Tam 100 yıl önce TBMM’de devam eden temsil ve Bakanlık seçimi tartışmaları, Kurtuluş Savaşı’nın en kritik dönemecinde Ankara’daki siyasi gelişmelere damga vurmuştu. Mustafa Kemal Paşa varolan düzeni meşruluk açısından savunuyor; TBMM’yi ve hükümetini olağanüstü ölüm-kalım koşullarında oluşturulmuş, siyasal düzenler arasında benzeri olmayan bir halk yönetimi olarak görüyor ve tarihe geçen bir konuşma yapıyordu.
TBMM açıldığında kendisini yalnızca bir yasama meclisi olarak değil, aynı zamanda yürütme gücünü de elinde tutan bir meclis biçiminde tanımlamıştı. Bu ilkenin bir sonucu olarak hükümet kurma gereksinimini duyduğunda da, kendisine karşı toplu olarak sorumlu tutacağı ve başında başbakan bulunan bir kabine oluşturulmasını benimsememiştir.
TBMM, elinde tuttuğu yürütme erkini tek tek kendisinin ve kendi içinden çoğunluk oyuyla seçeceği kişilere yükleyecek, bu kişileri yürütmenin bir alanına tevkil edecekti. Böylece tespit edilen 11 alanda yürütmeden sorumlu kişilere “nazır” değil, “icra vekili” adı verildi. Sonuç olarak bu kişiler arasında kabinelerde görülmeye alışılmış bir görüş birliği ya da herhangi bir “uyum” aranmamış, yani ortak bir programla hareket etmeleri beklenmemişti. 29 Nisan 1920’de çıkartılan Hıyânet-i Vataniyye Kanunu da zaten TBMM’nin neden kurulduğunu ve amacının ne olduğunu açıklamıştı. İcra vekillerinin görevi bu amaca ulaşabilmek için yapılması gerekenleri yapmaktan ibaretti. Öte yandan, sözkonusu vekillerin aralarında çıkabilecek anlaşmazlıkların çözülmesi görevi TBMM’ye bırakılmış, bunların da her ortaya çıkışlarında Meclis’i meşgul etmemeleri için görev, herhangi bir kanun maddesi veya karar olmaksızın, Meclis Başkanı’na devredilmişti.
Bu yapıyı kuran Büyük Millet Meclisi İcrâ Vekillerinin Sûret-i İntihâbına Dâir Kanun (2 Mayıs 1920), 6 ay sonra değiştirildi. Birçok nedenden ötürü Mustafa Kemal Paşa, birlikte çalışmak zorunda olduğu vekillerden memnun değildi. Klasik bir başbakan gibi çalışmak istiyor, yani vekiller heyetini oluşturan kişilerin belli konularda fikir birliğinde ve kendi görüşlerine yakın olmalarını istiyordu.
Bunun üzerine sözkonusu kanun 4 Kasım 1920’de değiştirildi ve vekillerin gene tek tek TBMM tarafından ve çoğunluk oyuyla, ama Meclis Başkanı’nın gösterdiği adaylar arasından seçilmesine karar verildi. Bu durum Mustafa Kemal Paşa’yı tatmin etmişti gerçi; ama kendisine muhalif olanlar bütün vekillerin kendisince seçiliyor olmasından iyice rahatsız olmuşlar ve bu duruma son verecek bir formül arayışına girmişlerdi. Böyle bir formül 1921’e kadar bulunamamış, ama konu 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu’na dahil edilmiştir. Sözkonusu kanunun 7. maddesi, “Heyet-i Vekile’nin vazife ve mesuliyeti, kanun-ı mahsus ile tayin edilir” diyerek, TBMM’ye özgü olan kuvvetler birliği dizgesinde Meclis’in vekillerine ne kadar yetke vereceğine ve bu vekilleri ne biçimde murakabe edip gerektiğinde değiştireceğine ilişkin bir kanun yapılmasına yol açmıştı.
2 Mayıs 1920’de kabul edilen kanunla aynı adı taşıyan ve ancak 8 Temmuz 1922’de onun yerine geçecek olan bu kanunun taslağını hazırlayan komisyon, anlaşıldığı kadarıyla 1921’in bahar ve yaz aylarındaki askerî gelişmeler nedeniyle hızlı çalışamamıştır. Ancak 24 Kasım 1921’de Meclis’e sunulan taslağın giriş bölümünde söylenenlerden görülen o ki, komisyon üyeleri arasında belirmiş olan derin görüş ayrılıkları da bu gecikmede önemli bir rol oynamıştır. Nitekim taslağın altında imzaları bulunan bazı komisyon üyelerinin muhalefet şerhi koydukları Meclis tutanaklarında da görülüyor. Ayrıca bu üyeler de Meclis görüşmeleri sırasında söz almışlar ve mensubu oldukları komisyondan gelen taslağın aleyhinde konuşmuşlardır.
Uzun konuşmaların dinlendiği ve bazı ufak tefek atışmaların yaşandığı görüşmeler 1 hafta sürdü. En temel neden, TBMM’nin kuruluş aşamasında parça parça dile getirilmiş olan ve 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu’yla biraz daha somutlaşan yönetim yapısının neredeyse tümüyle değiştirilmek istenmesiydi. O kadar ki, kanun taslağı hakkında konuşurken Mustafa Kemal Paşa, sözkonusu taslağın TBMM’yi, dolayısıyla da TBMM Hükümeti’ni doğru dürüst bir tanımı olmayan, belirsiz oluşumlar olarak gördüğünü söylemiş ve “böyle bir şey nasıl söylenebilir?” diye sorunca, taslak lehinde konuşan Mersin Mebusu Selahattin (Köseoğlu) Bey, “söylemekle iftihar ederim” yanıtını vermiş; Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey de bu yanıtı desteklemiştir.
