Almanya’da 80 yıl önce gerçekleşen ve “Kasım Pogromu” diye de bilinen “Kristal Gece”, ismini ev ve işyerlerinin kırılan camlarından aldı. Bu, Yahudilere yapılan ve devlet eliyle desteklenmiş tarihteki en büyük saldırılardan biriydi. III. Reich 1941’de Holokost olarak da anılacak soykırım programını hayata geçirdi. Geçen ay sonu ise ABD-Pittsburgh Sinagog’una gerçekleştirilen saldırıda 11 Yahudi katledildi. “Yahudi sorunu” ve anti-semitizm 80 sene sonra hâlâ can almaya devam ediyor.
Tarihteki ilginç bir tesadüf de Atatürk’ün öldüğü gün Almanya’nın da tarihe geçen bir trajedi, bir dönüm noktası yaşamasıdır. 1871’de birliğini sağlayan Almanya, anti-semitizmin, yani Yahudi karşıtlığının en az olduğu ya da hissedildiği yerdi. Prusya Krallığı ve daha sonra Alman İmparatorluğu’nda, Protestan inancına dönsün dönmesin Yahudiler için kariyer yolları dönemin özgürlükler ülkesi Fransa’ya göre bile daha açıktı.
Alman İmparatorluğu’nu ilan eden Frankfurt Parlamentosu’nda birçok Yahudi devlet adamı ve hukukçu bulunmaktaydı (hatta meclis başkanı Protestan olmuş bir Yahudi, Eduard Simons idi). Yine Alman ordusunda birçok Yahudi kökenli general mevcuttu (örneğin Liman von Sanders her ne kadar babası Prostestan inancına geçmiş olsa da, onun tarafından Yahudi kökenli idi). Bilim ve sanat dünyasında da önemli insanların Yahudi olması bir engel teşkil etmemekteydi. Böyle bir coğrafyada önce Kristal Gece’ye, hemen sonrasında ise Holokost’a giden yol, tarihin trajik ve şaşırtıcı bir sürecinin ürünüdür.
Her ne kadar Alman entelektüel dünyasında Hundt-Radowsky, Treitschke ve Wagner gibi anti-semitler varolduysa da bunlar azınlığı teşkil ettiler. Bunların ortaya attığı “Yahudi sorunu”, Treitschke’nin “Yahudiler bizim talihsizliğimizdir” (die Juden sind unser Unglück) sözleri ile başlayan Berlin Anti-Semitizm Tartışması gibi konular, genelde 1. Dünya Savaşı’na kadar akademik çevreler ile sınırlı kaldı. Ancak sonrasında mağlup Almanya ikliminde, bu kavram ve tartışmalar milliyetçi siyasetçiler ve ideologlar tarafından gündeme getirildi ve sıradan vatandaşlar arasında da bilinir olmaya başladı.
Alman İmparatorluğu, 1. Dünya Savaşı’nda herhangi bir büyük muharebede yenilgi almamış ya da işgal sonrasında çekilmemişti. Başgösteren devrimci ayaklanmalar ve imparator II. Wilhelm’in ülkesinden kaçması ile Alman siyasetçiler İtilâf Devletleri ile ateşkes yapmışlardı. Bu durum, Alman milliyetçilerinin, sosyalistlerin, sosyal demokratların ve Yahudilerin imparatorluğu “sırtından hançerlediği” (Wagner’in Götterdämmerung operasında kahraman Siegfried’in sırtından mızrakla öldürülmesine gönderme yaparak) argümanını çıkarmasına altyapı oluşturmuştur. Yeni kurulan Weimar Cumhuriyeti’nde halkın yenilgiyle ve ardından gelen antlaşmanın getirdiği ağır yaptırımlarla kırılan gururunu onarmaya çalışan bu milliyetçi söylemler yaygınlaşmaktaydı. Bu ise ülkedeki önemli ve hem sosyal hem de ekonomik hayatta etkin bir azınlık olan Yahudilere karşıtlığı yanında getirmekteydi.
