“Kutsal Kitap arkeolojisi”ne dayalı tarih yaklaşımları, 20. yüzyıldan itibaren Anadolu’da başlatılan kazılarda da dönemin Alman uzmanları tarafından benimsendi, yaygınlaştırıldı. Anadolu’da güçlü bir beylik kurmuş olan Hattiler yoksayıldı; Hatti, Hurri ve Luvi ethnos’larını yoksayan bilinçli bir siyasi operasyon günümüze kadar taşındı.
Önemli bir eski Anadolu devleti olan Hitit Krallığı’nın (MÖ 1720- 1170) arkeoloji ve tarih bilimlerine yansıması, büyük oranda Alman arkeopolitikasının manipülasyonu ile gerçekleşmiştir. Aryan ırkçılığını temel alan Alman ırkçılığı, arkeolojiyi kullanarak 20. yüzyılın başlarından itibaren sahaya inmiş ve arazi çalışmaları ile veri toplamaya başlamıştır. Bu kapsamda ilk hedeflenen yerleşme Hititlerin siyasi yönetim merkezi Boğazköy olmuştur.
1905’te Alman dilbilimci Hugo Winckler (1863-1913), Osmanlı Devleti’nden izin alarak Boğazköy’e gelir ve kazıya başlar. Oysa ki Boğazköy’de kazı çalışmaları başlatma fikri gerçekte Müze-i Hümayun’un (İstanbul Arkeoloji Müzeleri) bir projesidir ve kazı ile ilgili olarak Toduraki Makridi Bey (1872-1940) görevlendirilmiştir. Makridi Bey ile Hugo Winckler arasındaki mektuplaşmalardan, Boğazköy kazısının kimi entrikalarla Almanlara verildiği anlaşılmaktadır. Buna rağmen 1905-1907 arası kazılara katılan Makridi Bey, görevini devleti temsilen kazı komiseri benzeri bir pozisyonda yerine getirir.
İlk yıl zorlu şartlar altında yürütülen çalışmalar sonunda H. Winckler, kimi köylülerden satın alınmak suretiyle 34 çivi yazılı kil tablet toplar. 1906’da kazıya devam eden Winckler, mucize olarak nitelendirdiği bir kil tablet bulur. Bu buluntunun meşhur Kadeş Antlaşması olduğu anlaşılır ve artık rastgele bir Hitit kentinde değil, krallığın başkenti Hattuşa’da kazı yapmakta olduğunu anlar. Boğazköy kazılarında bulunan tabletler üzerinde Çek asıllı Alman Assurolog Bedřich Hrozný’nin (1879-1952) çalışmaları sonucunda ise, Hititçenin bir Hint-Avrupa dili olduğu anlaşılır ve Hititçe ile Almanca arasında gramer ve kelime temelinde büyük benzerlikler olduğu saptanır. Bu gelişmeler Almanların Hititoloji ile ilgili stratejilerini şekillendirir ve Kızılırmak Havzası’nı temel alarak Anadolu’yu odak yaparlar.
