1970’ler ABD’sinde seri katilleri yakalamak için kurulan FBI birimi ve gerçek hikayelerden uyarlanmış müthiş bir TV dizisi. Büyük ustaların, büyük oyuncuların performansıyla, suçlu psikolojisinin tarihine etkileyici bir bakış.
Amerika Birleşik Devletleri. 1970’ler. Tam bir hayalkırıklığıyla sonuçlanan Vietnam savaşının toplumsal travması, 60’larda başlayan hippi akımı, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim konularında özgürlükçü taleplerle sokağa dökülen insanların dile getirdiği insan hakları hareketleri ve tabii disko. Amerikan toplumunun geleneksel değerlerle yeni neslin özgürlükçü talepleri arasında bocaladığı bir dönem. Aynı zamanda adı henüz konulmamış yeni bir suçlu türünün, David Berkowitz, Ed Kemper gibi net bir motivasyonları olmaksızın birden fazla cinayet işleyen katillerin saçtıkları dehşetle iyice görünür olduğu bir dönem.
Netflix’in 2017’de ilk sezonu yayımlandığından beri (2. sezon bu yıl yayımlandı) çok ilgi çeken dizisi “Mindhunter”, FBI’da bu katilleri inceleyen bir psikoloji ve kriminal profil çıkarma bölümünün kurulmasının ilk dönemlerini mercek altına alan bir dizi. Dizi, büyük ustaların elinden çıkma. Yazarı İngiliz Joe Penhall, aslında tanınmış bir oyun yazarı. “Mindhunter”ı 1995’te basılan John E. Douglas ve Mark Olshaker imzalı gerçek suç türündeki kitap Mindhunter: Inside FBI’s Elite Serial Crime Unit’ten uyarlamış. Dizinin yapımcısı ise, “Seven”, “Zodiac” “Gone Girl” gibi çok başarılı gerilim filmlerinin yönetmeni David Fincher (Charlize Theron da dizinin yapımcılarından). Kasvetli, bulanık, az ışıklı, monokrom görsel tarzıyla tanıdığımız Fincher, “Mindhunter”ın toplam yedi bölümünü yönetmiş ama ona özgü bu görsel tarz dizinin tümüne hakim.
“Mindhunter”ın ana karakterleri birbirine zıt iki dedektif partner: Genç, yakışıklı, hırslı Holden Ford (Jonathan Groff ) ile orta yaşlı, ağırbaşlı Bill Tench (Holt McCallany). Bu ikili “yol okulu” diye adlandırdıkları bir proje başlatıp ABD’yi baştan başa dolaşıyor ve ülkenin çeşitli eyaletlerindeki irili ufaklı polis departmanlarına davranış bilimi teknikleri öğretmeye başlıyor. Holden’ın suçluların motivasyonları ve psikolojileriyle ilgili merakı, ikilinin kuşkucu bölüm şefini çok büyük suçlardan hapis yatan hükümlülerle konuşarak, bir suçlu profili çıkarıp data oluşturan gizli bir bölüm kurmaya ikna etmesine evriliyor. Amaç, bu suçluların beyinlerinin nasıl çalıştığını öğrenerek bu bilgileri gelecekte işlenecek cinayetlerin önlenmesinde ve katillerin daha çabuk yakalanmasında kullanmak.
Ekibe suç üzerine uzmanlaşmış psikoloji profesörü, çekici ve zeki Wendy Carr da (Anna Torv’un müthiş performansıyla) katılıyor ve dizi asıl bundan sonra ivme kazanıyor. İlk görüşülen suçlu (bütün görüşülenler arasında en etkileyici olanı), annesi dahil 10 kadını öldürüp annesinin kestiği kafasına tecavüz eden iri yarı, ürkütücü, aynı zamanda da zeki ve manipülatif Ed Kemper (Cameron Britton’un olağandışı denilebilecek oyunculuğuyla…). Ülkenin çeşitli hapishanelerinde görüşülen birden çok cinayet işlemiş katilleri canlandıran bütün oyuncuların gerçek katillerle müthiş bir benzerliği olması çok etkileyici.
