“Toplumu düzenleme hakkı”nı eline geçiren devlet, meşruiyetini sürdürmek için kamu güvenliğini sağlamak durumunda kalmıştır. Tapınak ve saraydan mutlak monarşiye, seküler otoriteden modern despotizme uzanan tarih yolunda, uluslararası mafyanın kaçınılmaz yükselişinin analizi.
İnsanlar tarihte -yerli veya yersiz olarak- kendilerine hak gördükleri paylar, özgürlükler veya davranışlar için sonuna kadar çatışmış, bunun yıkıcı sonuçları olmuştur. Bu aşikar durum, her toplumda farklı bileşimi olan kurallar silsilesini ortaya çıkarmış; ne var ki bunlar hak ve menfaat çatışmasını önlememiş; sadece yeni şekiller altında devamına yol açmıştır. Bununla birlikte, kimi zaman, bazı sosyal organizasyonalar sosyal çatışmaları belli sürelerde nispeten daha sınırlı tutmayı başarmıştır. Bu iş en tipik şekliyle, “şiddet tekeli”ni elinde tutmaya çalışmış olan devlet tarafından yapılmış, ancak sadece kısmen başarılabilmiştir.
Bugün gezegenimizdeki insan faaliyetlerinin en az dörtte biri, muhtemelen daha fazlası, örgütlü suç gruplarının elinde veya etkisi altında olup, devlete ait hukuki denetim ve adalet dağıtımının dışındadır. Çok daha yaygın olan basit suçları ve kanunsuzlukları görmezden gelmek koşuluyla, başta uyuşturucu ve silah olmak üzere, ihalelerden kumara, sahte gıdalardan sendikacılığa, mali dolandırıcılıktan kaçakçılığa kadar kanundışı alanlarının genişliği saymakla bitmez. Kaldı ki, devlet kurumlarından ve mahkemelerden çıkan kararların ne kadarının adil olduğu da çok su götürür.
Bütün devletler, özellikle Soğuk Savaş’ın sona erdiği tarihten beri örgütlü suç karşısındaki savaşı yitirmektedir. Ancak daha temeldeki sorun, büyük toplulukların nasıl yönetileceğiyle ilgilidir. Tarihî bağlamında ele alırsak, daha eski geleneklerden ve bunlara bağlı değerlerden oluşan sistemleri bir yana koyarak, hukuk ve kuralların gelişmesinde üç büyük aşamaya kısaca bir göz atmakta yarar vardır. Böylece, devletlerin örgütlü suçlarla mücadeleyi yitirmelerinin nedenlerini daha iyi anlayabiliriz.
1. Tapınak ve saray
Kurallar, onları uygulayan otoritenin aldığı şekille belirginleşir. Hukuk ve kurallar illa egemen otorite tarafından uygulanır ki, onların ilk ve temel gayeleri de konumlarını korumaktır: Hukuku hakikat değil, otorite belirler. Ne var ki, bu da egemenliğin meşruiyeti sorununu ortaya çıkarmıştır. Birinci büyük aşama olan kent devletleri ortaya çıkarken, egemenler otoritelerinin kaynağını ilahi güçlere dayandırdıkları iddiasını kabul ettirmişlerdir. İlk kentler tapınaklar etrafında kurulmuş olup, ilahi otoritenin dünyevi otoriteye dönüştürücüsü (transformer) olarak işlev görmüşlerdir. Böylece tapınak ile adalet dağıtıcısının simgesi olan saray arasında binlerce yıl sürecek bir bağ oluşmuş, zaman içerisinde ikisi arasındaki çatışma artmıştır.
Devlet son derece yaygın olan şiddet karşısında arabulucu veya adalet dağıtıcısı rolünü üstlenirken, kendi içerisinde de güç çatışmaları ve komploların eksikliği hiç eksik olmamıştır. Bu arada sarayı şiddetten korumak üzere iç surların inşa edildiğini görürüz ki, “medeniyet” denilen olgunun 10’da 9’undan fazlası iç ve dış surların etrafında yaşanmıştır. Bu medeniyet, her hafta arenada gladyatör oyunları ve toplu katliamlar düzenlemezse, ahalinin isyanlarıyla karşılaşırdı. Ancak bu devletlerde bir hukuk anlayışı da gelişmiş olup, dönemin kuralları Roma hukukunda, hatta Jüstinyen kanunlarında en kapsamlı haline ulaşarak modern hukukun temelleri arasında yer bulmuştur.