20. yüzyılın başlarında Almanların yoğun arkeolojik faaliyetleri ile sahneye çıkan Hititler, isim olarak zaten Kitab-ı Mukaddes’ten biliniyordu. Tarihlerinin erken döneminde (MÖ 1720-1700) Kaneş’i (Kayseri- Kültepe) başkent yapan Hititler, aslen Kuşşaralıydı (Yozgat/ Sorgun-Alişar Höyük). Zamanla Kızılırmak Havzası’nı işgal eden Hititler, devlet kurdukları bu çekirdek bölgeye “Hatti” diyorlardı. Asur belgelerinde “Heta”, Mısır belgelerinde “Kheta”, Tevrat’ın İbranice aslında “ht” ile adı yazılmış olan Hitit, gerçekte Hatti adının İbraniceleştirilmiş yanlış bir biçimiydi. İbranicede sesli harf bulunmadığından yalnızca “ht” harfleri kullanılmıştı. Tevrat’ı Almancaya çeviren Martin Luther, “ht” ile gösterilen sözcüğü “Hethit” olarak; İngilizceye tercüme yapanlar da “Hittite” biçiminde okudular. Türkçede önceleri Fransızcanın etkisi ile “Eti” sözcüğü kullanılmış olsa da, sonraları bundan vazgeçildi ve “Hitit” biçimindeki kullanım tercih edildi. Böylece, aslında Anadolu’nun Erken Tunç Çağı halkı olan Hattilere (MÖ 3000-2000) atıf yapan “ht” terimi; kendilerine hiçbir zaman “Hitit” dememiş Kuşşaralı bir soylu sülale ile farklı ethnos ve kültürlerden oluşan devlet için Batılılar tarafından kullanılmaya başlandı (“Kutsal Kitap arkeolojisi”ne dayalı tarih, bunun gibi yerleşik yanlış tanımlamalarla doludur; Urartu’yu adresleyen “rrt”nin “Ararat” olarak okunması gibi).
Hititler ile Hitit Krallığı’nın sözkonusu yanlış adlandırılması, eski Anadolu ve Önasya arkeolojisi ile tarihi açısından basit bir yanılgı değildir. Konu, Anadolu’nun merkezinde güçlü bir beylik kurmuş olan Hattilere yapılan bilimsel bir tecavüz olmasının yanısıra; gerçekte Hitit Krallığı’nı oluşturan Hatti, Hurri ve Luvi ethnos’larını yoksayan bilinçli bir operasyondur. 1990’ların başında Şapinuva’da (Çorum-Ortaköy) açığa çıkmaya başlayan güçlü Hurri bulguları, bu durumun saklanacak bir yönü olamayacağını gösterir; Hitit kültür ve sanatının ana unsurunun Kuşşaralılar olmadığına da işaret eder.
15 Haziran 2024’te VeryansınTv.com’da bir köşe yazısı kaleme alan Hititolog Dr. Semih Güneri, “Hitit Sanatı Aldatmacasına Son Veriyorum” başlıklı yazısında bu konuya dikkati çekmiştir. Haluk Perk Müzesi’nde muhafaza edilmekte olan 190 adet metal Tanrı heykelciği üzerinden bu değerlendirmeyi yaptığını ifade eden Güneri, sözkonusu bulguların Hitit değil Hurri kültürüne ait olduklarını izah eder.
Hitit Krallığı, merkezî bir devletti. Mimariyi, anıt sanatını, madencilik ve çanak-çömlek üretimi gibi zanaatları ve özellikle dinsel yapılanmayı başkentten yönetiyordu. Hattuşa’daki tapınağın benzerleri diğer kentlerde de inşa ediliyordu. Alaca Höyük (Arinna), Eskiyapar (Tahurpa), Oluz Höyük (Şanauhitta), Ortaköy (Şapinuva), Doğantepe (Hakmiş), Maşat Höyük (Tapigga), Kuşaklı (Şarişşa) ve Kayalıpınar’da (Şamuha) üretilen çanak-çömlekler, metal eserler ya da mühürler, genel özellikleri ile Hattuşa’da bulunmuş olanlarla akrabaydı. Hattuşa yakınındaki açıkhava kutsal alanı Yazılıkaya’da kayalara işlenmiş Tanrı-Tanrıça-kral-kraliçe figürleri ile hiyeroglifler, Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki kaya anıtlarında da görülebiliyordu.
