Ana Sayfa Osmanlı Tarihi Müsadereden ‘Vakıflama’ya malı-mülkü koruma rehberi

Müsadereden ‘Vakıflama’ya malı-mülkü koruma rehberi

0
Müsadereden ‘Vakıflama’ya malı-mülkü koruma rehberi

 Nasıl bugün birileri “Ulan kazandığım para için vergi istemesinler” ya da “Ulan günün birinde bu paraları çaldığımız ortaya çıkmasın” diyerek servetlerini İsviçre’de, Man Adası’nda, Cayman’larda falan depoluyorsa, bir zamanlar da “Hacı, bi vakıf kuralım, nasılsa vakıfların malına el konulamıyor” diyerek vakıf kuruluyor. Tabii bu elbette ne bize has ne de geçmişte kalan bir durum…

 Dünyadaki tüm devlet­lerin geçmişinde mü­sadere (elkoyma) var. Zaten bana sorarsanız dev­let kurmak doğal bir müsa­dere süreci; ama nedense ba­na soracağınızı sanmıyorum. Kayıtlı olarak, aklımda yanlış kalmadıysa Roma Hukuku’n­da özel bir yeri olan müsadere yani özel mülkiyete ve serve­te imparator tarafından elko­nulması, çok büyük kuvvetle, muhtemeldir ki Roma’dan ön­ce de hayli sık şekilde görülen bir uygulamaydı. Romalıların özelliği bunu kanun çerçeve­sinde gerçekleştirmeleri, tabiri caizse illa bir kılıf uydurmaya gerek görmeleri. Bir de bir suçun işlenmesinde kulla­nılan aletlere ya da suç aracılı­ğıyla edinilen mallara elkonul­ması da müsadere, ama o ayrı, ben doğrudan “mala çökme” bağlamında ele alıyorum.

Yanlış hatırlamıyorsam Os­manlıların ilk dönemlerinden beri müsadere var. Hatta ilk başta çerçeve net: Kamu görev­lilerinin -işte ne bileyim sad­razam, vezir, kadı falan- görev­leri süresince edindikleri mal, görevleri sonunda ya da artık tam olarak bilemiyorum belki de ölümleri hâlinde, müsadere ediliyor. Tabii kanun zaman­la eline para geçen herkes için uygulanır oluyor, orası ayrı.

Tabii varlıklılar her dönem buna karşı çareler arıyor. Na­sıl bugün birileri “Ulan kazandığım para için vergi iste­mesinler” ya da “Ulan günün birinde bu paraları çaldığı­mız ortaya çıkmasın” diyerek servetlerini İsviçre’de, Man Adası’nda, Cayman’larda fa­lan depoluyorsa, o zamanlar da “Hacı, bi vakıf kuralım, nasılsa vakıfların malına el konulamı­yor, keh keh keh” diyerek va­kıf kuruyorlar. Yani tamam; bu vakıf hadisesini seven, vakıf fikrine âşık insanlar var ama şurada 40 kişiyiz, birbirimi­zi biliriz; 10 vakıf kurulduysa dokuzu, serveti çoluğa çocu­ğa bırakabilmek, müsadereden korunabilmek için kurulmuş. Kimi vakıf okulları gibi işte canım. Vakıflar servetin hiç olmazsa bir kısmını ulemaya aktardığı için ulema da “Vakıf­lara elkonulamaz” buyurmuş. Güzel tezgah, helal olsun.

Bu elbette ne bize has ne de geçmiş­te kalan bir du­rum: Misal hepimizin cebinden her yıl üç-beş mutla­ka alan “AY-Kİ- YA” da bir hayır vakfına ait; ama bugüne dek ne hayır işle­diğini en acar gazeteciler bile keşfedemedi. Neticede vakıf olduğu için milyarlarca dolar vergiden yırtıyor mu? Yırtı­yor. Hayır hasenat diye de yıl­da üç mobilya tasarımcısına burs veriyor ki o kadar bursu bizim mahallenin esnafı da ve­rir; o derece küçük bir meblağ. Zaten burs verdiği tasarımcı­nın tasarımını “Lagerlöf Seh­pa” diye yine bize kaskallayıp o verdiği parayı da kat be kat çıkarıyor.

Neticede dünyanın her coğrafyasında devletler özel­likle de başları sıkışınca müsa­dereye başvurmuş; yeri geldi­ğinde borç aldıkları bankerle­rin, yeri geldiğinde türlü çeşitli bahaneyle azınlıkların malı­na-mülküne çökmüşler. Hatta “Azınlık bizi kesmez dayı” di­yerek aldığı borçların “kupon ödemeleri”ni gerçekleştirebil­mek için Katolik kilisesinin bütün malına-mülküne konan İspanya ve Fransa gibi örnek­ler de var. Daha yakın dönem­de, 2. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında hemen tüm Avru­pa’da Yahudilerin mallarına (ve de emeklerine) elkonul­ması gibi örneklerin yanında resmî olmayan ya da en azın­dan resmiyete dökülmeyen ve bilhassa Adana- Kayseri yöre­sinde ansızın irili-ufaklı zen­ginlerimizin doğmasına ya da Beyoğlu’nda sıkça duyduğu­muz “Ya bizim bir Rum usta vardı, sonra Yunanistan’a gitti, giderken de sağolsun dükka­nı bana bıraktı” hikayelerine yolaçan durumlar da var. Ama eğer aklımda yanlış kalmadıy­sa Tanzimat’tan beri, mevcut anayasamız da dahil olmak üzere bu tip müsadereler ya­sak. Tabii diğer ülkelerde de yasaktır ama şimdi gidip baş­ka anayasaları açıp teker teker okuyup bulmadığım için beni kınamazsınız umarım. Netice­de kimi anayasa profesörleri­miz bile o kadar anayasa oku­muyor; ben yine onlardan bir fazla anayasa okumuşum.

Müsadereye en şiddetli şekilde karşı çıkanlar ise tahmin edersiniz ki malı-mülkü çok olanlar. Bunlar maaşallah, suç işleyerek kazanılmış servetle­rin müsaderesine bile karşı çı­kar, lafı bile edildiğinde hemen amonyum klorüre oturmuşça­sına “Aa ama böyle yaparsanız yabancı yatırımcı gelmez, zin­har aklınızdan bile geçirme­yin!” diye efelenirler.

Devleti ekonomik olarak rahatlatmak için değil, bazen düpedüz intikam amacıyla, hiçbir gerekçe göstermeden ya da artık dönemin modası ola­rak “anlayana gerekçesi ortada eki eki” diyerek yapılan müsa­dere uygulamalarına ise artık kabile devletlerinde bile rast­lamıyoruz çok şükür. Zaten an­ladığım kadarıyla bu yabancı sermaye denen meret çiftçinin tarlasına, gazetecinin evine, öğretmenin üç kuruşluk ban­ka hesabına elkonulduğunda hiç hıştınmıyor da, bir tek dev soygun yapanların malları teh­likedeyse ürküyor.