1929’daki ABD’de başlayan Büyük Buhran, Avrupa’ya ulaştıktan sonra kötüleşen iktisadi koşulları daha da kötüleştirdi. Ayrıca sözde-bilimsel bir kavram olan “Sosyal Darwinizm” bazı çevrelerde ırksal üstünlük/Aryancılık gibi argümanlara altyapı oluşturuyordu. Tüm bunların sonucunda 1933 yılında anti-semitik ve aşırı milliyetçi söylemlerle (ayrıca seçimleri “denetleyen” 50.000 kişilik Hitler’in yardımcı polis kadrosunun baskısıyla) Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) veya bilinen ismiyle Naziler yönetime geldi. Mart ayındaki seçimlerin ardından 1 Nisan’da Yahudilere ait iş yerlerinin Naziler tarafından boykotu başladı. Hemen ardından Aryan olmayanların, yani esasında genel olarak Yahudilerin devlet memuru olmasını engelleyen kanun Nazi hükümetinin onayıyla meclisten geçti (zaten meclisteki diğer partiler etkisiz hale getirilmişti). 15 Eylül 1935’te ise Aryan olanların Yahudilerle evlenmesini yasaklayan Alman Kanı ve Şerefi’nin Korunması Yasası ve kimin Yahudi olup olmadığını belirleyen Nürnberg Yasaları yayınlandı. Bunun sonucunda “Aryan olmayan ırklar” ile sosyal ve ekonomik ilişkiler kopma noktasına geldi.
Yahudilerin bu olaylar karşısında tepkileri farklıydı. Kimileri toplumlarının daha önce de (geçmişte) yaşadığı acılar gibi bunların geçici olduğunu düşünerek doğdukları toprakları bırakmak istemedi; kimileri ise durumun öncekilerinden farklı olduğunu daha o zamandan görerek başka ülkelere göç etmeyi tercih etti. Yahudi olmayan Almanlar ise siyasi ve ekonomik korkular ile tepki vermeye çekiniyordu. Uluslararası kamuoyu ise savaştan ve Büyük Buhran’dan yorulan ve yılmış halklarını idare etmek adına, Almanya, İtalya gibi agresif dış politika yürüten ülkelere karşı “yatıştırma politikası” güdüyordu.
Dönemin süper gücü Büyük Britanya’nın başbakanları Stanley Baldwin, sonrasında Neville Chamberlain, Hitler ve Mussolini’nin yapabileceklerini tahmin edemiyorlar; etseler de iç siyaset uğruna (zira savaş istemek seçmenler açısından kabul edilemez bir şeydi) bunların yaptıklarını gözardı ediyorlardı. İtalya’nın Habeşistan’ı işgal girişimine (1935-36) ve Mart 1938’de Almanya’nın Avusturya’yı ilhak etmesine, ne Britanya ne de Fransa yeterli tepki gösterdi. Bunun üzerine Hitler’in Çekoslavakya’da yaşayan Alman soydaşlarını (Südet Almanları) kurtarmak adına giriştiği işgale kimse ses çıkarmadığı gibi, 15 Eylül 1938’de Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya’nın Münih’te biraraya gelerek buna onay vermesi, Adolf Hitler’e sonradan yapacağı işlerde kimsenin karşısına çıkmayacağı konusunda büyük bir özgüven verdi.
İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain’in, Münih Anlaşması sonrası ülkesine geldiğinde 1878’teki Disraeli’nin de konuşmasına atıfta bulunarak “Size Almanya’dan onurlu bir barışla döndüm” demesi ve “yatıştırma politikaları”nı devam ettirmesi, onu daha sonra savaşın çıkmasından sorumlu tutulan İngiliz politikacıların, yani “Guilty Men” (Suçlu Adamlar) arasına sokacaktı. Bu ilhak ve işgallerden sonra bile uluslararası kamuoyundan bir engelleme görmeyen Hitler, artık içeride de istediklerini yapabilirdi. Bir sorun olarak gördüğü Yahudi nüfusu baskılama ve sindirme zamanı artık gelmişti. Yürüttüğü anti-semitik politikaları bir adım ileri götürmeye ve halkı da buna dahil etmeye kararlıydı. Münih Anlaşması’ndan yaklaşık bir buçuk ay sonra gerçekleşecek bir olay, bunun için gerekli altyapıyı sağladı.
Almanya’da doğmuş Yahudi kökenli Polonyalı göçmen bir ailenin çocuğu olan Herschel Grynszpan, 1936’da Paris’e iltica etmişti. Oraya diplomat olarak tayin olmuş Alman Ernst vom Rath ile muhtemelen bir gönül ilişkisi vardı (kendisi de eşcinsel olan dönemin ünlü entellektüellerinden ve Paris’te yaşayan André Gide de bunu günlüklerinde teyit etmektedir). Henüz 17 yaşındaki Grynszpan, aralarındaki bir anlaşmazlık sonucu 7 Kasım 1938’de Paris’teki elçilik binasında vom Rath’ı silahla vurarak yaraladı. Hitler, vom Rath’ın tedavisi için kendi özel cerrahlarını gönderdiyse de o, yaraları nedeniyle 9 Kasım günü öldü.