Esas mesele, bu denli gelişkin bir mimariye, yüksek bir sanata, iki sistemli yazıya (çivi yazısı-hiyeroglif) ve edebiyata sahip bir kültürü; Kuşşara (Alişar Höyük) gibi Anadolu’nun sıradan sayılabilecek bir kentinden çıkan ve nereden geldikleri henüz kesinleşmemiş yönetici bir zümreye adreslemektir. Başka bir deyişle, mimarisi Hatti ve Hurri’den; çanak-çömlekçiliği Hatti ile diğer Anadolu yerli halklarından; metal eser sanatı yine Hatti’den; mühür sanatı Neolitik dönemden beri gelişen Anadolu gliptik sanatından; anıt sanatı Göbeklitepe ile başlayan yerel plastik sanattan; yazıları Luvi ve Akkadlardan; dini ise Hurri ve Hatti’den almış bir kültüre neden “Hitit” denildiğidir.
20. yüzyılın başlarından itibaren yapılan Hitit odaklı arkeolojik çalışmalar, bu toplumun Anadolu’nun otokton halkı mı olduğu yoksa yakın bir coğrafyadan mı bölgeye geldiği sorusuna bugüne kadar cevap bulamamıştır. Ekrem Akurgal, Hitit toplumunun Kuzey Kafkasya’daki Maykop kültüründen koparak Anadolu’ya geldiklerini savunurken; Batılı araştırmacılar detay bölge vermeden Güneydoğu Avrupa ve Balkanları işaret etmişlerdir. Samsun’un Bafra ilçesi yakınlarında yer alan ünlü İkiztepe’yi uzun yıllar kazmış olan Önder Bilgi ise, buradaki insanların Hint-Avrupalı kimlikli Hititleri oluşturan toplumlardan biri olduğunu ileri sürmüştür. İkiztepe’de açığa çıkarılan bir çömlek üzerinde, kabartma tekniğinde işlenmiş “W” harfinin Hitit Hava Tanrısı Teşup’un sembolü olduğunu vurgulayan Bilgi, bunun boğa boynuzundan gelişmiş olduğunu belirtmiştir.
Kabataş-Mahmutbey Metrosu-Beşiktaş Meydanı girişinde İstanbul Arkeoloji Müzeleri başkanlığında uzun yıllardır devam etmekte olan arkeolojik kazılarda açığa çıkarılan çok sayıdaki höyüklü kromlek tipi mezar yapıları MÖ 2400-2200’lere yani Erken Tunç Çağı 1’e tarihlendirilmiştir. Bu mezarların birinde saptanan “W” biçimli taştan şekillendirilmiş bir amulet, uzun yıllardır kökleri aranan Hititler için anahtar bir bulgu olma özelliğindedir. Önder Bilgi’nin teorisi ile uyum gösteren bu “W” biçimli amulet; Beşiktaş-höyüklü kromlek mezarlarını yapan insanların Hint-Avrupa kökenine ve Anadolu’ya İstanbul Boğazı üzerinden yapmış oldukları göçe işaret etmektedir. Bu nedenle Beşiktaş bulguları, MÖ 3000’lerde gerçekleşmiş Hint-Avrupa göçlerinin ilk arkeolojik kimliğini oluşturmuş görünmektedir.
Sansasyon peşinde bir gazeteci ile arkeolojiden bihaber birkaç eskiçağ tarihi uzmanı tarafından “Türk kurganları” olarak haber yapılan ve değerlendirilen Beşiktaş’taki höyüklü kromleklerin, Proto-Türkler ya da Proto-Turanlılarla ilgisi olmadığını uzun bir süredir ısrarla yazıyorum. Gerek mezar yapıları gerekse yakma gömüler ile küçük buluntular, Beşiktaş mezarlarının sahibi olan toplumun Güney Balkanlar’dan yola çıkan ve Anadolu’yu hedefleyen kitlesel bir göçün insanları olduğuna işaret etmektedir. Beşiktaş’ta açığa çıkan yakma gömme geleneği ile “W” biçimli taş amuletin, MÖ 1720’lerde Hitit Krallığı’nı kuran zümrenin Anadolu’ya yaptığı göçlere işaret eden arkeolojik bulgular olduğunu düşünüyorum.