Ertesi yılın Temmuz ayında ortaya çıkacak olan İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurucuları olan bu iki muhafazakar mebus, aslında haklıydılar. Ankara’da 23 Nisan 1920’den itibaren gördüğümüz oluşumu “TBMM Devleti” ya da “1921 Anayasası” gibi adlandırmalarla anayasal bir yapı gibi göstermeye çalışanlar ne derlerse desinler, Ankara’da yaşanan, Mustafa Kemal Paşa’nın siyasal dehasıyla ve doğaçlama tedbirlerle yönettiği bir devrimdi. TBMM’nin bu devrimi perdeleyen en önemli özelliği ise kuvvetler birliğini benimsemiş olmasıydı. TBMM, kâğıt üzerinde yürütmeyi de üstlenmişti ama, Mustafa Kemal Paşa’ya yakın duranlardan oluşan vekiller heyeti, başına buyruk hareket ediyordu. Nitekim görüşmeler sırasında 28 Kasım’daki 118. birleşimde söz alan Konya Mebusu Ömer Vehbi Efendi, “Heyet-i Vekile birçok işler görüyor, onu da Meclis namına görüyor. Halbuki Meclis’in bundan haberi yok” demiştir.
Kanun taslağını hazırlayanlardan ve taslağı Meclis’te neredeyse tek başına savunan Selahattin Bey ise önemli bir noktada haksızdı. Daha doğrusu, nereye gittiğini görüp engellemeye çalıştığı bir sürece ilişkin hüsnükuruntusunu dile getiriyor ve 29 Kasım tarihli 119. birleşimde “Meclis-i Âliniz bir ihtilâl meclisi değildir” diyordu. Selahattin Bey’in savunduğu taslağın hem kendisinde hem de gerekçesinde Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu düzenine son verip neredeyse 1296 Kanun-ı Esâsîsi’ne dönme anlamı taşıyan cümleler bulunuyordu. Bunlar arasında en çok itiraza neden olanların başında, gerekçede ifade edildiği biçimiyle Kanun-ı Esâsî’nin padişahlığın tanımına ilişkin ilk 7 maddesinin aynen geçerli olduğunu söyleyen cümle geliyordu. Birçok konuşmacı böyle bir kayda gerek olmadığını; TBMM’nin Saltanat ve Hilâfet kurumlarına bağlı olduğunu daha en başta vurguladığını; ama bu kurumların anayasal konumlarının belirlenmesini zaferden sonraya bıraktığını hatırlattılar.
Vekillerin nasıl tayin edilip ne surette murakabe edileceklerine ilişkin maddelerde ise kuvvetler ayrılığına dönüş savunuluyordu. TBMM, tıpkı padişahın sadrazamı ve şeyhülislamı seçtiği gibi, icra vekilleri heyeti reisiyle şeriye vekilini seçecek, heyet-i vekile reisi de çalışma arkadaşlarını belirleyecekti. Bu öneri iki açıdan çok eleştirildi. Birinci mesele, tabii, TBMM’nin yürütmeden vazgeçmesi meselesiydi ki, üzerinde çok tartışıldı. Selahattin Bey, bunun kuvvetler ayrılığı değil kuvvetler dengesi anlamına geldiğini anlattıysa da Meclis’i ikna edemedi. Mebusların çoğunluğu, kanun taslağının tıpkı parlamenter sistemde olduğu gibi hükümetin toplu sorumluluğunu, dolayısıyla da hükümet programı, güven ya da güvensizlik oylamaları gibi konuları gündeme getirdiğini görüyorlardı. Bu meseleye bağlı olarak dile getirilen ikinci mesele de yeni bir anayasanın yapılmak istenip istenmemesi meselesi oldu.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, TBMM ve hükümetinin anayasal yapısı gayet muğlak, ancak varoluşu gayet meşruydu. Mustafa Kemal Paşa’nın adım adım bir devrime doğru gittiğini görenler; Paşa’ya büyük bir hareket özgürlüğü sağlayan muğlaklığa son verip bütün özellikleri belirlenmiş bir devlet yapısına geçilmesini savunuyorlardı. Mustafa Kemal Paşa ve kendisi gibi düşünenler ise, varolan düzeni meşruluk açısından savunuyorlar; TBMM’yi ve hükümetini olağanüstü ölüm-kalım koşullarında oluşturulmuş ve siyasal düzenler arasında benzeri olmayan bir halk yönetimi olarak gösteriyorlardı. Bu yaklaşımı dile getirenler arasında en parlak konuşmayı 28 Kasım tarihli 118. birleşimde İzmir Mebusu Mahmut Esat (Bozkurt) Bey yapmıştı. Ancak tartışmalara noktayı koyan ve taslağın reddedilip konunun anayasa komisyonuna gönderilmesini sağlayan Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Aralık tarihli 120. birleşimde yaptığı uzun konuşma oldu. Milliyetçilik hislerine hitap ederek Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu’nun özgünlüğüne vurgu yapan ve “şiddetli alkışlar”la sona eren konuşmasında Mustafa Kemal Paşa şöyle demişti:
“Efendiler; Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti mevcuttur, meşrûdur ve kanunîdir… Efendiler; bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Ve hakikaten, kitaplarda mevcut olan hükümetlerin, mahiyet-i ilmiyyesi itibariyle hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat hâkimiyet-i milliyyeyi, irâde-i milliyyeyi yegâne tecellî ettiren bir hükümettir; bu mahiyette bir hükümettir. İlm-i içtimâî noktasından bizim hükümetimizi ifade etmek lâzım gelirse, ‘halk hükümeti’ deriz… Fakat ne yapalım ki, demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş. Efendiler; biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz. Çünkü, biz bize benziyoruz, Efendiler”.