Lineer bir zamanda birbirini takip eden suçlularla görüşmeler, yol bölümleri, ekibin toplantıları, kendi içlerinde ve FBI’la, bürokrasi ve gerikafalılıkla çatışmalar ve ana karakterlerin özel hayatlarına tanık olduğumuz bir sekanslar dizisi “Mindhunter”.
Bir suç dizisi olarak en önemli özelliği, çok korkunç cinayetlerle uğraşmasına rağmen hiçbir şekilde şiddet pornografisine kaymaması. İşlenen cinayetlere sadece orta ya da uzaktan çekilmiş ve çok az ekran zamanı ayrılmış olay yeri fotoğraflarından tanık oluyoruz. Diziyi “Law and Order” veya “CSI” gibi tipik polis-dedektif dizilerinden ayıran ise her bölümde başlayıp biten bir formüle dayanmaması, karakter ve olay gelişimleriyle daha ziyade uzun bir film hissi vermesi.
“Mindhunter” cinayetler ve katillerden çok bir adli metodolojinin, daha sonra “Profiler” gibi dizilerde detayıyla göreceğimiz ve neredeyse her suç dizisinde karşılaştığımız suçlu profili oluşturma programının doğuşu ve gelişimine dair bir dizi. Bu anlamda görsel-anlatısal olarak bir belgesel tadı vermesi ve bazen bürokrasi ve prosedürlere çok takılarak tekrara düşüp sıkıcılaşması normal. “Seri katil” terimini de bu ekibin ortaya çıkardığını vurgulayalım. En azından Karındeşen Jack’ten beri varolan bu suçlu tipinin ancak 1970’lerin sonunda tanımlanıp isimlendirilmesini, suç biliminin ne kadar geriden geldiğini ve bu birim kurulana kadar insan psikolojisinin ne denli gözardı edildiğini şaşkınlıkla izliyoruz.
Dizinin üzerinde düşündürdüğü bir başka önemli nokta, “seri katil” olarak nitelendirilen ve “sosyopat” kişilik bozukluğu olduğu düşünülen bu katillerin, organize ya da düzensiz olsunlar, öldürmek için net bir motivasyonlarının olmaması. Hepsinin annesiyle kötü bir ilişkisi ve mutsuz bir çocukluk geçmişi var ama dizi “katil mi doğulur sonradan mı olunur?” sorusuna bir cevap vermiyor.
“Mindhunter”ın katillerle görüşmeler dışındaki en çekici kısımları, ana karakterlerin özel hayatlarına odaklandığı kısımlar. Bütün bu yan hikayeler hem karakter gelişimini destekliyor hem de düz, mesafeli, soğuk, prosedür ve bürokrasiye odaklandığı için bazen tekdüzeleşen diziye renk ve manevra alanı sağlıyor. Seri katiller neden hep Amerika’dan çıkıyor? Yoksa filmler ve popüler kültür sayesinde bizim algımız mı bu yönde? Bununla ilgili yapılan bir araştırmaya göre dünyada en çok seri katile ABD’de rastlandığı doğru. Araştırmayı yapan Radford Üniversitesi’nde adli psikoloji profesörü Dr. Mike Aamodt bunun sebebinin ABD’de polis yöntemlerinin daha gelişmiş olmasına ve kayıtların açık olmasına bağlıyor. Yani ABD’de daha çok seri katil yok, sadece daha kolay ve çabuk yakalanıyorlar. Tabii bunda “Mindhunter”ın kuruluş ve gelişimini anlattığı FBI suçlu profil biriminin önemli etkisi var.
Peki seri katillerde günümüzde bir azalma mı var? 60’larla 80’ler arası neden çok fazlaydılar? Aamodt’un bununla ilgili teorisi de o yıllarda yeni yapılan otoyolların artması ve çok daha fazla otostop çeken insanın olması; ayrıca çocukların ve gençlerin daha çok dışarıda olması, okula, dükkana yürüyerek gitmesi.
Günümüzde daha korunaklı bir dünyada yaşıyoruz ve çığır açan DNA teknolojisi sayesinde cinayetleri çözmek ve birbirlerine bağlamak çok daha kolay. Tabii yine de tam olarak bilemeyiz; zira dizinin üstü örtülü bir şekilde önerdiği gibi, yakalanmak istemeyen bir seri katili kimse yakalayamaz.