Ekim 2024 Sayımız Çıktı

Ortadoğu’da sadece ‘Osmanlı’ sıfatı kalmıştı

Son zamanlarda iyiden iyiye alevlenen Osmanlı hayranlığının, önceki sayılarımızda değindiğimiz özentilik ve görgüsüzlük boyutlarının yanısıra, bir de uydurma tarih boyutu var. Bu uydurma tarihin, öyle ciddî ve bilimsel görünümlü dışavurumları yok tabii. Koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi kesilen birtakım yeteneksizler, gazete köşelerinde, TV programlarında bol keseden atarak yaratıyorlar bu efsanevî tarihi. Ne kadar okunduklarını, bakıldıklarını bilmiyorum doğrusu; ama yaşadığımız korkunç cahillik ortamında büyük zararlar verme olasılıkları bulunduğu kanısındayım.

“Yitirilen Cennet”


Söz konusu uydurma tarihin temel direklerinden biri, bugün tam bir karmaşa içinde olan Ortadoğu’nun, Osmanlı döneminde barış ve huzur içinde yaşamış olduğu varsayımı. Yani Batı taklitçisi milliyetçilerin komploları sonucunda yitirdiğimiz bir cennet yaratılıyor. Bunun bazı çevrelerin rüyalarını süsleyen İslâm ümmetinin birliği arayışının kurgulanmış geçmişi olduğu, tarihyazımına ilişkin azçok bilgi edinebilmiş herkesin anlayabileceği bir şey. Gene de, 1. Dünya Savaşı öncesine özgü bu Osmanlı cennetinin olgusal düzlemde gözden geçirilmesinde yarar var.

Kudüs Muharebesi sırasında İngilizlere teslim olan belediye başkanı Hüseyin Efendi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1910’lardaki durumuna şöyle yüzeysel bir bakış attığımızda, tarih kitaplarındaki
haritalarda Osmanlı toprağı gibi gözüken Cebel-i Lübnan Sancağı’nın Osmanlı hakimiyetinde olmadığını, Mârunîlerin çoğunlukta bulunduğu bu sancağın mutasarrıfının Fransız dışişleri bakanınca onaylandıktan sonra atandığını görüyoruz. Zaten Cebel-i Lübnan da, 1908’de Osmanlı Parlamentosu’na milletvekili göndermeme kararı almış, bu durum ancak Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’na katıldıktan sonra değişmişti.

Aynı biçimde, bugün adına Küveyt dediğimiz bölgede de Osmanlı hakimiyeti yoktu. Küveyt, Büyük Britanya koruması altında bağımsız olmuştu bile. İşin ilginç yanı, bu durumun daha Sultan II. Abdülhamit döneminde böyle olduğu ve Küveyt’te egemen olan Sabah ailesini sindirebilmek için Sultan’ın Reşid ailesini seferber ettiği, bunların Küveyt’i istilâ ettiği, ama Büyük Britanya’nın devreye girmesiyle daha önceki statükoya süklüm püklüm dönüldüğüdür. Küveyt’in egemen bir emirlik olması, sonuçta Mahmut Şevket Paşa’nın sadrazamlığı (Ocak – Haziran 1913) döneminde İngilizlerle yapılan bir antlaşmayla kesinleşmiştir. O dönemde İngilizlerin Suud ailesiyle ve bugün Birleşik Arap Emirlikleri’ni oluşturan aşiret devletleriyle de ikili antlaşmaları olduğunu hatırlatmakla yetinelim.

İsyanlar coğrafyası


Yemen’in Aden bölgesi, 19. yüzyıl başlarından beri İngilizlerin elindeydi. Geriye kalan kısmı ise Osmanlı yönetimine karşı isyan halindeydi. İsyanı yöneten İmam Yahya, İtalyanların Libya’ya saldırmaları üzerine savaşı durdurmuş, daha sonra yapılan sözleşmeyle Osmanlı yönetimini tanımış, ama özerkliğini korumuştu. Yemen’in hemen kuzeyindeki Asir bölgesi de 1910’larda Osmanlı yönetimine karşı isyan halindeydi.

Daha kuzeydeki Hicaz ise 1916’da patlak verecek olan Arap İsyanı’nın hazırlıklarına başlamıştı bile. O kadar ki, isyanın önderi Şerif Hüseyin ibn Ali’nin oğlu Abdullah, 1914 başında milletvekili seçildiği Osmanlı Parlamentosu’na katılmak için İstanbul’a doğru yola çıktığında Mısır’a uğramış ve Lord Kitchener’le görüşerek babasının hazırlandığı isyana Büyük Britanya’dan destek sağlamaya çalışmıştı. Ayrıca bu dönemde Şerif Hüseyin’in, Sultan II. Abdülhamit’in uygulamaya koyduğu Hicaz Demiryolu projesini başarıyla engellediğini ve Medine’ye varmış olan demiryolunun Mekke’ye, oradan da Cidde limanına uzanacak kısımlarının yapılmamasını sağladığını da unutmamak gerekiyor.

Öte yandan, egemenlik meselesinin yalnızca bu yönetim sorunlarına ilişkin olduğunu sanmak çok yanlış olur. Osmanlı toprakları üzerinde devreye sokulacak herhangi bir iktisadî girişim de bin türlü zorlukla karşılaşıyordu. Nitekim Fransızların izni olmadan Suriye-Lübnan bölgesinde, İngilizlerin izni olmadan da Bağdat-Basra yöresinde Osmanlılar çivi bile çakamıyorlardı. Osmanlı Devleti’yle İran arasındaki sınırın nasıl çizileceğine Rusya karışıyor, aynı Rusya 1913’te yapılmaya başlanan Sivas-Samsun demiryolunun inşaatını engelleyebiliyordu. Cumhuriyet döneminde bitirebildiğimiz bu inşaata Rusya, ancak bazı ödünler elde ettikten sonra, 1914 baharında izin vermiştir.

Tabii başta sözünü ettiğimiz o uydurma tarihi yaratmaya çalışanların bütün bunlara verdikleri sihirli bir yanıt var: kabahat emperyalizmin. Emperyalizm olgusunu kimsenin yadsıdığı yok gerçi. Ama o noktada durup birilerini şeytanlaştırmak, ideologlara özgü bir tembellik veya kolaycılık oluyor. Yıllar önce tanışma şansı bulduğum, büyük Suriyeli düşünür Sadık Celal el-Azm’ın bu bol keseden atan ideologlara verdiği, aslında bu ülkede çok iyi bildiğimiz ama son zamanlarda unutmaya yüz tuttuğumuz yanıtı hatırlamakta yarar var: “Sömürgeleştirilmek için, önce sömürgeleştirilebilir olmak gerekir”.