Kasım
sayımız çıktı

Ölümüne dans ederim tek başıma müzik falan istemem sakın ha!

Ortaçağ Avrupa’sında, 1518’in Strasbourg’unda, Bayan Troffea yolun ortasında durup dans etmeye başlıyor. Ne bir ses ne bir müzik geliyor. Ona katılanlarla birlikte, yüzlerce kişi dans etmeye başlıyor. Aklımda yanlış kalmadıysa birkaç saat içinde bütün Strasbourg sokakları Bayan Troffea gibi dans eden insanlarla doluyor. Dans çılgınlığına katılmayanlar karılarını, kocalarını, evlatlarını “Yavrum, Manfred’im, çalmadan da oynanır mı yiğidim, yapma, etme” diye ikna etmeye çalışıyorlar ama nafile.

Tarihler 16. yüzyılın henüz başlarını işaret ederken Strasbourg şehrinde gü­neşli bir Temmuz günü öğleden sonraydı. Mahallesinin sevilen ablalarından sevgili Bayan Trof­fea, tıpkı bu güzel günden fayda­lanmak isteyen diğer komşuları gibi dolaşmaya çıkmıştı. Karşı komşusu kuntiz Bay Müller’le selamlaştı; kilise korosundan tanıdığı Bayan Schatzmeier’le ayaküstü birbirlerine hâl-ha­tır sordular falan derken, Bayan Troffea ansızın olduğu yerde kaldı. Bir anda nereden geldi­ğini, nereye gittiğini unutmuş gibiydi. Acaba yemeği ateşte mi unutmuştu? Doğalgazı açık mı bırakmıştı? Yoo hayır. Zaten do­ğalgazın gelmesine daha temiz bir 500 yüz yıl olduğundan bu tip kaygıları olamazdı. Zaten yol­da selamlaştığı isimleri falan da hep uydurdum. Kadının adını hatırladığıma şükredin.

Ama Bayan Troffea’nın yo­lun ortasında anında duruver­diği -ben tabii dönemin vakanü­vislerinin yalancısıyım- az çok bilinen bir gerçek. Ablamız yo­lun ortasında ansızın durduktan sonra “Bir Kulunu Çok Sevdim” şarkısını söyleyen İbrahim Tatlı­ses gibi ellerini açıp göğe kaldırı­yor, bir yandan da Mahsun Kır­mızıgül’ün “Sevdalıyım” klibin­deki ayak hareketlerini yapmaya başlıyor. Hani belediye hopar­löründen falan uygun bir müzik çalsa neyse ama ortada müzik de yok; Bayan Troffea çalmadan oynuyor. Bu aşamada benim da­ha önce isimlerini uydurduğum komşular devreye giriyor. Ko­nu-komşu önce bir bakıyor, bu Bayan Troffea ne iş böyle soka­ğın ortasında abuk subuk hare­ketler yapıyor diye. Ancak sonra yavaş yavaş, birer ikişer Bayan Troffea’ya katılıp hiç kimsenin duymadığı ritm ve melodiye eş­lik etmeye başlıyorlar.

Aklımda yanlış kalmadıysa birkaç saat içinde bütün Stras­bourg sokakları Bayan Troffea gibi dans eden insanlarla do­luyor. Dans çılgınlığına katıl­mayanlar karılarını, kocaları­nı, evlatlarını “Yavrum, Manf­red’im, çalmadan da oynanır mı yiğidim, yapma, etme” diye ikna etmeye çalışıyorlar ama nafile. Şimdi hani bir müzik çalsa gi­dip kaynağını bulup kapatırlar falan ama öyle bir durum da yok ve her geçen saat tüm şehre ya­yılıyor. 2 saat önce “Lotteciğim Allah’ın adını verdim, rezil olu­yoruz, bırak şimdi dans etmeyi de gir içeri” diyen koca, adeta ro­man havası ritmine uygun esrik bir şekilde sokağa atıyor kendini. Artık dansa katılmayanları “Biz biliyoruz da mı oynuyoruz” di­yerek ikna etmeye kalktılar mı bilmiyorum ama, bir hayli insan da şaşkın şekilde sadece bunlara bakıyor.

Çılgınlığa kendilerini kaptır­mayanlar, doktorlara ve rahiple­re soruyorlar. Artık o ara hangi cin fikirli doktor ya da rahipse “Çivi çiviyi söker” diyor ve şeh­rin ortasına apar-topar bir sahne kurup sağdan-soldan bulduk­ları müzisyenleri çaldırmaya başlıyorlar. Hesapta dansa karşı dansla mücadele edecekler.

Dans vebası


Henricus Hondius’un dans
çılgınlığına yakalanmış
üç kadını betimleyen
gravürü. 1564’te Flanders
bölgesindeki müteakip
salgınlardan birine tanık
olacak olan Pieter Bruegel’in
orijinal bir çizimine dayanan
çalışma.