Devlet “toplumu düzenleme hakkı”nı eline geçirirken, meşruiyetini sürdürmek için kamu güvenliğini sağlamak durumunda kalmıştır. Aksi halde devlete itaat edilmeme hakkının doğacağı birçok düşünür tarafından gündeme getirilmiştir ama bu zaten fiilen gerçekleşir. Öte yandan özgürlüklerin kötüye kullanılması da onları ortadan kaldırmanın gerekçesi olamaz. İşbu koşullarda devlet yönetimi, çoğu zaman bıçak sırtında sürdürülmüş bir yüktür ama taliplisi hiç eksik olmamıştır. Devletler güvenlik sorunlarını her zaman açık veya gizli örgütlenmeler ve faaliyetler vasıtasıyla çözmeye çalışmış, krizler karşısında tiranlık ve dikta yönetimleri son derece yaygın olarak görülmüştür. İlkeler de “bir yere kadar”dır.
2. Mutlak monarşi
Mutlak monarşilerin kurulması veya merkezî devletlerin oluşum süreçleri, günümüz adalet sistemlerinin gelişmesindeki ikinci büyük aşamadır ve süreçlerin uzunluğuna rağmen, en belirgin haliyle Reformasyon döneminde, 16. yüzyıldan itibaren izlenebilir. Bu süreçte otoritenin kaynağı hâlâ Tanrı’ya dayandırılır ama, aynı zamanda hükümdar meşruiyetini yasaların adaletinden almaya başlamış, Tanrı giderek sembolik hâle gelmiştir. Hükümdar artık yasanın hükümdarıdır ama bir süre sonra tüm egemenliğin yasaya ya da yasanın uygulayıcılarına geçmesi istenecektir. Elbette uygulayıcılık, yasa koyuculuğu ve koruyuculuğuyla birlikte gelir; ancak bu işlevler arasındaki münasebetler son derece karmaşıktır.
Ortaçağ’ın sonları olarak adlandırdığımız sözkonusu dönemde şiddetin son derece yaygın olduğunu görürüz. Herkesin hançeriyle gezdiği çağda eşkıyalara rastlamadan adım atmak kabil değildi. Tarihçi Durand, Avrupa’nın yarısının hırsız, tüccarların dolandıcı, hakimlerin rüşvetçi olduğundan sözeder. Sözkonusu ortamda örgütlü güç, suçu önlemeye değil, cezalandırmaya yöneliktir. Yakma, işkence, kelle uçurma vs. infazları izlemek, ahalinin önemli eğlenceleri arasındadır. Mahalleler kendi bekçilerini, zenginler koruyucularını, cemaatler de silahlı adamlarını tutar. Asayiş büyük bir sorundur. Devletler zaman içerisinde kendi zabıta teşkilatlarını kurarak buna kısmi bir çözüm getirmeyi başardılar; ancak hukuk sistemlerinde de değişim kaçınılmazdı.
3. Yasanın gözü
Avrupa’da mutlak monarşiler uzun dönemde, şehirlerin ve kapitalizmin gelişmesine paralel bir süreçte kuruldu. Yeni kapitalistler ile monarşilerin ittifakı kilise hakimiyetini yıkarak seküler otoriteyi yükselişe geçirdi. Sonunda kilise arazileri paylaşılarak sermayeye katıldı, bir kısmı da köylülerin oldu. Hukuk fakülteleri, efendileri olan krallar için mutlak güç ve kutsal hak teorisini geliştirdiler. Ne var ki bunlar aynı zamanda kötü kralların değiştirilebileceği fikrini de filizlendirdiler. Saray ve merkezileşme öne çıkarken, modern devlet kurumları da maliyesi, okulları, orduları ve istihbarat teşkilatlarıyla birlikte büyüdü, sonra devleşti.
Hükümdarlık mutlaktı; bölünemez ve devredilemezdi. Adalet de Hıristiyan şeriatı değil, hukukçular ve seküler mahkemeler eliyle dağıtılacaktı. İlginçtir; Reformasyon sonrasında Avrupa’nın adalet kurumları Judea-Hıristiyan ve eski Mısır simgelerini öne çıkardılar (Greko-Romen de bunlardan ayrı düşünülemez çünkü Hıristiyanlık bu gelenek içerisinde varlık bulmuştur). Eskiye rağbetin sonucunda, piramitin üzerindeki güneş, herşeyi gören Tanrı’nın gözünü simgeleyerek Amerikan Doları’nın üzerine basıldı. Sayısız ressamın tablosunda ise güneş, gözü bağlı olarak adalet terazisini tutan kadının arkasında parlar. Bu tür simgelerin burjuva devrimlerinin (1776 ve 1789) dünyayı değiştirdiği 18. yüzyılın ikinci yarısında yaygınlaşması tesadüf değildir.
