Ortaçağ Avrupa’sında, 1518’in Strasbourg’unda, Bayan Troffea yolun ortasında durup dans etmeye başlıyor. Ne bir ses ne bir müzik geliyor. Ona katılanlarla birlikte, yüzlerce kişi dans etmeye başlıyor. Aklımda yanlış kalmadıysa birkaç saat içinde bütün Strasbourg sokakları Bayan Troffea gibi dans eden insanlarla doluyor. Dans çılgınlığına katılmayanlar karılarını, kocalarını, evlatlarını “Yavrum, Manfred’im, çalmadan da oynanır mı yiğidim, yapma, etme” diye ikna etmeye çalışıyorlar ama nafile.
Tarihler 16. yüzyılın henüz başlarını işaret ederken Strasbourg şehrinde güneşli bir Temmuz günü öğleden sonraydı. Mahallesinin sevilen ablalarından sevgili Bayan Troffea, tıpkı bu güzel günden faydalanmak isteyen diğer komşuları gibi dolaşmaya çıkmıştı. Karşı komşusu kuntiz Bay Müller’le selamlaştı; kilise korosundan tanıdığı Bayan Schatzmeier’le ayaküstü birbirlerine hâl-hatır sordular falan derken, Bayan Troffea ansızın olduğu yerde kaldı. Bir anda nereden geldiğini, nereye gittiğini unutmuş gibiydi. Acaba yemeği ateşte mi unutmuştu? Doğalgazı açık mı bırakmıştı? Yoo hayır. Zaten doğalgazın gelmesine daha temiz bir 500 yüz yıl olduğundan bu tip kaygıları olamazdı. Zaten yolda selamlaştığı isimleri falan da hep uydurdum. Kadının adını hatırladığıma şükredin.
Ama Bayan Troffea’nın yolun ortasında anında duruverdiği -ben tabii dönemin vakanüvislerinin yalancısıyım- az çok bilinen bir gerçek. Ablamız yolun ortasında ansızın durduktan sonra “Bir Kulunu Çok Sevdim” şarkısını söyleyen İbrahim Tatlıses gibi ellerini açıp göğe kaldırıyor, bir yandan da Mahsun Kırmızıgül’ün “Sevdalıyım” klibindeki ayak hareketlerini yapmaya başlıyor. Hani belediye hoparlöründen falan uygun bir müzik çalsa neyse ama ortada müzik de yok; Bayan Troffea çalmadan oynuyor. Bu aşamada benim daha önce isimlerini uydurduğum komşular devreye giriyor. Konu-komşu önce bir bakıyor, bu Bayan Troffea ne iş böyle sokağın ortasında abuk subuk hareketler yapıyor diye. Ancak sonra yavaş yavaş, birer ikişer Bayan Troffea’ya katılıp hiç kimsenin duymadığı ritm ve melodiye eşlik etmeye başlıyorlar.
Aklımda yanlış kalmadıysa birkaç saat içinde bütün Strasbourg sokakları Bayan Troffea gibi dans eden insanlarla doluyor. Dans çılgınlığına katılmayanlar karılarını, kocalarını, evlatlarını “Yavrum, Manfred’im, çalmadan da oynanır mı yiğidim, yapma, etme” diye ikna etmeye çalışıyorlar ama nafile. Şimdi hani bir müzik çalsa gidip kaynağını bulup kapatırlar falan ama öyle bir durum da yok ve her geçen saat tüm şehre yayılıyor. 2 saat önce “Lotteciğim Allah’ın adını verdim, rezil oluyoruz, bırak şimdi dans etmeyi de gir içeri” diyen koca, adeta roman havası ritmine uygun esrik bir şekilde sokağa atıyor kendini. Artık dansa katılmayanları “Biz biliyoruz da mı oynuyoruz” diyerek ikna etmeye kalktılar mı bilmiyorum ama, bir hayli insan da şaşkın şekilde sadece bunlara bakıyor.
Çılgınlığa kendilerini kaptırmayanlar, doktorlara ve rahiplere soruyorlar. Artık o ara hangi cin fikirli doktor ya da rahipse “Çivi çiviyi söker” diyor ve şehrin ortasına apar-topar bir sahne kurup sağdan-soldan buldukları müzisyenleri çaldırmaya başlıyorlar. Hesapta dansa karşı dansla mücadele edecekler.
Dans vebası
Henricus Hondius’un dans
çılgınlığına yakalanmış
üç kadını betimleyen
gravürü. 1564’te Flanders
bölgesindeki müteakip
salgınlardan birine tanık
olacak olan Pieter Bruegel’in
orijinal bir çizimine dayanan
çalışma.
