya’ya gönderilen birliklerimiz genel olarak başarılı muharebeler yapmışlardır ama, cephelerimiz binbir sıkıntıyla kıvranırken en seçkin beş tümenin gönderilmesi büyük hataydı. Nitekim Galiçya’daki 15. Kolordu sonra Irak’a gönderildi ama Filistin cephesinde oluşan kriz için 4. Ordu emrine verildiler. Birliklerin bir cepheden diğerine sevk edilmesi bazen altı ay sürerken, oradan oraya gönderilmeleri muazzam bir israf ve planlama zaafıydı.

SELANİK

Soğuk ve hastalık iki Osmanlı tümenini bitirdi

Selanik’te yapılan büyük İtilaf yığınağının buradan çıkmasını önlemek üzere Bulgar kuvvetlerini desteklemek için Vardar ve Ustruma’ya gönderilen 50. Tümen, sonra giden 46. Tümen ile desteklendi. Bu kuvvetler Bulgarlar tarafından doğru dürüst ikmal edilmediği gibi, sürekli birinci hatta ve yüksek dağlarda tutularak yıpratıldılar. Bu nedenle soğuk ve hastalıktan çok kayıp verdiler. Bu birlikler de savaşın son dönemi için geri çekildiler, son kalan takviyeli bir alayımız da 1918 yazında ülkeye döndü.

ARABİSTAN

Gerilla savaşı dört tümeni etkisizleştirdi

Arabistan Osmanlılar için askerî açıdan büyük bir yük olmamakla birlikte, gerek manevi önemi nedeniyle, gerekse prensip olarak terk edilmesi düşünülemezdi. Ne var ki buradaki savaşın tabiatına uygun esnek bir örgütlenme içerisinde küçük ve çevik birlikler oluşturulması gerekirdi. Lawrence tarafından yetiştirilen küçük Arap çeteleri az korunan yerleri rahatça vurup çöle çekilebiliyorlardı. Hareketli birkaç tugay, hatta alay bu cephelerde çok daha etkili olabilirdi.

LİBYA

1000 Osmanlı 100 bin İngilize karşı

Bu cephe, gönderilen kuvvet karşılığında elde edilen fayda açısından diğerleriyle kıyaslanmayacak kadar verimli olmuştur. Adriyatik’teki Avusturya üssünden ve Muğla’nın limanlarından denizaltılarla gönderilen 100 kadar subay ile bir tabur piyadenin desteklediği yerli kuvvetlerle savaş boyunca yüz bine yakın düşman personeli meşgul edilmiştir. Mısır’daki İngiliz birlikleri taciz edilmiş ve Darfur Sultanı Ali Dinar 1916’da savaşırken hayatını kaybedinceye kadar “Kutsal Savaş”a katılarak İngilizlere sıkıntı yaratmıştır.

CAHİLLİKLER TARİHİ-1

‘Almanlar yenildi diye yenik sayıldık’

Yaygın bir kanıya göre Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’nda yenilmemiş, müttefikleri yenildiği için mütareke istemek zorunda kalmıştır. Gerçi Avusturya-Macaristan’ın 3 Kasım, Almanya’nın 11 Kasım 1918’de, yani Osmanlılardan sonra mütareke imzalamış olmaları, Osmanlı Devleti’nin yenilmeden yenilmiş sayıldığına ilişkin kanıyı çürütmek için tek başına yeterlidir. Ama bunu yeterli görmeyenler, Mondros Bırakışma’sına giden yolu Bulgaristan’ın daha önce teslim olmasıyla başlatırlar. Bulgaristan yenilerek ateşkes istemiş ve 29 Eylül 1918’de Selanik’te imzalanan bırakışmayla savaştan çekilmiştir. Unutmamak gerekir ki Basra Körfezi’nden başlayan İngiliz-Hindistan ordusu, Mondros Bırakışması imzalandığında Musul’un kapılarına dayanmış; Avustralya-Yeni Zelanda birliklerini de bünyesine alarak Mısır’dan yola çıkan Mısır Seferi Kuvvetleri ise, aynı tarihlerde Halep’in güneyine varmışlardı. Yani Irak ve Suriye’nin neredeyse tamamını yitirmiş olan Osmanlı ordusunun yenilmediğini iddia etmek hiç de gerçekçi değildir.

AHMET KUYAŞ

NTV Tarih, Mart 2009

CAHİLLİKLER TARİHİ-2

‘Araplar bizi sırtımızdan bıçakladı’

Türkiye’nin toplumsal belleğinde büyük bir yer edinmesine karşın gayet önemsiz olan bir süreç de, 1916 Haziran’ında Mekke Şerifi Hüseyin’in başlattığı “Arap İsyanı”dır. Türkiye’de, “Arapların bizi sırtı- mızdan bıçakladığı” tarzında anımsanan olay, askerî açıdan hiç de önemli bir gelişme değildir. Nitekim Medine’de sarılmış olan Fahrettin Paşa komutasındaki Türk kuvvetleri, uzun süre çevrelerindeki halktan kumanya satın alabilmiş, Hicaz’la Suriye arasında sıkışan birçok irili ufaklı Türk birliği de demiryolunu kullanarak Medine’deki kuvvetlere katılabilmiştir. Bilindiği gibi Fahrettin Paşa ancak Ocak 1919’da İngilizlere teslim olmuştur. Ayrıca “Arap İsyanı”na, Suriye, Filistin ve Irak Araplarından hiç denecek kadar az kişinin katıldığı da bellidir. “Arap İsyanı”nın sanki savaşın sonuçları üzerinde ciddî bir etkisi olduğu izlenimi uyandıran, iki kişi çevresinde kurgulanan propaganda ve beklentidir. Bunların birincisi, Albay T. E. Lawrence’ın etkinlikleri etrafında yaratılan efsane, ikincisi ise, savaş sonrasının sorunları arasında, Şerif Hüseyin’in oğlu ve isyancıların komutanı Emir Faysal’ın siyasal bir önder olarak ortaya çıkmasıdır.

AHMET KUYAŞ

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Devamını Oku

Son Haberler