Böylece, Tanrı’dan hükümdara, oradan da yasaya geçen hükümdarlık, elbet yasayı temsil ettiğini iddia edenlerin elinde uygulanmaktadır. Onlar yurttaşlarını uygun gördükleri yolda davranmaya zorlayan aygıtlara sahiptir. Modern anlamda ilk istihbarat örgütünün 16. yüzyılın son çeyreğinde Kraliçe Elizabeth’e hizmet eden Sir Francis Walshingham tarafından kurulduğunu ileri sürmek mümkündür. İngiltere tahtının iç bölünmeler, mezhep savaşları, komplolar ve dış tehditler karşısında bunaldığı bir dönemde elde ettiği istihbarat ve örtülü operasyonlar, sonraki örgütlere öncülük yapmıştır.
Ulusal birliğini ve merkezileşmesini tamamlama yolundaki her ülke benzer örgütler kurmuştur. Fransa ve özellikle de Viyana’daki Habsburg sarayına bağlı (Geheime Kabinets-Kanzleri) istihbarat teşkilatları öne çıkmıştı. Bunlara bağlı “kara odalar”da (cabinet noir) çalışan istihbaratçılar, kıtanın dörtbir yanında dolaşan mektupları açıp okur, her dili bilen tercümanları kadrolarında barındırırdı. Bunlar zamanla modern istihbarat örgütlerine dönüşecek ve başka ülkeleri istikrarsızlaştırmak için o ülkelerdeki kanundışı faaliyetleri destekleyeceklerdi. Bu da konunun önemli unsurlarından birisidir.
Doğu dünyasında…
Doğu’nun merkezî ve despotik dünyasında şeriatın farklı uygulamaları ve son dönemde Batı hukukunun alınması süreçleri ayrı bir inceleme konusudur. Elbette Batı’nın hukuk anlayışı tek başına gelmemiş, devlet örgütleri ve yönetim anlayışlarıyla birlikte Doğu toplumlarının üzerine çok da uymayan bir elbise gibi giydirilmiştir. Sömürgecilik bu elbiseyi bazı ülkelere daha kolay giydirmiş, kadim devlet geleneğine sahip olan Osmanlı, İran ve Çin gibi ülkelerde ise farklı yollar izlenmiştir.
Ne var ki Avrupa kıtasının dışında kalan tüm ülkeler, sonunda Batılı devlet şekillerini adapte etmiş, her ülkede bunlar doğal ve kaçınılmaz olarak farklı sentezlenmiş ve uygulanmıştır. Batılılar ise buna karşı ikiyüzlü bir tutum sergilemiş; kendilerinde bile olmayan normları farklı toplumlardan beklemiş; hatta bunun eksikliğini baskı aracı olarak kullanmıştır. Öte yandan, devletin diğer aygıtları her ülkede hayata geçirilmiş olup, bunların başında modern maliye ve istihbarat kurumları gelir. Ne var ki, istihbarat ve operasyon anlamında etkili kurumlar oluşturamayan ülkelerde; kimisi dış müdahalelerden, kimisi yerel suç örgütlenmelerden kaynaklanan sıkıntılar çok daha büyür ki, bu alanda geç kalmış olan Osmanlı ve cumhuriyet döneminde bunun sayısız acı sonucu yaşanmıştır. Bunların başında, suç örgütleriyle içiçe geçmiş terörle istikrarsızlaştırma operasyonları gelir.
