Nâzım Hikmet’in son eşi Vera Tulyakova Hikmet’in kızı Anna Stepanova, şair öldüğünde henüz 11 yaşındaydı. Tiyatro bilimci ve profesör Stepanova, halen Rusya Tiyatro Sanatı Üniversitesi’nde ders veriyor ve Nâzım Hikmet’in son yıllarını hatırlıyor. Bilinmeyen veya yayımlanmamış pekçok eserin günışığına çıkmasını sağlayan Stepanova’nın “Nâzım Amca”sı.
Benim için “Nâzım Amca” yakıştırılmış bir hitaptı. Ben de buna uymuş, böyle demeye başlamıştım Nâzım Hikmet’e.
Bir keresinde Pesçannaya Sokağı’ndaki evde üçümüz kahvaltı ediyorduk. Telefon çalmış, annem bakmaya gitmişti. Âdet olduğu üzere “Nâzım amca” diyerek bir şey sordum Hikmet’e. Birden ciddileşti ve “Anyuta, bana baba diyemez misin? Annene bir soralım bakalım, belki bize izin verir” dedi. Donup kaldığımı ve yanıt veremediğimi anımsıyorum. O sırada Vera yanımıza geldi ve Hikmet, oldukça heyecanlı bir şekilde (masadaki gergin hava hâlâ aklımdadır) aynı soruyu başka kanıtlar ekleyerek anneme sordu. Annem net bir ses tonuyla kestirip attı: “Anyuta’nın sadece bi babası var”. Ve bir daha bu konuya hiç dönmedik. Vera daha sonra, Hikmet nedeniyle babamdan kopacağımdan endişe ederek aradaki mesafeyi korumaya çalıştığını söylemişti bana. Haklıydı bence, adil olmaya çalışıyordu.
Hikmet’in çalışma masasının üstünde fotoğrafı duran Memed’e olan özlemini şimdi anlıyorum. (Annem, Nâzım’ın ölümünden ancak yıllar sonra ve Memed’in Varşova’da babasını pek de iyi anmadığı bir söyleşisinin yayımlanmasının üzerine kaldırdı o fotoğrafı). Herhalde, “baba” sözcüğünü duyabilmekti Nâzım’ın arzusu; varsın Rusça olsun, varsın Vera’nın kızı söylesin.
Nâzım’la tanışmamızı çok net anımsıyorum. İlk kez anneannem getirdi beni Pesçanaya Sokağı’ndaki eve. Misafir odasına geçmiştik annemle. Oradaki uzun masanın önünde, sanki ışıklar içinde uzun boylu bir adam duruyordu. Bana gülümsedi ve “Anyuta! Anyuta!” diye adımı tekrar etti. Utanarak yaklaştım yanına, gözlerimi kaldırdım. Bana doğru eğildi ve elimi alıp çok nazik bir hareketle öptü. Küçük bir Sovyet kızı için bir şoktu bu. Şimdi bile o an düştüğüm dehşeti anımsıyorum. Ruh halim yüzüme yansımış olacak ki annem gülmeye başlamıştı. Sonra beni sakinleştirdi. İkisi birden bir şeyler söylemişti bana. Ama aklımda kalanlar sadece hisler: Bıyıklarının tenime değişi, hafif bir erkek kokusu, kahverengi lekelerle kaplı yanaklarının ipeksi yumuşaklığı. Bir de annemle birbirlerine bakışlarını anımsıyorum. O zaman, artık annemin yaşamındaki en önemli insanın Nâzım Hikmet olduğunun ayrımına varıp varmadığımı anımsamıyorum; herhalde henüz fark etmemiştim.
Sonu gelmez seyahatlerinden fırsat buldukça Bolşevo’ya bizi ziyarete gelirlerdi. Ama çoğunlukla Pazar günleri ve tatillerde ben Moskova’ya onların yanına giderdim. Anneannem, törensel bir ifadeyle Nâzım Hikmet’in çok büyük bir şair olduğunu, 17 yıl hapis yattığını ve kalbinden hasta olduğunu söylemişti bana. Bu nedenlerden dolayı onu rahatsız etmemem ve bıktırmamam gerekiyordu. Ben de sessiz olmaya ve dikkati çekmemeye özen gösteriyordum. Bu hiç de zor değildi. Moskova’daki evde benim anlayamayacağım bir yaşam sürüyordu. Sürekli birileri geliyor, birileri gidiyordu. Gülüyorlar, tartışıyorlar, şiirler okuyorlardı. Ne zaman ciddi konulardan konuşmaya başlasalar, telefonun üstüne kocaman bir yastığı sıkıca koyuyorlardı. Bu, o zamanlar KGB’nin kulaklarından kurtulmak için düşünülmüş ve hemen herkesin bildiği günlük bir ritüeldi. Sabahları ev sessiz olurdu hep. Nâzım Hikmet çalışma odasının kapısını kapatıp çalışmaya dalardı. Biz kâh fısıltıyla, kâh alçak sesle konuşurduk. Telefonun her çalışında annem çabucak ahizeye koşardı. O zaman çalışma odasında Hikmet’in işlerinin nasıl olduğu anlaşılırdı. Eğer Nâzım Amca, kapıyı aralayıp arayanın kim olduğunu sorarsa bu çalışmasının pek de verimli geçmediğine işaretti; eğer herhangi bir nedenle mutfağa yanımıza kadar gelirse işler pek kötü demekti. Ama telefonun sesine hiçbir tepki vermezse, istediği gibi yazdığını anlardık. Öğlen yemeği için masaya oturduğumuzda şakalar yapar, her şeyden keyif alırdı (…)
1963 yılının Mayıs ayını, üçümüz birlikte Moskova yakınlarında bir yer olan Ruza’da, küçük bir evde geçirdik. Moskova’daki evde tamir yapılıyordu. Annemin kitabında sizlerle paylaştığı, Nâzım’ın yanından geçerken ya da birlikte oturduklarında Vera’nın ellerini tutuşunu anımsıyorum. Sanki annemi tutmak istiyor, aynı zamanda da kendi gidişini engelliyordu (…)
Yetişkin yaşlara erişip Nâzım Hikmet’in cenaze törenini izlediğimde annemin bu yüz ifadesinin ayrımına vardım. Acıdan oluşmuş ince bir perdeydi bu. Nâzım Hikmet’in üstü açık tabutta yattığı, Merkez Edebiyatçılar Evi’ndeki törende, annemin Nâzım’ın yanağını okşamak istediğinde Antonina Sverçevskaya’nın onun kulağına bir şeyler fısıldadığını, Vera’nın “Hayır, o hâlâ sıcak, hayır!” diye attığı çığlığı anımsıyorum. Türkiye’den çok gelen olurdu evimize. Vera her zaman içtenlikle onları karşılar, çay ikram ederdi. Nâzım Hikmet’le ilgili soruları sabırla yanıtlardı. Konukları uğurladığında uzun süre kendine gelemezdi. Her seferinde hasreti artar, yoğun bir duygu seli kaplardı içini. Öldüğü son dakikaya kadar sevmeye devam etti Nâzım’ı (…)
Moskova, Aralık 2007
* Vera Tulyakova Hikmet’in Bahtiyar Ol Nâzım adlı kitabındaki “Annem Vera” başlıklı sunuş yazısından alıntıdır (Çev. Hülya Arslan, YKY, İstanbul, Şubat 2008, s. 13-19).