Tabii vakanüvislerin söyle­diği o, ama esasen “Ulan bun­lar müziksiz dans edip duruyor, sonra ‘Strasbourglu kapı gıcır­tısına oynar’ diye laf çıkartırlar, milletin diline türkü oluruz, bari müzik yapalım da gören olursa karnaval var zaar, desin geçsin” diye düşünmüş olmaları ihtima­li de yok değil. Ama bu da ters tepiyor; müzik işin içine girince belki müziksiz dans etmem di­yen çekingenler de arkadaşının düğününde gerdan kıranlar mi­sali kendini piste atıyor.

Şimdi burada bıyık altından gülerek anlatıyoruz ama bu dans öyle denyo radyo DJ’lerinin tabi­riyle “Sabaha kadar dans!” değil arkadaşlar. Bütün Strasbourg, 1518 Temmuz’unda dans etmeye başlıyor. Anca Eylül ayında du­ruyorlar! E o kadar dansa can mı dayanır? Dayanmıyor da. Ben di­yeyim 100 kişi, siz deyin 200 kişi (zira o dönem vakanüvisleri de açıkartırmayı 15’ten 1000’e ka­dar çıkarmışlar) açlıktan, muh­temelen kalp krizinden, susuz­luktan falan sapır-sapır dökülüp ölüyor. Bize her ne kadar garip gelse de, aslında Ortaçağ’da ara­dabir karşımıza çıkan bir feno­men bu koca bir kentin ansızın dans etmeye başlaması. Muhte­melen daha evvelki örneklerde (ki bunlar da yine hep Avrupa’da oluyor) dans henüz bu kadar yayılmadan “Aha bunların içi­ne şeytan girmiş” diyerek, dans edenleri öldürürerek işi erken­den sonlandırmışlar ama Stras­bourg’ta artık “akıl” galip gelmiş, illa bir açıklama arıyorlar. Dans edenlerin ruhuna şeytan girdi­ğini iddia edenlere “Hangi çağ­da yaşıyoruz kardeşim” diyerek karşı çıkıyorlar. E artık inceden erken modern döneme girmiş abiler. Bir şekilde dans bitiyor, hayat da devam ediyor. Kimi va­kanüvisler dansı başlatan Bayan Troffea’nın en sonunda yorgun­luktan öldüğünü; kimileri de 6 gün aralıksız dans ettikten son­ra yakınlarda Saverne’deki St. Vitus şapeline götürülüp orada tedavi edildiğini yazmış. Ente­resan bir şekilde böyle kitlesel dans vakalarına da “St. Vitus dansı” deniliyor ama şapelin adı­nı sonradan koymadılarsa tama­men tesadüf.

Bu tip kitlesel ve bulaşıcı, durdurulamaz dans vakaları 11. yüzyıldan 17. yüzyıla dek Avru­pa’nın irili-ufaklı şehirlerinde görülüyor ve ilk başlarda nedeni tamamen şeytanın lanetine bağ­lanırken bir müddet sonra tıbbi çözüm arayışlarına giriliyor ama esasında hepsi, başladıkları gibi bitiyorlar. Günümüzde de he­kimler bulguları değerlendirip kesin bir sonuca varamıyor. Gü­neş çarpmasından mantar zehir­lenmesine tüm teoriler, doyuru­cu bir açıklama sunma konu­sunda “cine tutulmak”la üç aşağı beş yukarı (eh, yine de daha çok yukarı) aynı kıymette. Bildiği­miz bir şey varsa o da bu dansın esasen çok da neşeli Rio Karna­valı tadında bir danstan ziyade, bir tür yakarış, isyan olduğu. Zi­ra bu bulaşıcı dansların hemen hepsinin öncesinde kaydedilmiş kuraklıklar, seller, sosyal patla­malar var. Daha beteri, bir kısım insan bunun esasen bildiğimiz sivil itaatsizlik ve bir protesto eylemi olduğunu ileri sürüyor. Yani biz şimdi adamlara deli di­yoruz da, o zamandan kalma muhaliflerin seslerini bastırmak için iletişim başkanlığı tarafın­dan üretilmiş bir propaganda da olabilir.

Enteresan bir şekilde mo­derniteyle birlikte bu danslar ta­mamen tarihten siliniyor. Tabii insan merak etmeden de edemi­yor: Acaba silinmedi de biz mi etrafımızda olup bitene kaygısız­laştık? Umursamaz olduk ya da anlamaya çalışmak yerine daha en baştan dansa ilk başlayana anında deli gömleğini mi giydir­dik? Kalanlarımız da deli göm­leği giymiş halaybaşı götürülür­ken keyifle selfie çekmeye mi başladık?

*Ayşen Gür, #tarih 2019 Mayıs sayısında tarihin bu en büyük toplu dans salgınını yazmıştı.