Megapolis ve suç örgütleri
Uzun tarihî süreçlere baktığımızda, kentlerin kırlar üzerinde hakimiyet kurmak üzere sürekli bir mücadele içerisinde olduğu görülür. Günümüzde ise iki önemli ve vahim gelişmeyle karşı karşıya bulunuyoruz. Bunlardan birincisi büyüyen kentlerde resmî otoriteye meydan okuyan ve çoğu zaman resmî otoritelerle içiçe geçen suç örgütleri; ikincisi ise devlet otoritesinin çöktüğü veya çökertildiği ülkelerde terörle sindirme yoluna başvuran örgütlenmelerdir. Bunlar dünyanın her metropolünde bulunan örgütlü suçların ötesinde, başaçıkılamayan uluslararası organizasyonlardır. İtalya’da Camorra ve Mafia, Japonya’da Yakuza, Meksika’da uyuşturucu kartelleri, Nijerya’da Boko Haram, Karaçi ve Mexico City gibi susuzluk çeken büyük kentlerde isale hatlarını ele geçirip su dağıtımından para kazanan çeteler…
ABD ise büyük devlet gücüne rağman suç dünyasının Birleşmiş Milletler’i gibidir. İtalyan mafyasından Meksika kartellerinin uzantısına, Ruslardan Çinlilere, Japonlardan Nijeryalılara kadar akla gelen her ülkenin suç örgütleri burada tezgah açmıştır. İnternet ortamında her ülkedeki organize suç örgütleriyle ilgili geniş listeleri bulmak mümkündür. Bunlar para kazanabilecekleri ve kara parayı aklayabilecekleri borsa, ulaştırma ve turizm başta olmak her alana sızmıştır. Uyuşturucular, sahte ilaç, kötü gıdalar, kimlik hırsızlığı, mali suçlar ve belge sahteciliği, internet dolandırıcılığı, kaçak kitap baskıları, kara para aklama, siber suçlar, kamu ihalelerine fesat karıştırılması, şantaj, fuhuş, rüşvet, mülteci kaçırma, belediye işlerinde yolsuzluk yeraltı dünyasının elattığı alanlardır. Sadece bunlar mı? Silah kaçakçılığı, arazi mafyası, kaçak avlanma, insan ticareti vs.
Uluslararası mafya işbirliğinin çok tipik bir örneği, Kanadalı maden şirketlerinin çevreyi mahvına karşı çıkan yerel liderlerin, aylığa bağlanmış Meksika suç örgütleri tarafından öldürülmesidir. Bu ülkede yılda 30-33 bin arasında cinayet işlenmekte olup, en yüksek ölüm oranı gazeteciler arasındadır. Venezuella’da ise asayişsizlik o raddeye varmıştır ki, kayıtlı 700 bin özel güvenlikçi, polisin çaresizliğine ve devlete güvenin eridiğine işaret etmektedir. Bu konuda Brezilya, kötü örnekler arasında önde gelir. Her yıl 1000’den fazla sivil, polis tarafından öldürülmektedir. Buna karşın yılda ortalama 20 polisin hayatını yitirmesi, bunların nadiren çatışma ortamına girdiğini gösterir.
Ortada o kadar büyük paralar dönmektedir ki, bu örgütler ihtiyaç duydukları devlet görevlisi, gazeteci ve politikacı satın alabilmektedir. Lübnan veya Bağdat gibi mezhep veya etnik çatışmaların doruğa çıktığı yerlerde ise ahalinin korumasız kesimlerine güvenlik ve himaye sağlanır. Buralarda yaşayanlar da, gençlerini bu örgütlere eleman olarak verir. Dünyada nüfusu 10 veya 20 milyonun üzerindeki mega kentlerin sayısı arttıkça ve bazı ülkelerde devlet kurumları yıkıma uğradıkça; toplumların önüne yeni asayiş sorunları çıkmakta, birçok alanda adalet sistemi devre dışı kalmakta, örgütler kendi adaletlerini uygulamaktadır. Bir görüşe göre, “kendisini hukukun yardımıyla felaketten korumaya çalışanlar korku içerisinde yaşayan güçsüz insanlardır ve şimdi hiç değilse asgari gereksinimlerini sağlayan örgütlere sığınmaktadır”. Bu örgütlerin “ayakçı”larının eline geçen para çok azdır ama bir örgüte yaslanmanın olanakları onlar için önem taşır.
Tüm bu durumlar karşısında bazıları adaletli bir hukuku idealize eder. Ne var ki, hayatta karşılığı olmayınca, giderek artan umutsuz kitlelerin bir kısmı devletin erişemediği veya bazı devlet unsurlarıyla işbirliği içerisindeki karanlık alana kaymaktadır. Hukukun korunması için hukuk anlayışının ötesinde koşullar gerektiği yakın tarihin önemli derslerindendir.