Tabii vakanüvislerin söylediği o, ama esasen “Ulan bunlar müziksiz dans edip duruyor, sonra ‘Strasbourglu kapı gıcırtısına oynar’ diye laf çıkartırlar, milletin diline türkü oluruz, bari müzik yapalım da gören olursa karnaval var zaar, desin geçsin” diye düşünmüş olmaları ihtimali de yok değil. Ama bu da ters tepiyor; müzik işin içine girince belki müziksiz dans etmem diyen çekingenler de arkadaşının düğününde gerdan kıranlar misali kendini piste atıyor.
Şimdi burada bıyık altından gülerek anlatıyoruz ama bu dans öyle denyo radyo DJ’lerinin tabiriyle “Sabaha kadar dans!” değil arkadaşlar. Bütün Strasbourg, 1518 Temmuz’unda dans etmeye başlıyor. Anca Eylül ayında duruyorlar! E o kadar dansa can mı dayanır? Dayanmıyor da. Ben diyeyim 100 kişi, siz deyin 200 kişi (zira o dönem vakanüvisleri de açıkartırmayı 15’ten 1000’e kadar çıkarmışlar) açlıktan, muhtemelen kalp krizinden, susuzluktan falan sapır-sapır dökülüp ölüyor. Bize her ne kadar garip gelse de, aslında Ortaçağ’da aradabir karşımıza çıkan bir fenomen bu koca bir kentin ansızın dans etmeye başlaması. Muhtemelen daha evvelki örneklerde (ki bunlar da yine hep Avrupa’da oluyor) dans henüz bu kadar yayılmadan “Aha bunların içine şeytan girmiş” diyerek, dans edenleri öldürürerek işi erkenden sonlandırmışlar ama Strasbourg’ta artık “akıl” galip gelmiş, illa bir açıklama arıyorlar. Dans edenlerin ruhuna şeytan girdiğini iddia edenlere “Hangi çağda yaşıyoruz kardeşim” diyerek karşı çıkıyorlar. E artık inceden erken modern döneme girmiş abiler. Bir şekilde dans bitiyor, hayat da devam ediyor. Kimi vakanüvisler dansı başlatan Bayan Troffea’nın en sonunda yorgunluktan öldüğünü; kimileri de 6 gün aralıksız dans ettikten sonra yakınlarda Saverne’deki St. Vitus şapeline götürülüp orada tedavi edildiğini yazmış. Enteresan bir şekilde böyle kitlesel dans vakalarına da “St. Vitus dansı” deniliyor ama şapelin adını sonradan koymadılarsa tamamen tesadüf.
Bu tip kitlesel ve bulaşıcı, durdurulamaz dans vakaları 11. yüzyıldan 17. yüzyıla dek Avrupa’nın irili-ufaklı şehirlerinde görülüyor ve ilk başlarda nedeni tamamen şeytanın lanetine bağlanırken bir müddet sonra tıbbi çözüm arayışlarına giriliyor ama esasında hepsi, başladıkları gibi bitiyorlar. Günümüzde de hekimler bulguları değerlendirip kesin bir sonuca varamıyor. Güneş çarpmasından mantar zehirlenmesine tüm teoriler, doyurucu bir açıklama sunma konusunda “cine tutulmak”la üç aşağı beş yukarı (eh, yine de daha çok yukarı) aynı kıymette. Bildiğimiz bir şey varsa o da bu dansın esasen çok da neşeli Rio Karnavalı tadında bir danstan ziyade, bir tür yakarış, isyan olduğu. Zira bu bulaşıcı dansların hemen hepsinin öncesinde kaydedilmiş kuraklıklar, seller, sosyal patlamalar var. Daha beteri, bir kısım insan bunun esasen bildiğimiz sivil itaatsizlik ve bir protesto eylemi olduğunu ileri sürüyor. Yani biz şimdi adamlara deli diyoruz da, o zamandan kalma muhaliflerin seslerini bastırmak için iletişim başkanlığı tarafından üretilmiş bir propaganda da olabilir.
Enteresan bir şekilde moderniteyle birlikte bu danslar tamamen tarihten siliniyor. Tabii insan merak etmeden de edemiyor: Acaba silinmedi de biz mi etrafımızda olup bitene kaygısızlaştık? Umursamaz olduk ya da anlamaya çalışmak yerine daha en baştan dansa ilk başlayana anında deli gömleğini mi giydirdik? Kalanlarımız da deli gömleği giymiş halaybaşı götürülürken keyifle selfie çekmeye mi başladık?
*Ayşen Gür, #tarih 2019 Mayıs sayısında tarihin bu en büyük toplu dans salgınını yazmıştı.