Fırsatlar ve tesadüfler o gün bir araya gelmişti. Führer ve Nazi Partisi için 9 Kasım çok önemli bir gündü. Zira o tarihten (1938 yılından) tam 15 sene önce, 9 Kasım 1923’te, Hitler ve avenesi Münih’te “Birahane Darbesi” diye anılan darbe girişiminde bulunmuş, fakat başarısız olmuşlardı. Bu girişim her sene kutlandığı gibi, o gün de Nazi Partisi tarafından bir kutlama/anma yemeği düzenlenerek yâdedilmişti. Paris’te Alman bir diplomatın bir Yahudi tarafından öldürülmesi böyle bir gecede anti-semitik söylemler için biçilmiş kaftandı ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels bunu değerlendirecekti. Hitler’in o geceden erken ayrılması sonrası, vom Rath olayı ile ilgili Goebbels şöyle diyecekti: “Führer’in kararına göre parti herhangi bir gösteri hazırlamayacak ve organize etmeyecek fakat gösteriler kendiliğinden gerçekleşirse de güvenlik güçlerince engellenmeyecek”. Bu sözler, Yahudilere yapılacak olası saldırılar için açık çekti. Bu ayrıca Goebbels için partide kendini Führer’ine kanıtlamak için uzun zamandır eline geçmiş bir fırsattı.
Nazi Partisi, teşkilatı aracılığıyla organize ettiği güruha Yahudilere ait ibadethane, işyeri, ev ve mezarlıklara saldırma talimatı verdi. Kundaklamak serbest (!) ama ev ve işyerlerindeki eşyaları yağmalamak yasaktı. Ayrıca Almanlara ait mülkler zarar görmeyecekti. 9 Kasım’ı 10 Kasım 1938’e bağlayan gece Yahudilere ait 1400’ün üzerinde ibadethane, 7500’e yakın mağaza ve işyerine saldırı düzenlendi. 91 Yahudi öldürüldü; 30.000 Yahudi erkek tutuklandı ve bunların bir kısmı çalışma/toplama kamplarına gönderildi. Hemen arkasından Yahudilere her türlü iş yapmak yasaklandı.
17 Kasım’da Ernst vom Rath’ın cenaze töreninde, sanki bir içsavaş varmış gibi “ilk kurşun”u Yahudiler’in attığı Nazi siyasetçiler tarafından vurgulandı. Dışişleri Bakanı Ribbentrop ise “Meydan okumayı görüyoruz ve kabul ediyoruz” diye ekledi. 1933’ten beri baskılanmış ve sindirilmiş Yahudiler için o gece bir dönüm noktası oldu. Artık doğdukları topraklarda kendileri için can güvenliği ve huzur kalmadığını anlamışlardı; fakat yine de yaklaşık iki sene sonra başlayacak soykırım süreci henüz düşünülemeyecek kadar uzaktı. “Kasım Pogromu” diye de bilinen o geceye, ev ve işyerlerinin kırılan camlarına atfen “Kristal Gece” denildi. Bu, Yahudilere karşı yapılan ve devlet eliyle de desteklenmiş tarihteki en büyük saldırılardan biriydi. Artık Yahudiler’in ülkelerini terketmekten başka bir şansları yoktu; fakat III. Reich buna izin vermeyecek, onları çalışma kamplarında yitene kadar savaş için bedava işgücü (!) olarak kullanmayı tercih edecekti.
Uluslararası kamuoyu Hitler’e -ne yazık ki dur diyemese de, bu insanlık dramını önlemek için girişimlerde bulundu. İngiltere’nin ve az da olsa ABD’nin inisiyatifi ile Yahudi çocuklarını kurtarmak adına bir hareket başlatıldı: “Kindertransport” (kelime anlamı ile “çocukların taşınması”). Buna göre 10.000 kadar Yahudi çocuk velilerinin nezareti olmaksızın Almanya’dan, Avusturya’dan, Çekoslovakya’dan ve Polonya’dan toplanarak Britanya’daki hostellere, pansiyonlara ve evlere yerleştirilecekti. 1938’den 1940’a, yani Nazilerin sınırı geçişe kapatmasına kadar binlerce Yahudi çocuk İngiltere ve ABD’ye taşındı. Her ne kadar bunlar ailelerinden koparılmak gibi bir acıyı yaşasa da, Nazi soykırımından kurtulan o neslin az sayıdaki üyelerinden oldular.
Kristal Gece yaşandığı dönemde dünyayı derinden etkilemiş ve Nazi Almanyası’nın ne kadar ileri gidebileceği konusunda bir ön fikir vermişti. Bu pogrom, “Holokost” ya da “Shoah” olarak adlandırılan Yahudi soykırımının adeta bir fragmanı olarak, bir dönüm noktası olarak tarihe geçti.